DUA ÜZERİNE
Bir önceki yazımızda duanın, Allah’a rücu olduğunu vurgulayarak, her duanın kabul edilmediğini Kur’an ayetlerinden örneklerle anlatmıştık.
İnsanlar toplum içerisinde iken, dualarını sessizce yaparlar. Çoğu zaman kendileri bile duymazlar. Ama her insan, yaptığı duanın Yüce Yaradan tarafından duyulup karşılık verileceğine inanır.
İşin ilginç tarafı, beyninden geçirdiklerini Allah’ın bildiğini ve duyduğunu düşünen aynı kişi, başkası görmeden yaptığı haksızlıkları Yüce Yaradan’ın görmediği zannın kapılır. Bu sebeple dualarında, Allah’ı bile kandırmaya çalışır. Ama hiç kimse Allah’ı kaldıramayacağı için, yaptığı duaların çoğu bir işe yaramaz. Yani kabul olunmaz. Dolayısıyla “Allah’ım dualarımızı Kabe’de yapılan ve kabul olunan dualardan eyle” demenin de bir anlamı yok.
Allah her şeyi bilir ama, yeryüzündeki evi olarak bilinen Kabe’deki yapılanlara muhtemelen daha titizlik gösterir. Kabe’ye gelmiş olanlara rahmetinin daha geniş olması kuvvetli ihtimaldir. Ancak o kutsal mekanı gösteriş ve insanları aldatma için kullanmaya kalkanlara, aynı affedici davranışı sergilemesi ihtimali zayıftır. Eğer kişi bütün hatalarını kabul edip kendini düzelteceğinin sözünü verirse, o zaman Allah’ın rahmetini umabilir.
O halde orada yapılan her dua kabul edilecektir şeklinde bir anlayış yanlıştır. Diyelim ki, bir zalim veya bir tefeci Kabe’de “Allah’ım bana güç ve saltanat ver, bana bol kazanç ver” diye dua etseler, bu duaların kabul edilmesini kaç kişi ister.
Dua konusunun bir başka tarafı daha var. Dua etmeden önce duamızla ilgili konuda yapabileceklerimizi yapmaya gayret etmiş olmalıyız. Eğer sadece dua ile olsaydı, en başta peygamberler çalışmazlar, işlerini dua ile yürütürlerdi.
Allah Musa’ya, firavuna git dediğinde Musa, “Allah’ım ben korkuyorum, Sen, firavunu yok et” diye dua ederdi. Benzer şekilde Müslümanları cihat emri geldiğinde, Hz. Muhammed (s.a.v.) sahabelerini toplar, “Allah’ım biz çok zayıfız, düşmanlarımız çok güçlü, lütfunla onları Kahhar isminle kahreyle” diye dua eder, bütün Müslüman sahabeler de amin derler, böylece sorun çözülürdü.
Fakat onlar, o ilk Müslümanlar ve Hz. Peygamber hiçbir zaman böyle davranmadılar. Bedir Savaşı öncesinde düşmanları kendilerinin 3 katı fazla iken, gözlerini kırpmadan düşmanlarına doğru yol aldılar. Uhud öncesinde bu fark 4 misli iken, yine aynı şeyi yaptılar. Giriştikleri bu savaşlarda hepsi de kardeşlerine, babalarına, amcalarına ve diğer yakınlarına karşı ölümüne dövüştüler. Buna rağmen dua ederek, yakınlarına karşı savaşmaktan kurtulmayı düşünmediler.
İlk Müslüman şehitler olan Yesir ve Sümeyye, günlerce işkence görürken onların durumunu seyretmek zorunda kalmak gibi bir ıstırabı yaşayan Hz. Muhammed, dua ile sorunu çözmeye kalkışmadı. Onlara sadece, Cennet’te buluşacaklarını söyleyerek acılara sabırla göğüs germelerini istedi.
Kendileri çok fakir olan Müslümanlar, her türlü güçlüğe göğüs gerdiler. Zengin olanlar da, varlıklarını fakirler için harcamaktan hiç şikayetçi olmadılar. Durumlarını düzeltmesi için Allah’a dua etmek yerine sabırla çalıştılar, çabaladılar. Sonra dua ettiler. Mülk ve saltanatı, sadece Allah yolunda harcamak için istediler. Allah’tan kendilerine ilim ve hikmet vermesi için dua ettiler.
Demek ki dualarımızda Allah’ı ‘haşa’ bizim emrinizde olan biri gibi farzederek, her işi yapmasını Ondan istemek durumuna düşmeyeceğiz. Biz söğüt gölgesinde rahat yatarken, Yüce Yaradan’dan her şeyi halletmesini istememiz halinde, Allah’ı bizim emrimiz altındaki biri gibi değerlendirmiş konumuna düştüğümüzü görmemiz gerekir. Böyle bir konuma düşmemiz, her şeyin yaratıcısı olan tek Allah’a yapılabilecek ciddi bir hakaret olur. Hakaret edilenden de, yardım beklemek safdilliktir. Müslümanların bu durumlarını başka bir yazımızda ele alacağız.