KANAAT TÜKENMEZ BİR HAZİNEDİR
Önceki yazılarımızda tahammülsüzlük, mutluluk, huzur konularını işledik. Bunların arasındaki bağlantıları araştırdık. Bu yazımızda da, kanaat ile bu hususlar arasındaki bağları irdelemeye çalışacağız.
Kanaat etmenin insanlara faydası, bu dünyada huzurlu bir ömür yaşayabilmek, ahirette ise, Allah’ın Cennetini ummaktır. Dolayısıyla öncelikle, kanaat konusundan ne anlamamız gerektiğine bakalım. Kanaat etmek, hayatı “bir lokma, bir hırka” anlayışıyla yaşamak değildir. Aşağıdaki ayet bizlere bu konuda fikir vermektedir.
2 Bakara 177: “Yüzlerinizi bazen doğu, bazen batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Fakat asıl iyilik odur ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı olanlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya seve seve mal verirler. Namazı kılarlar, zekâtı verirler. Bir de antlaştıkları zaman sözlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık gösterenler var ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar da bunlardır.”
Ayet, asıl iyiliği tanımlarken, önce iman etmemizi istiyor. Hemen sonrasında ise, mal varlığımız içerisinden sevdiğimiz mallardan ayette bahsedilen insanlara dağıtmamız isteniyor. Demek ki Yüce Yaradan, dağıtacak kadar malımız olmasını uygun görüyor. Dolayısıyla daha baştan ve isteyerek “bir lokma, bir hırka” anlayışı ile dünyaya bakmamız uygun görülmüyor.
Ayetten anladığıma göre kanaat etmek, az ile yetinmek değil. İhtiyacın olan mal varlığıyla yetinmektir. İhtiyacın dışındakileri dağıtabilmek için, kanaatkâr olmak gerekiyor. Eğer kişi kanaat sahibi olursa, malından dağıtmak, insana mutluluk verir. Yoksa ne kadar çok mal sahibi olursak olalım, mal mevcudumuz bize kâfi gelmez. Hanbeli Mezhebinin önderi Ahmed Bin Hanbel (781-855), “insana az bir mal yetişir, çok mal ise kâfi gelmez” sözünü, kanaatkâr olmayıp aksine mal hırsına sahip insanlar için söylemiş olmalı.
Daha önceki bir yazımızda, Yusuf Has Hacib’in 1069’da yazdığı Kutadgu Bilig yani “Mutluluk Veren İlim” kitabından konumuzla da bağlantılı olan bir tespitini aktarmıştık. Yusuf Has Hacib, fikrini şöyle ifade eder: “Ahireti kazanmak için ‘bir lokma bir hırka’ anlayışıyla yaşarken çokça ibadet yapabilirsin. Böyle davranarak ahireti kazanman hususu da, kesin değildir. Ama eğer, bu dünyada mal, mülk, saltanat sahibi olup, bu gücünü, halka adaletle hizmette kullanırsan, işte asıl mutluluk odur. Hem de iki dünya mutluluğudur.”
Demek ki, mal hırsına kapılmadan çok mal sahibi olmak ve bunu insanlarla paylaşmak, bizi mutluluğa ulaştırabilmektedir. Yani çok mal sahibi olmayı, insanlara faydalı olabilmek anlamında istemek bizi daha mutlu eder. Benzer durum ilim konusunda da geçerlidir. Ben çok meşhur bir ilim insanı olacağım diye yola çıkanlar, mutlu olamayabilirler. Bilhassa başarısız olduklarında kesinlikle mutsuz olurlar. Fakat insanlara faydalı olabilmek için araştırmalarına başlayanlar, herhalükârda mutlu olabilirler. Dolayısıyla kanaatkârlığın, ilmi araştırmalarımızın temelinde de önemli bir yeri var.
Hac Suresi 36ıncı ayette, “kestiğimiz kurbanların etlerinden, kanaat edip istemeyene de, isteyene de vermemiz” tavsiye edilir. Sadakaların dağıtımında, öncelik fakir akrabalardan başlayarak diğer fakirlere verildiğine göre, ayette, kurban etinin dağıtımındaki önceliğin, fakir olmasına rağmen kanaat edip istemeyene verilmesinin tavsiye edildiği anlaşılmaktadır. Elbette isteyen fakirlere de verilecektir. Ama öncelik kanaat edenlere verilmektedir. Demek ki, mal varlığımız yeterli olmasa ve fakir olsak bile kanaat etmemiz, mal hırsına kapılmamamız uygun görülmektedir. Fakir olmasına rağmen istememek, kanaatkâr olmaktır. Fakir olmasına rağmen istemeyen insanın mutsuz olma ihtimali vardır, ama en azından, maddi anlamdaki fakirliğinden dolayı mutsuz değildir.
Diğer taraftan kanaatkâr olmak, insanı daha tahammüllü yapar. Çünkü halinden şikâyet etmez. Nitekim Bakara 177inci ayetin devamında bu konu işlenir: “Bir de, antlaştıkları zaman sözlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık gösterenler var ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar da bunlardır.”
Bir insan başkasıyla antlaşma yaptığında, sonucu kendi aleyhine bile olsa, o antlaşmasına uyması istenilmektedir. Mal hırsı olan bir insanın, kendi aleyhine dönen bir antlaşmaya uyması, çok zordur. Antlaşma şartları onu, sözleşmeye uymaya zorlasa bile, kanaatsizliğinden dolayı mutsuz olur. Hâlbuki kanaatkâr bir insan, aleyhine dönen antlaşmaya uymaktan dolayı mutsuz olmaz. Aleyhine olan duruma tahammül eder.
Ayette bahsedilen “sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık gösterenler var ya” sözüne uygun davranabilmek, tahammüllü olmayı gerektirir. Tahammüllü olabilmek, o andaki konumuna kanaat etmesiyle bağlantılıdır.
Sıkıntıya düştüğünde, kendisinden daha sıkıntılı olan insanların hallerini düşünen, hasta olduğunda, kendisinden daha zor hastalığa yakalananları düşünen, harbin şiddetli zamanında, kendisinden daha sıkışık durumda iken mücadele edenleri gören bir kişi, düşünce yapısı uhrevi bir anlamda olmasa bile, sabırlı davranabilir. Sabrı ta anlatabilmek içihammüllü olmasını sağlar. Burada gösterdiği sabır, doğrudan olmasa bile dolaylı olarak kanaatkârlığıyla bağlantılıdır.
Allah’ım, Senin yolunda harcanmak üzere mülk ve saltanatımızı artır.
Allah’ım, Seni daha iyi anlayabilmek ve insanlığa faydalı olabilmek için, ilmimizi artır.