KÜRESEL UYGARLIĞIN MERKEZİNDE, İNSANLIK OTURMALI
İnsanlık, insanlardan oluşmaktadır. Dolayısıyla insanlık konusunu irdelemeye, “insan” anlayışını inceleyerek başlamak gerekir. Bunun için önce, tarihte görülen “insan” anlayışlarına kısaca bakmakta fayda vardır.
Antik dönem Helen anlayışı, çok güzel tartışmalara sahne olmuştur. Bilhassa “erdem” konusundaki tartışmalar, bugün bile geçerliliğini korumaktadır. “Yedi bilge” olarak anılan insanlardan Sokrates’e kadar, düşünürlerin yaptıkları bütün tartışmalar, ortaya konulan bütün fikirler, insanları erdemliliğe yönlendirmekte, erdem yüceltilmektedir.
Ancak bu çok değerli fikirlerin ve tartışmaların, önemli bir eksiği vardır. Bu eksiklik hakkında, günümüze kadar, insanların bakış açılarını etkileyecek mertebede ciddi bir araştırma yapılmamıştır. Yapılan fikri tartışmaların değerini çok azaltan bu eksiklik, yaşayan her kişinin “insan” olarak görülmemesidir.
İnsan olarak görülenler ve erdemli davranışlarda bulunması istenilenler, yönetici konumundaki guruba dâhil olan insanlardır. Köle durumunda olanlar, “insan” olarak nitelenmemişlerdir. Antik Helen’deki ünlü düşünürlerden Aristo’nun bir sözü bu durumu net bir şekilde açıklamaktadır. Aristo’ya göre köleler, konuşan hayvanlardır.
Aristo gibi, diğer bilge kişilerin çoğunluğunun böyle düşündüklerinin bir göstergesi, o dönemdeki kölelerin durumudur. Antik Yunan hakkında çalışan tarihçi Donald Kagan’a göre, Helen bölgesinin iki büyük devleti olan Atina’da ve Sparta’da çok fazla köle vardı. Helen bölgesindeki iki büyük devletten biri olan Sparta’da, Helot denilen kölelerin sayısının nüfusun %90’ına ulaştığını ifade etmiştir. Bu oran, Atina’daki köle miktarına göre çok yüksektir. Nitekim M.Ö. 464’te Sparta’da bir köle ayaklanması yaşanmıştır.
Görüldüğü üzere, çok güzel fikirlerin tartışıldığı ve demokrasi konusunda bilinen ilk uygulamaların yapıldığı Antik Helen anlayışı, köleleri insan olarak görmüyordu. Düşünün, siz erdemden, güzelliklerden bahsediyorsunuz, demokrasinin nasıl olması gerektiğini tartışıyorsunuz, ama bütün bunların hiçbiri nüfusun büyük çoğunluğunu kapsamıyor. Bilhassa Sparta’da nüfusun %90’ı sizin için hiçbir değer ifade etmiyor.
Antik Helen’den sonra, Roma İmparatorluğu kuruldu. Romalılar da demokrasi ve cumhuriyet konusunu tartıştılar. Aynı zamanda da uyguladılar. Her gittikleri yere “Kanun ve Nizam” götürdüklerini iddia ettiler. Ama gerçek öyle değildi. Onların durumu ile Antik Helen bölgesindeki anlayış arasında benzerlik çoktu. Romalıların “insan” anlayışlarında, Antik Helen’e göre bir fark vardı. Romalılarda “insan” olarak kabul edilen vatandaşlar, sadece Roma kentinde oturanlardı. Bunlar da iki guruba ayrılmışlardı. Yönetici konumundaki soylular olan Patriciler ile halk olarak nitelenecek Plebler. Halk olarak nitelenen Pleblerin, mülk edinme hakları vardı. Fakat seçme ve seçilme hakları yoktu. Yani “insan” olarak kabul ettikleri arasında bile eşit bakış yoktu.
Kölelerin durumu daha feci idi. Nitekim M.Ö. 73-71 yılları arasında etkili olan köle isyanları, Romalıları çok uğraştırdı. Kendisi de bir köle olan ve onun adıyla anılan Spartaküs (ismin ilginçliğine dikkat çekmek isterim) isyanları ve bastırılma yöntemleri, Romalıların anlayışını net olarak göstermeye yetmektedir. Bu yetmez diye düşünenlere, arenalarda insanları hayvanlara parçalattıran ve bu mücadeleleri zevkle seyredenlerin varlığını hatırlatmak yeterli olacaktır.
Helen ve Roma Medeniyetinin kısa dönemli olmasının ve dar bir alana sıkışmasının sebeplerinin başında, belki de bu anlayışları gelmiştir. Her iki uygulamalardaki yanlışlıklar, yıkılıştan sonra yeniden dirilememelerinin temel sebebi olmuştur. Hem Antik Helen hem de Roma İmparatorluğu, günümüze kadar bir daha dirilememiştir.
Hıristiyan inanışa sahip olan insanlar, Romalılar tarafından bazen vahşice öldürülüyorlardı. Hıristiyanlığı kabul edenler, sırf dini düşünceleri açısından böylesine ağır baskılara uğradılar. Buna rağmen, merhamet ve sevgi anlayışından taviz vermediler. Kimseyle savaşmadılar. Gariban Hıristiyanlara zulüm yapan Roma İmparatorluğu, sonunda Hıristiyanlığı kabul etmek zorunda kaldı. Hıristiyanlar da, ortama tamamen hâkim olduktan sonra değişmeye başladılar. Bu defa onlar, hem Hıristiyan olmayanlara hem de Hıristiyan oldukları halde onların istediği fikirde olmayanlara zulmetmeye başladılar. İnsana bakışlarındaki bu değişimden sonra, Ortaçağ’ın karanlığına gömüldüler.
Batı Romanın yıkılışından sonra İslâmiyet gündeme gelmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.) aracılığıyla gönderilen ayetlerle insana bakış açısı tamamen değişmiştir. Kölelik kaldırılmıştır. Hukuk karşısında ve yaşam hakları açısından insanlar arasında bir fark olmadığı ifade edilmiştir. Ayetlerdeki bu ifadeler, dönemin anlayışına göre, büyük bir devrim olmuştur.
Bu anlayışla mücadele eden Müslümanlar, diğer insanlara ve kültürlere bu fikrin çerçevesinde yaklaşmışlardır. Böylece 25 yıl gibi kısa bir sürede doğuda Horasan’dan, batıda Mağrib’e kadar geniş bir alana yayılmışlardır. Sasanilere ve Bizanslılara galip gelmişlerdir. Hem de bu başarıyı gösterenlerin hiçbir geçmiş altyapıları olmamasına rağmen başarmışlardır. Büyük çoğunluğu bedevi denilen köylü Araplardan oluşan bu topluluğun oturduğu Hicaz bölgesi, en sapa ve çorak, verimsiz, çöl bir alandır. Böylesine bir alanda oturan köylülerin kazandığı ve dünyada eşi görülmeyen bu başarının temeli, Hz. Muhammed’in getirdiği ayetlerdeki anlayışlardır.
Fakat Kur’an’daki bu anlayışın uygulaması uzun sürmedi. Bir süre sonra Arap olmayan Müslümanlara “acem” yani yabancı denilmeye başlandı. Devlet görevlerine Arap kökenli olmayanları getirmediler. İslâmiyet, köleliği kaldırdığı halde, köle kullanmaya başlandı. Tarlalarda zenci köleler, askeriyede “memlûk” denilen beyaz köleler çalıştırıldı. Zenci kölelerin nüfusları hızla artı. Ama çalışma şartları giderek kötüledi. Sonunda 883 yılında zenci köleler tarafından “Zenc İsyanı” denilen ayaklanma gerçekleşti. Beyaz köleler ve paralı askerler ise, zamanla ayrılarak kendi devletlerini kurdular.
Endülüs’tekilerin dışındaki Araplarda insana bakış değiştikçe, kurdukları uygarlık geriledi. Ta ki, Türklerin Müslüman oluşlarına kadar gerileme devam etti. Türkler Müslüman olup İran’a ve Anadolu’ya geldiklerinde, insanlara bakışlarının, Kur’an’ın insana bakışıyla benzerlik arzettiği görüldü. Selçuklulardan başlayarak, Osmanlılarla zirveye ulaştırdıkları medeniyet anlayışlarının temelinde, insana olan bu bakışları vardı.
Türklerin insana bakış açılarıyla ilgili fikirlerimizi, bu sitede yayınladığımız “Türklerde Hoşgörünün Evrenselliği”, “Osmanlı Türk Devleti ve Dünya medeniyeti”, “Osmanlı Türk Devletini Tanımlayan Özellikler”, “İtidalli Davranış”, “Osmanlı Türk Devletini Batı Kapitalizminden Ayıran Özellikler” gibi yazılarımızda ifade ettik. Ancak Osmanlı Türk Devletinin gerilemesinin amir sebebi, insana bakışlarındaki değişiklik değildir. En önemli sebep, 1492 keşifleri sonunda Batının aşırı zenginlemesine karşın, Türklerin kimseyi sömürmemekte ısrar ederek yerinde saymalarıdır. Diğer bir sebep de tasavvuf anlayışında mistisizme kayarak, pozitif bilimlerden uzaklaşmalarıdır.
Tarihi incelediğimizde görüyoruz ki, uzun ömürlü ve insanlığa faydalı medeniyet oluşturabilmemiz, insana bakış anlayışımızla doğru orantılı. O halde bizler de oluşturmaya çalıştığımız Küresel Medeniyetin merkezine insanı koymalıyız. Merkezdeki insana bakışımız için yeni birşeyler aramaya gerek yoktur. Binlerce yıldır tartışılan konuların özetini çıkarmamız yeterlidir. Böyle bir özet çıkardığımızda, Kur’an’ın anlatımlarıyla bizim çıkardığımız özetin örtüştüğünü göreceğiz. Binlerce yıllık bu tartışmaları ve Kur’an’ın anlatımlarını, başka yazılarımızda ele almaya çalışacağız.