RAMAZAN BAYRAMI, AÇLIĞI VE AÇLARI ANLAMAMIZIN BİR HEDİYESİ OLARAK, HEM KENDİMİZİ HEM DE BAŞKALARINI SEVİNDİRMEMİZ İÇİN, YÜCE YARADAN’IMIZIN BİZE VERDİĞİ BİR LÜTUFTUR. BU LÜTFU ANLAYAN VE UYGULAYANLARIN BAYRAMINI KUTLARIM.
RAMAZAN BAYRAMI, AÇLIĞI VE AÇLARI ANLAMAMIZIN BİR HEDİYESİ OLARAK, HEM KENDİMİZİ HEM DE BAŞKALARINI SEVİNDİRMEMİZ İÇİN, YÜCE YARADAN’IMIZIN BİZE VERDİĞİ BİR LÜTUFTUR. BU LÜTFU ANLAYAN VE UYGULAYANLARIN BAYRAMINI KUTLARIM.
YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 4
Mustafa Süleyman’ın eserini irdelemeye devam ediyoruz.
Sayfa 124: “Doğa olağanüstü etkili sonuçlara ulaşmak için uzun ve dolambaçlı bir yol izlerken, bu biyo-devrim, odaklanmış tasarımın gücünü bu kendi kendini kopyalayan, kendi kendini iyileştiren ve evrilen süreçlerin merkezine yerleşiyor.”
Yazar, tabiatın kendi kendini kopyaladığı, iyileştirdiği ve evrildiğini kabul ediyor. Ama olağanüstü sonuçlara ulaşabilmek için, uzun ve dolambaçlı bir yol izlediğini düşünüyor. Aslında, doğanın kopyalama ve iyileştirme için uzun ve dolambaçlı yol izlediği ifadesi, her zaman geçerli değildir. Doğa, insanların tabiatta yaptıkları tahribatı (örneğin, ozon tabakasının incelmesi gibi), kendisi tamir etmeye çalışırken uzun bir yol izliyor olabilir. Fakat doğanın bir parçası olan insan vücudu, yaralanmalar gibi bazı durumlarda, kendisini iyileştirme özelliğini makul bir sürede yapmaktadır. Ayrıca, vücudumuzun, uyku ve dinlenmeler sırasında iç organlarımızdaki bazı tahribatları onardığını bilim insanlarının açıklamalarından öğreniyoruz. Bizim yaptığımız ilaçlar, vücudumuzda var olan kendini iyileştirme sisteminin çalışma hızını artırmaktadır. Bu gibi nedenlerden dolayı biyo-devrim, sadece, doğada ve canlılarda var olan kopyalama, iyileştirme ve evrilme süreçlerini hızlandırmaya yaramaktadır.
Diğer yandan, halen, bizim kendi elimizle tahrip ettiğimiz tabiatı, iyileştirmekte başarılı olamadığımız da açıktır. Örneğin, küresel ısınma. Bilim insanlarının gayretleri, küresel ısınmanın hızını azaltabilmek içindir. Isınmayı geri döndürmeyi ve soğutmayı hedeflemeyi düşünemiyorlar. Düşündüklerinde, 2.000.000 metre çapında ayna yapmayı ve yerleştirmeyi başararak, dünyaya gelen güneş ışınlarının bir kısmını dünyaya değmeden gitmesini sağlasalar dahi, ısıyı en fazla iki derece düşürebileceklerini hesaplayarak vazgeçiyorlar. Dolayısıyla biyo-devrim, doğadaki kopyalama, iyileştirme ve evrilmeyi taklit ederken bile, yapabilecekleri, bizim faydalanabileceğimiz bazı canlılarla ilgilidir ve sınırlıdır.
Sayfa 124: “Bir ekip, Mycoplasma mycoides bakterisinin genomunun neredeyse bir kopyasını alarak, yeni bir hücreye nakletti ve o hücre de sonra çoğaldı.”
Hücrenin çoğalması, hücrede mevcut bulunan bilgi işleme sisteminin bir sonucudur. Yukarıdaki cümlede, sentetik hücrenin çoğaldığından bahsedilmiyor. Yazarın bahsettiği çoğalan hücre, kopyaladıkları hücredir. Yani bahsedilen başarı, mevcut olan bir sistemi kopyalamaktır. Genomda böyle bir özellik olmasaydı, nasıl başarabilirdik.
Sayfa 124-125: “ETH Zürih’teki bir ekip tamamen bilgisayarda üretilen ilk bakteri genomunu üretti: Caulobacter ethensis-2.0”
Yukarıdaki ifadede, bilgisayarda üretilen sentetik genomun, kendi kendini üretip üretmediği bilgisi yok. Sentetik üretilen bakteriler, tıpkı sentetik ilaçlar gibi, birçok hastalığın veya başka sorunlarımızın iyileştirilmesinde işe yarayabilir. Nitekim yazar da, sayfa 126-130 arasında bundan bahsediyor. Yaşlandıkça daha sağlıklı kalabileceğimizi anlatıyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bunlar, insanda var olan, beynimizdeki ve doğadaki canlılarda mevcut özellikler ve bunların örneklikleri sayesinde gerçekleşebilir. Bizim itirazımız, yazarın bu ifadelerini, bazı insanların, sıfırdan kendi kendisini üretebilen yepyeni bir canlı yaşam oluşturulacağı şeklindeki iddialarına mesnet yapmak yönündeki ham hayalleri içindir.
Sayfa 131: “Proteinler yaşamın yapı taşlarıdır. Proteinler her yerdedir, akla gelebilecek her forma girer, kemiklerimizi bir arada tutan bağlardan, antikorların kancalarına kadar sayısız hayati görevi yerine getirirler…Bir proteinin nasıl çalıştığını bilmek için sadece DNA dizisini bilmek yeterli değil. İş, onların nasıl katlandığını anlamakta. (Geleneksel) hesaplamalarla, belirli bir proteinin tüm olası şekillerini incelemek, bilinen evrenin yaşamından daha uzun sürebilir.”
Yukarıda anlatılanları tekrar özümsemeye çalışalım. Yetenekli Yapay Zekâ (YYZ) olmadan, “bir proteinin tüm olası şekillerini incelemek, geleneksel yöntemlerle evrenin yaşından daha uzun sürebilir” sözüne dikkat edelim. Milyarlarca yılda hesaplayamayacağımız şey, evrenin tamamı değil, gezegenimiz değil, canlılar değil, duygularımız ve hislerimizin nasıl oluştuğu değil, sadece ve sadece bir proteinin yapısını kavrayabilmek. Yani yaratılışın çok cüzi bir kısmının yapısını anlayabilmemiz için bile, milyarlarca yıla ihtiyacımız var. Yaratılışın muazzamlığını düşünebiliyor musunuz?
Yazar, ilerideki sayfada bunu DeepMind’ın çözdüğünü anlatıyor. Vücudumuzda var olduğu düşünülen 200.000.000 (iki yüz milyon) proteinin yapısını DeepMind yüklemiş. Yazı, bu yapıyı kavramamızda, yapay zekânın önemini gösteriyor. Bizim dikkat çekmek istediğimiz husus başka, Geleneksel yöntemlerle, sadece bir proteinin yapısını çözemiyorsak, yazarın aktardıklarından güç alarak, evrenin ve evrendeki canlı cansız varlıkların kendiliğinden oluştuğunu iddia etmek ne kadar mantıklıdır? Matematik işlemlerini ve karşılaştırmaları muazzam hızda yapabilen YYZ’lı bilgisayarların yapılması, evrenin kendiliğinden oluştuğunu göstermez. Aksine, karmaşık olmalarına rağmen anlaşılabilir yapıları, protein denilen bir şeyin bile sistemini ve ne kadar çok işe yaradığını görmemiz, bir muazzam üst aklın varlığına inanmamızın ne kadar mantıklı olduğunu anlatır.
Çünkü YYZ, sadece proteinlerin yapılarını anlamamızın hesaplama ve karşılaştırmalarını yaptı. Ama henüz sıfırdan protein veya onun görevlerini yapacak yeni bir şey yaratabileceğini iddia bile edeceğimiz bir temel bile yok.
Sayfa 135: “(Yazar gelecekle ilgili hayalini şöyle anlatıyor) Biyomakineler ve biyobilgisayarlar çağına hoşgeldiniz. Burada DNA iplikleri hesaplamalar yapar ve yapay hücreler işe koşulur. Makineler canlanır. Sentetik yaşam çağına hoşgeldiniz.”
“Makineler canlanır” denilince aklımıza gelen, “canlıdan maksat nedir” sorusudur. Bir insanın canlı olması ne demektir? Eğer canlıdan maksat; yaşaması, büyümesi, üremesi, düşünen bir beyne ve hisseden ruha sahip olması ise, yazar yanılmaktadır. Eğer, canlıdan maksat, “makineler, onlara yüklediğimiz programlar sayesinde emirlerimizi yerine getirdi, konuştu ve kopyaladığımız hücrelerle bakteriler üretti” ise, o zaman yazarın söyledikleri doğrudur. Ama bu durumda, yazarın bahsettiği canlı ve yaşam kavramının, gerçek canlı ve yaşamla hiçbir alâkası yok demektir.
Biz insanların yaptıkları, evrenin anlaşılabilir yapıda olan sistemini kavramaya çalışmaktır. Böylece, daha rahat ve sağlıklı yaşamamız için gerekli araçları, yine evrende ve gezegenimizde var olan malzemeleri ve sistemleri kullanarak veya işleyerek, yapmaktır.
Nitekim yazarın sayfa 145-149 arasında bahsettiği -bizim de çok önemsediğimiz- kuantum ve nükleer füzyon konuları da, kâinattan ve gezegenimizin varlıklarından, dönüşüm yoluyla faydalanma gayretleridir.
Sayfa 145: “Google’un, dış uzayın en soğuk kısımlarından daha soğuk bir sıcaklığa kadar soğutulan makinesi, kuantum mekaniği yaklaşımını kullanarak, geleneksel bir bilgisayarla on bin yılda alabileceği söylenen bir hesaplamayı saniyeler içerisinde tamamlıyordu… Kısa süreli bir füzyon reaksiyonu oluşturmak için hidrojen açısından zengin malzeme topaklarının lazerlerle sıkıştırılmasını ve 100 milyon dereceye kadar ısıtılmasını içeren bir yöntem üzerinde çalışıyorlar. 2022’de ilk kez net enerji kazancı ortaya çıkaran bir reaksiyon yarattılar; lazerlerce içeri verilenden daha fazla enerji üretilebilmesi kritik bir dönüm noktası oldu.”
Sayfa 149: “…ilhamını güneşten alan, uyuyan bir temiz enerji devi yatıyor; nükleer füzyon.”
Yazarın ifade ettiği gibi, evrendeki uzayın soğukluğu, güneş gibi kaynakların sıcaklığı ilham alınarak, yepyeni gelişmeler sağlanabilmektedir. Bu gelişmelerin, teknolojik dalgayı tahmin edilenden çok daha hızlı oluşturacağı açıktır. Güneşin örnek alınması, verdiğimiz enerjiden daha fazlasını alma çalışmalarında önemlidir. Görüldüğü gibi yapılanlar, evrende var olan sistemleri taklit etmeye çalışmaktır. Bu çalışmalarda da yine yeryüzünde var olan malzemeler kullanılmaktadır. Çok sıcağa ve çok soğuğa dayanıklı malzemeler yeryüzünde var olmasaydı, ilham almamız başarılı olamazdı.
YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 3
Kitabın irdelemesine devam ediyoruz.
Sayfa 117-118: “Yapay zekâ gibi sentetik biyoloji de maliyetlerin düştüğü ve yapılabilenlerin arttığı keskin bir yörüngede ilerliyor. Bu dalganın merkezinde DNA’nın olduğunun, biyolojik olarak evrimleşmiş bir kodlama ve depolama sistemi olduğunun farkına varılması yatıyor. Son birkaç on yılda bu bilgi iletim sistemi hakkında yeterince bilgi sahibi olduk ve yön verebiliyoruz. Bunun sonucunda gıdaların, ilaçların, malzemelerin üretim süreçlerinin ve tüketim mallarının hepsi dönüştürülecek ve yeniden tahayyül edilecek. Tıpkı insanların kendileri gibi.”
Yazar, hücrelerdeki mevcut bilgi işleme merkezlerinin ve biyolojik olarak evrimleşmiş bir kodlama depolama sisteminin varlığının anlaşılmasıyla övünüyor. Ama hücrelerin kendisinin ve hücrelerdeki bu sistemlerin nasıl oluştuklarına değinmiyor. Ayrıca, biyolojik olarak hücrelerdeki depolama ve kodlamanın zaman içerisinde evrildiklerinden bahsederken, bu farkın nasıl ölçüldüğünü söylemiyor. En azından son iki yüzyıldaki insanlarda böyle bir evrilme olup olmadığının nasıl anlaşılacağını bahsetmiyor. Yani ölçümlenmemiş afaki kavramlar ve fikirler serdediyor. Muhtemelen böyle bir hata yapmasının sebebi, hücrelerdeki bilgi işleme ve kodlama sisteminin varlığını, sadece son yıllardaki teknolojiler sayesinde anlayabilmemizin heyecanıdır.
Diğer yandan paragrafın sonunda, insanların da dönüştürülebileceğini ve yeniden tahayyül edileceğini vurguluyor. Bunun gerçekleşmesi, biz insanların, mevcutlardan farklı bilgilere ve farklı çalışma sistemine sahip DNA veya RNA’lar oluşturmamıza bağlıdır.
Bu husus üzerine biraz düşünelim. Eğer biz yepyeni DNA oluşturmayı başarabilirsek, bu DNA bilgi işleme sisteminin, tarih içerisinde oluştuğunu söylediği biyolojik evrimleşmenin dıştan müdahale ile değiştirilebilir olduğu anlamına ulaşırız ki, bu durum, “yaşam yavaş bir süreçte evrildi” şeklindeki kendi iddiasıyla çelişmesi demektir. Diğer bir bakış açısıyla, eğer böyle bir yeniden tahayyülü, DNA sisteminde oluşturmayı başaramazsak, bu DNA sisteminin, biyolojik evrimleşme sonucu oluşmadığı, baştan beri aynı olduğu anlamı çıkar ki, evrilme tezine zıttır.
Demek ki, bizim yeni teknolojilerle yapabileceklerimiz, sistemi değiştirmek değil, sistemi bizim arzu ettiğimiz yönde ıslah etmektir. Yani, tıpkı tohum ve bazı hayvan ıslahları gibidir. Zaten canlı hücrelerinde, böylesine karmaşık görünüşe rağmen, sabit özellikte bir sistem olmasaydı, bilim insanları meseleyi anlayamazlar ve ıslah dâhil, hiç bir şey yapamazlardı.
Eğer sentetik biyoloji ile elde ettiğimiz bir sentetik bitki, kendi neslini sürdüremezse, bizim yaptıklarımız sadece müdahaledir. Bu açıdan bakılınca bizce de, DNA’lara yapacağımız müdahalelerle, hastalıkların bir kısmını daha bebek ana rahminde iken bile iyileştirebiliriz. Ama kitabın hiçbir bölümünde, eğer bebeğin oluşumuna ortam hazırlayan bir yapıya sahip değilsek, bizim geliştireceğimiz teknolojilerle, bebeğin oluşumunu gerçekleştirebileceğimizden bahsedilmiyor. Veya kerih bir suda bulunan ve insanı oluşturan hücreleri, bizim laboratuvar ortamında kendi hazırladığımız bir suyla oluşturabileceğimiz anlatılmıyor. Laboratuvarda oluşturduğumuz bu suyla, bizim yaptığımız bu hücreleri birleştirerek bir bebek yaratıp, ona can verip veremeyeceğimiz de iddia edilmiyor.
Diğer taraftan, Steve Jobs’un dediği gibi, yakalandığı hastalıktan, taşıması için bir başkasına naklederek o insanı kurtaramayan bir teknolojiden, yukarıda bahsettiğimiz bebek yaratıcılığını gerçekleştireceğinin iddia edilemeyeceği açıktır.
Yazarın, yaşam hakkındaki fikirleriyle ilgili olarak, bu sitede yayınladığımız “Ateizm, Aklımıza Takılan Sorular” ve “Stephen Hawkings’e Cevaplar” gibi makalelerimizde daha geniş açıklamalar yaptığımız ve sorular sorduğumuz için burada bahsetmeyeceğiz.
Sayfa 120: “(İnsan genomunun projesinin hedefi olarak) İnsan genomunu oluşturan üç milyar harflik bilginin kilidini açmak…”
Yazar, insan genomunu oluşturan üç milyar harflik genetik bilginin varlığını bize aktarıyor. Genetik bilginin böylesine muazzamlığını ve karmaşıklığını anlatan yazar, sayfa 117 de bahsettiği “yaşamın kendi kendini yöneten rehbersiz süreç” ifadesi ile çelişiyor. Kendi kendini yöneten bir şeyde üç milyar harflik, hiç aksamayan ve hiç değişmeyen bir sistem nasıl oluşur ve kendi kendini nasıl yönetir? Yazar, rehbersiz bir süreç sonucu bütün bunların oluştuğunu söylemek yerine “kâinatta serbest olarak dolaşan septilyonlarca (katrilyonun milyar katı) parçacığın, milyarlarca yıl boyunca birbirleriyle kentrilyonlarca (katrilyonun bin katı) defa çarpışmalarının birinde, üç milyar harflik insan genomu oluştu” diyerek saçmalasaydı, belki daha bilimsel görünümlü bir savunma yapmış olurdu.
Diğer yandan, yazarın övündüğü, “insan genomunun tamamının dizilenmesi ve yaşamın şifresinin öğrenilmesi” sadece şifre kırmak anlamını taşır. Dolayısıyla bu ifadelerden, bizim kendi dizilimlerimizi yapabileceğimiz ve farklı yeni bir yaşam oluşturacağımız anlamı çıkmaz. Cansızdan canlı bir yaşam yaratabileceğimiz anlamı hiç çıkmaz. Sadece, yaşamımız sırasında karşılaştığımız bazı hastalıkların kötü etkilerini azaltabileceğimiz anlamı taşır. Ama ölümsüzlüğü sağlayacağımız anlamı hiç taşımaz.
DNA görüntüsünü çıkartmamız, kanımızla ilgili verilere ulaşmamız anlamındadır. Aynı zamanda da, kanımız ve DNA’nın muazzam bir sisteme sahip olduğunu öğrenmemiz anlamını taşır. Fakat bu sistemin kendiliğinden nasıl oluşmuş ve nasıl rehbersiz bir şekilde binlerce nesildir aynen devam ettiği sorusunun cevabı değildir. Diğer taraftan, DNA sentezleyicisinin çoğalarak ucuzlaması ve neredeyse halkın bile kullanabilmesi de, bu DNA sisteminin kendiliğinden nasıl oluştuğu, nasıl bu kadar mükemmel işlediği ve nasıl sabit bir sistem olarak kaldığı sorularının cevabını vermez.
Sayfa 121: “Genoma yapılacak ciddi müdahalelerin etkileri çok büyük olabilir: Örneğin, yumurta ve spermi oluşturan germ hattı hücrelerinin düzenlenmesi, değişikliklerin nesiller boyunca yankılanarak süreceği anlamına gelir.”
Bu ifadelerden de anlaşılan o ki, yapabileceklerimiz, hücrelerin düzenlenmesi ile sınırlıdır. Ama bu gelişmeler bize, sıfırdan sperm oluşturma imkânını vermez. Yumurtada oluşan canlının erkek veya dişi olmasını ayarlayabileceğimiz anlamına da gelmez. Ancak, spermdeki hücreleri düzenleyerek, ana rahminde mevcut olan bebeklerin hastalık veya başka durumlarına müdahale edilebilmesini oluşturabiliriz. Fakat hücrelerin düzenlenmesi ve kopyalanması başka, sıfırdan ve cansızdan canlı bir hücre oluşturulması bambaşkadır.
Sayfa 122: “…gibi hastalıkların tedavilerine kadar CRISPR (Kümelenmiş Düzenli Aralıklı Kısa Palindromik Tekrarlar) kullanım senaryoları çoğalmakta.”
Yazarın bu beklentilerine biz de katılıyoruz. Yeni teknolojilerin, birçok hastalıkların tedavisinde kullanılması ve işe yaraması beklenen bir gelişmedir.
Sayfa 123: “Gen sentezleme DNA ipliklerini bastırmak suretiyle genetik dizilerin üretilmesidir. Dizilemek okumaksa, sentezlemek yazmaktır. Ve yazmak sadece DNA ipliklerinin yeniden üretilmesini içermiyor, aynı zamanda bilim insanlarınca yeni iplikler yazılmasına, yaşamın kendisinin insan eliyle üretilmesine de olanak tanıyor.”
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, yazar bu sözleriyle, yaşamın nasıl şekillendirildiğini anlayabileceğimizi vurguluyor. Fakat bu ifadeler, yaşamı sıfırdan oluşturacağımız anlamına gelmez. Tıpkı, yer çekimini veya ışık hızını anladığımız ve ölçebildiğimiz halde, bunları değiştiremeyeceğimiz veya iptal edemeyeceğimiz gibidir. Hattâ tıpkı, kendi ölümcül hastalığımızı bizim vücudumuzdan söküp alıp, başka bir insanın vücuduna nakledemeyeceğimiz gibidir. Yazarın yukarıda anlattıkları, yaşamı ıslah çalışmalarını yapay zekâ ile daha hızlı yapabileceğimiz anlamına gelir. Yeni bir yaşam oluşturmayı veya yaşamı ölümsüzleştirmeyi yapabileceğimiz anlamında değildir.
Sayfa 123: “DNA Script gibi şirketler, sıfırdan yepyeni moleküller oluşturmak için enzimleri eğiten ve uyarlayan DNA yazıcılarını ticarileştiriyorlar.”
Yukarıdaki cümlede belirtilen “sıfırdan” sözü, mevcut enzimleri eğiterek ve uyarlayarak yepyeni bir molekül oluşturmayı ifade ediyor. Diğer bir deyişle, mevcutları kopyalama, ıslah veya başka bir canlıya aktarma anlamındadır. Dolayısıyla, cansızdan canlı oluşturacak şekilde sıfırdan yeni bir molekül yaratma anlamında değildir.
YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 2
Mustafa Süleyman’ın kitabıyla ilgili irdelemelerimize devam edelim.
Sayfa 29: “Bu kitabı yaklaşan dalgayı dizginlemenin mümkün olup olmadığını araştırmak için kaleme aldım.”
Yazar, hem buradaki anlatımlarında, hem daha ileri sayfalardaki yazdıklarında, bu dizginlemenin mümkün olmadığını anlatıyor. Ve şöyle diyor: “Burada yazdıklarım hakkında yanılıyor olmaktan, dizginlemenin kolayca mümkün olmasından daha çok istediğim bir şey yok.” Dizginlemenin zorluğuyla ilgili olarak, sayfa 50’de şöyle diyor: “Medeniyetin kullanışlı ve daha ucuz teknolojilere duyduğu iştahın sonu yoktur.”
Yazarın dizginlemeyle ilgili diğer anlatımlarından benim anladığım, dizginlemekten maksadının biri, teknolojinin kötüye kullanımı korkusudur. Yazarın dizginlemeyle ilgili bir başka korkusu da, bizim oluşturduğumuz teknolojinin, bizim neslimizi sona erdireceğidir. Yazarın, neslimizin, kendi tekonolojimizle sona erdirilmesi hususundaki fikrimizi, yazılarımızın beşinci serisinde ve yazarın ilgili ifadelerini aktardıktan sonra, konuyu irdelerken vereceğiz. Teknolojinin kötü amaçla kullanılabileceği fikrine, yani, yeni teknolojik gelişmeleri insanların kötüye kullanmasını dizginlemenin zor olduğuna biz de katılıyoruz. Çünkü yeni teknolojiler, biz ona ne yüklersek onu yapacaklardır. Kimin ne yüklediğini denetlemek de, zordur.
Diğer yandan, hem yeryüzünün imkânları sınırlıdır, hem de teknolojinin uygulanması doygunluğa ulaşmaya başlayacaktır. Bu sebeple, teknoloji dalgasının günümüzdeki gelişme ve yayılma hızının yavaşlayacağını düşünüyorum.
Bu düşüncemizi daha anlaşılır hale getirebilmek için, bir örnek verelim. İlk otomobillerden günümüze kadar araba teknolojisindeki gelişmeler; konfor, elektronik özellikler ve hız konusunda olmuştur. Arabalar yine dört tekerlek üzerindedir. Tekerlekler lastiktendir. Yakıtlar fosil yakıttır. Elektrikli araç aküleri bile doğadaki fosil madenlerden elde edilmektedir. Motor gücünün tekerleklere aktarımı yine benzer yöntemledir. Son yıllarda binek araçlarında, konfor, hız ve elektronik konusunda doygunluğa ulaşıldığından, araçlarla alâkalı teknolojik gelişmeler yavaşlamıştır.
Ayrıca, otomobillerin gidecekleri yolların kalitesini artıracak teknolojiler de doygunluğa ulaşmıştır. Yol yapımında kullanılacak ucuz malzeme sınırına ulaşılmıştır. Bu nedenle araçların hız kapasiteleri artarken, yollarda izin verilen hız sınırları artmamış ve standart hale gelmiştir. Yük taşıyan araçların da, taşıma kapasiteleri artmasına rağmen, yolların dayanım kapasitelerinden dolayı, yüklerine taşıyabileceklerinden daha düşük sınırlar getirilmiştir.
Şoförsüz araçların üretiminin gerçekleşeceğine inanıyoruz. Ancak, insanlardaki “kumandanın kendisinde olması” anlayışından ve diğer bazı etkenlerden dolayı, yaygınlaşmayacağını düşünüyoruz.
Araçlarla ilgili olarak bundan sonrası için beklenen, havada giden otomobillerdir. Ancak, bunların yakıtları ve yapım için gerekli malzemeleri de, yeryüzündeki mevcut varlıkların değerlendirilmesiyle elde edilecektir. Havada giden ilk otomobil yapıldıktan sonraki gelişmeler, yine sadece; konfor, havadaki rota ayarlamaları ve hız konusunda olacaktır. Bir süre sonra, onlarda da doygunluğa ulaşılacaktır ve araç teknolojisi çalışmaları yavaşlayacaktır. Diğer yakın gezegenlere gidebilmek için uzay aracı çalışmalarına dönülecektir.
Benzer ortamlar, hastalıkların tedavilerinde de olacaktır. Doygunluğa ulaşılan konularda teknolojik gelişmelerden beklenilen, yapılan yeniliklerin ucuzlatılması ve yaygınlaşması hususu olacaktır. Ayrıca, bütün bu gelişmelerin, yeryüzünün imkânlarıyla sınırlı kalacağı açıktır.
İnsanlık olarak, teknoloji dalgasının kötüye kullanımını önlemeyi başarabilmek için, teknoloji alanındaki çalışmaları, hukuki ve ahlâki bir zemine oturtmaya çalışabiliriz. Ama bunun önündeki engeller, yazarın şu ifadesinde gizli gibi: “Teknoloji veya siyaset çevrelerinde biraz zaman geçirince, hemen fark edersiniz ki, standart ideoloji, başı kuma gömmektir.”
Yukarıdaki cümleden anladığımız kadarıyla, yeni teknolojileri hukuki ve ahlâki bir zemine oturtabilmemiz için, sadece teknoloji çalışmalarını değil, siyaset kurumunu ve siyasetçileri de hukuki ve ahlâki zemine oturtmalıyız. Çünkü siyaset kurumu, neredeyse gezegenimizin her yerinde rayından çıktı. Siyasetçiler, diğer etkin güçler olan bürokratları, iş insanlarını, yazılı ve görsel basını denetimleri altında tutmaya çalışıyorlar ve birlikte hareket ediyorlar. Bu dörtlünün birliktelikleri, insanlığın güzel geleceğini engellemeye başladı. Arada, kendini ve bu durumu toparlamak isteyen siyasetçiler oluyor. Fakat onlar da, siyaset kurumunun çığırından çıkması sebebiyle, istedikleri faydayı sağlayamıyorlar veya siyaset dışına itiliyorlar.
Sayfa 61: “Yeni ve farklı olan her şeye korku ve şüpheyle yaklaşmak insana mahsustur.”
Sayfa 72: “…Teknoloji ile ilgili bugünkü zorluk, teknolojinin salıverilmiş gücünü dizginlemek, bize ve gezegenimize hizmet etmeye devam etmesini sağlamak.”
Yazarın yukarıdaki fikirlerine biz de katılıyoruz. Teknolojik gelişmelerden hepimizin beklentisi, yazarın da ifade ettiği gibi, bize ve gezegenimize hizmet etmesidir. Bizim bu makaleyi yazmaktaki amacımız, bilimi ve teknolojiyi, Tanrı yerine koymaya kalkışan anlayışın yanlışlığını ortaya koymaktır.
Sayfa 81: “İcat sürecinin yapıtaşları olarak atomların yerini bitler, sonra da giderek artan oranda genler aldı.”
Teknolojik gelişmeleri yakından takip eden yazarın bu görüşü, mevcut bir gerçeği yansıtıyor. Teknoloji çalışmaları ilerledikçe, belki başka yeni icatlar da olacaktır. Ama icatların hepsinin, gezegenimizde ve evrende mevcut olan varlıkların ve evrendeki düzenliliğin değerlendirilmesiyle oluşacağı kesindir.
Sayfa 100: “Karmaşık duygusal ve sosyal varlıklar olduğumuz bir gerçek. Ancak insanların verilen görevleri tamamlama kabiliyeti –insan zekâsının kendisi yani- ne kadar büyük ve çok yönlü olursa olsun, sabit bir hedeftir. Elimizin altındaki hesaplama büyüklüğünün aksine, beyinlerimiz yıldan yıla radikal bir şekilde değişmiyor. Zamanla bu fark kapanacaktır.”
Yazarın kapanacağını söylediği bu fark, görev tanımlama kabiliyeti (yani zekâmız) ve bizim oluşturduğumuz yapay zekâ arasındaki farktır. Yoksa karmaşık duygusal ve sosyal varlıklar olan biz insanlarla yapay zekâ karşılaştırılmıyor. Muhtemelen yapay zekâların, bizdeki bu karmaşık özelliklere sahip olabileceğine, yazar da inanmıyor. Yoksa ileriye dönük hayalleri kapsamında bahsederdi ve sadece görev tanımlama kabiliyeti karşılaştırmasını yapmazdı. Ayrıca, anlaşılmasının mümkün olmadığına inanılan beynimizin kabiliyeti ile yapay zekâ da karşılaştırılmıyor. Karşılaştırma, sadece verilen görevleri tamamlama kabiliyeti, yani zekâmız açısından yapılıyor.
Sayfa 114: “…Yetenekli Yapay Zekâ (YYZ), bir işletmeye veya kuruma dâhil olduğunda, bir şirketin yapabileceği her şeyi (araştırma ve planlama olarak) yapabilir ve bunun için yanında yalnızca onu denetleyen, kararlarını gözden geçiren ve uygulamaya sokan ve onunla beraber eş CEO’luk yapan birkaç yapay zekâ yöneticisinden oluşan küçük bir insan ekibi olsa yeter.”
Yazar, yapay zekâdan daha yetenekli olan YYZ’nın bile, kapasiteli insan CEO’lar olmadan, kendi başlarına bir işi başaramayacaklarına inanıyor. Hâlbuki yazarın, yapay zekâların yapacağını söylediği işler, sadece araştırma ve planlamadır. Bunları bile, insanların denetimi olmadan kendi başına başaramayan YYZ’ların, şirketin diğer duygusal nitelikte ve maddi temele dayanmayan işleyişinde, ortaklar veya personel arasındaki duygusal çatışmalarda ve çalışmalarında başarılı olmaları düşünülebilir mi?
Sayfa 117: “Evrimin en kadim teknolojisi olan yaşam en az 3,7 milyar yaşındadır. Bu çok uzun zaman boyunca, yaşam, kendi kendini yöneten, rehbersiz bir süreç içerisinde, çok yavaş bir hızda evrildi. Sonra, sadece şu son birkaç on yılda, yaşamın ürünlerinden biri olan insanlar her şeyi değiştirdiler.”
Tanrı’yı insanların yarattığını iddia edenlerin dayanaklarından birisi, muhtemelen yazarın bu ifadeleri olabilir. Yukarıda söylenildiği gibi eğer yaşam, rehbersiz bir süreç içinde ilerledi ve evrildiyse, bu kadar düzenli bir zekâ, rehbersiz ve düzensiz bir süreçte nasıl oluştu. Ayrıca, zekâ dediğimiz şey niye sadece insanda oluştu?
Neden başka canlılarla (örneğin, maymunlar) insanların aralarındaki zekâ farkı azalmadı?
Yazarın ifade ettiği gibi, yaşam çok yavaş evrildi ve insanlar şu son birkaç on yılda her şeyi değiştirebilecek şekilde geliştiyse, bu ortamı gerçekleştirenin, biz insanların zekâları olduğu açıktır.
Peki, neden, sadece son birkaç on yılda birdenbire zekâlarımızda çok hızlı artış oldu?
Diğer yandan, son birkaç on yılda zekâlarımızın hızla geliştiği fikri, yazarın sayfa 100’deki “Elimizin altındaki hesaplama büyüklüğünün aksine, beyinlerimiz yıldan yıla radikal bir şekilde değişmiyor. Zamanla bu fark kapanacaktır.” şeklindeki kendi ifadesiyle çelişmektedir.
Yazarın ifadesiyle her şeyi değiştiren insanlar, acaba Apple’ın CEO’su Steven Paul Jobs’ın isteğini başarabilecekler mi? Bilindiği gibi ölümünden önce Steven mealen şöyle demişti; “İnsanlara, eşyalarınızı, arabanızı, makinelerinizi para vererek taşıtıyor ve kullandırıyorsunuz. Ama hastalığınızı onlara vererek taşıtamıyorsunuz.”
Mustafa Süleyman’ın sayfa 117’deki bir başka ifadesi de şöyle, “Bir zamanlar körlemesine ve jeolojik zamanlamayla ortaya çıkan değişiklikler, artık üstel bir hızla ilerliyor.”
Yazarın yanlış anlamaya vesile olabilecek bir ifadesi de, yukarıdaki sözüdür. Bize göre yazar bu cümlesinde, sadece değişiklikten bahsediyor. Yoksa gezegenimizde mevcut olmayan yeni bir element yaratıldığını söylemiyor. Yukarıdaki ifadeden, oluşması milyonlarca yıl süren fosil yakıtları, madenleri, insanlar laboratuvarda geliştirecekleri jeolojik olaylarla bol miktarda oluşturarak yapacaklar anlamı da çıkmaz. Yazarın sadece, gezegenimizdeki mevcut maden varlıklarını, bazı yeni yöntemlerle, daha hızlı işleyip değişikliğe uğratarak, yeni teknolojik ürünler elde edeceğimizi anlattığı kanaatindeyim.
YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 1
Yaklaşan Dalga kitabının yazarı, Mustafa Süleyman’dır. DeepMind’ın kurucularından ve Microsoft AI’nın CEO’su olan Süleyman, yeni gelişen teknolojilerle ilgili bilgi verdiği eserinde, bu hızlı gelişmelerin 21. yüzyılın en büyük ikilemi olduğunu vurgulamış. Yazar, çok yönlü değerlendirmeler yaparak ve bilgi ağırlıklı bir eser meydana getirerek insanları, insanlığın geleceği hakkında düşünmeye sevk etmek istemiş.
Ancak, bir kısım insanlar, kitaptaki bazı ifadeleri, belki de yazarın düşünmediği şekilde, kendi fikirlerine mesnet yapmaya çalışıyorlar. Kitaptaki bazı ifadeleri ve hızla gelişen yapay zekâ ile biyoteknoloji alanındaki çalışmaları örnek göstererek, Mustafa Süleyman’ın eserini kendi düşünceleri yönünde kullananlar var. Bunlar, ateist fikre sahip olanlar. Evrenin kendiliğinden oluştuğu, gerçek bir yaratıcı Tanrı olmadığı, insanların kendi kafalarında Tanrı fikri oluşturduğu şeklindeki düşüncelerine, kitabı alet ediyorlar.
Bizim yeni teknolojilerin çalışma sistemleri ve işleyişleriyle ilgili teknik bilgimiz, yazarınkinin yanında çok yetersizdir. Ancak, kitaptan böyle bir ateist algının çıkıp çıkmayacağı hakkında fikir yürütecek karşılaştırmalar yapabilmek için, yazarın kendi ifadelerinin iç mantığını değerlendirmenin yeterli olacağını düşünüyorum. Ayrıca okuyucularımız, bu sitede yayınladığımız yazılarımızı ve konuları irdelerken fotoğrafın bütününü dikkate alan yaklaşımımızı bilirler. Bu sebeple, yeni teknolojilerin ileride nerelere kadar gidebileceği hususunda, yazarın ifadelerinden hareket ederek, fikrimi ifade etmemin temelsiz olmayacağına inanıyorum.
İrdelemelerimi kitabın Türkçe baskısı üzerinden yaptım. Yazarın İngilizce olarak yazdığı kitabındaki “design, produce” gibi kavramların Türkçe tercümesinde, çoğu yerde “yaratmak” şeklinde bahsedilmiş olması gibi hatalar da, eserin farklı algılanmasına sebep olmuş olabilir.
Ayrıca, kitabı ateist düşüncelerine örnek göstermek isteyenler, yapay zekâ ve biyoteknolojideki gelişmelerin dizginlenmesini mümkün görmeyen yazarın, yeni teknolojilerin, ahlâki ve hukuki bir zemine oturtulması için, kendi çapında üstün bir gayret göstermesini dikkate almamış olabilirler.
Makalemizin kaleme alınış sebebini açıklayan bu kısa girişten sonra, şimdi kitaptaki ifadeleri irdelemeye başlayabiliriz. Okuyucuların daha kolay takip edebilmeleri için, irdelememizi, kitaptaki anlatım sırasına göre yapacağız.
Kitabın, yapay zekâ tarafından yazıldığı söylenen önsöz kısmındaki bazı ifadeler şöyle: “Yapay zekâ sayesinde evrenin sırlarını çözebiliriz, bizi bugüne kadar çaresiz bırakan hastalıkları tedavi edebilir, hayal gücünün sınırlarını zorlayan yeni sanat ve kültür biçimleri yaratabiliriz. Biyoteknoloji ile yaşamın kendisine şekil vererek hastalıklara çözümler geliştirebilir ve tarımı (ziraati) dönüştürebilir, daha sağlam ve sürdürülebilir bir dünya yaratabiliriz.”
Yapay zekâ tarafından yazılan önsözde, fazla iddialı sözler olmasına rağmen, söylenenler yaratıcı Tanrı fikrine ters değil. Bahsedilenler, Tanrı’nın yarattığı evrenin sırları diye nitelenen sistemin nasıl işlediğinin daha hızlı anlaşılmaya başlanacağı ve yaşadığımız sorunların bir kısmına daha kolay çözüm üretilebileceğidir.
Yukarıda Tanrı’nın yarattığı evren şeklinde bir ifade kullanmamızın nedeni, yapay zekânın, evrenin sırlarını çözebileceğinin söylenmesidir. Bir şeyin sırlarının çözülebilmesi için orada bir düzen olması gerekir. Düzensiz bir şeyin sırrı çözülemez.
Bu konuya bazı konuşma dillerini örnek vererek, biraz daha açalım. Bilindiği gibi Almancada, varlıklar erkek, dişi ve yansız olarak ayrıma tabi tutulurlar ve ona uygun ön edat eki alırlar. Ama duvarın neden dişi, masanın neden erkek, pencerenin neden yansız varlık olduğunun mantığı olmadığından ezberlemekten başka çare yoktur. Dolayısıyla, Almancanın ön edatları yüklenmemiş yapay zekâ için, yeni bir varlığı hangi edatla niteleyeceğini kavraması mümkün değildir. Diğer taraftan, İngilizcede “foot” kelimesinin çoğulu “feet”dir. Ama “boot” kelimesinin çoğulu “boots”dur. Bu durumu ezberlemekten başka bir çare yoktur. Gitmek fiili “go”nun geçmiş hali, “went”dir. Yapmak fiili “do”nun geçmiş hali “did”dir. Bu gibi kuralsızlıklar nedeniyle, İngilizcenin sırlarını yapay zekânın çözmesi mümkün değildir. Çünkü sırrın çözülebilmesi için, düzenin ve kuralların hâkim olması gerekir.
Kitabın önsözünde, “yaşamın kendisine şekil vererek hastalıklara çözüm geliştirebilir” denilmektedir. Bu ifadede, yapay zekânın kendisinin yeni bir yaşam yaratacağı anlatılmıyor. Zaten, hastalıklara çözüm geliştirebilmek için, hangi tahlil sonuçlarının hangi hastalıklara neden olduğunun, yani bir düzenin olması ve bu kuralların bilinmesi gerektiği açıktır. Dolayısıyla yukarıdaki ifade ile anlatılan, yapay zekânın, mevcut olan yaşama, bazı dokunuşlarda bulunacağıdır. Takdir edileceği gibi, yaşama dokunuşlar, hem sahip olduğumuz akıl, hem de evrendeki olayların bizim anlayabileceğimiz nitelikte oluşturulmuş olması sayesinde mümkündür. Bu nedenle, yapay zekâ ve onun desteğinde hızlanan biyoteknolojinin, sadece evrendeki olayları kavrama hızımızı artırması beklenir.
Einstein’ın söylediği “Evrendeki en anlaşılmaz şey, anlaşılabilir olmasıdır” sözü yukarıda bahsettiğimiz fikrimizi desteklemektedir. Bu söz, evrenin bir yaratıcı tarafından bizim anlayabileceğimiz şekilde yaratıldığını anlatır. Bizim, evreni anlayabilmemiz de sahip olduğumuz akıl sayesindedir. Sahip olduğumuz aklı bize verenin de, evreni bu şekilde kurallı ve düzenli yaratan Tanrı’dan başkası olması düşünülemez. Dolayısıyla da, hem evreni, hem bizleri, hem de bizim aklımızı yaratan Tanrı’dır. Einstein’ın bu sözü, evrendeki olayları kavrayabileceğimiz gerçeğini ifade etmektedir. Biz insanların yaptığı ve matematik kabiliyeti bizden çok hızlı olan Yapay zekânın, evrenle ilgili bu kavramayı hızlandıracağı açıktır.
Dolayısıyla önsözden, yapay zekânın veya insanın, Tanrı’nın yerini alacağı fikri çıkarılamaz. Belki yazıdaki “yaratmak” sözcüğü yerine “oluşturmak” kelimesi kullanılsaydı, bu yönde bir anlam çıkarmayabilirlerdi.
Sayfa 19: “Modern çağdan önce, belli bazı taş ve mineralleri saymazsak, insan yapımı çoğu eşya, vaktiyle canlı olan şeylerdi. O zamanlardan bu yana dünyaya dâhil olan şeylerin, neredeyse hepsi bizim aracılığımızla dâhil olmuştur.
İnsan dünyasının tamamının, ya canlı sistemlere ya da bizim zekâmıza bağlı olduğunu söylemek abartı olmaz.”
Yazarın yukarıdaki fikirlerinden de anlaşılan o ki; mineralleri, madenleri, kömürleri, petrolü ve mevcut bütün canlıları yaratan, biz değiliz. Yazıda, bizim, mevcut canlılardan fosil yakıtlar oluşturacağımız, sıradan taşlardan değerli madenler elde edeceğimiz gibi iddialar yapılmıyor. Biz insanların, yeryüzünde mevcut olan bu yapıdan daha çok istifade edebilmemiz için, zekâmızı kullandığımız anlatılıyor.
Diğer yandan, sahip olduğumuz ve yapay zekâ yapacak kabiliyetteki zekâmızın nasıl oluştuğu da anlatılmıyor. Zekâmız dışındaki diğer vasıflarımızı nasıl elde ettiğimiz de açıklanmıyor. Dolayısıyla, insanların sahip oldukları özellikleri bize verenin, bizleri yaratan ve yeryüzündeki vekil yöneticisi olmamızı isteyen tek olan Tanrı’mız olduğunun hilâfında bir ifade yok. Bize göre Yüce Yaradan, bize verdiği vekil yöneticilik görevlerini yerine getirebilmemiz için bizi, “Kendi zatının sıfatlarının suretinde hayat sahibi, çekip çeviren, işiten, gören, bilen, güç sahibi, konuşan ve iradesi olan bir varlık olarak yaratmıştır.” Biz de, bu vasıflarımızı kullandığımız oranda yeryüzünden faydalanıyoruz.
Sayfa 21: “Biz insanları bu kadar üretken becerikli yapan şeyin (zekâmızın) özünü damıtıp bir yazılıma veya bir algoritmaya aktarabilseydik ne olurdu? Bu sorunun cevabını bulduğumuzda, en çözümsüz sorunlarımızla başa çıkmak için hayal bile edemeyeceğimiz güçte araçlara kavuşabiliriz. Önümüzdeki on yılların büyük zorluklarıyla, örneğin iklim değişimi, nüfus ve sürdürülebilir gıda gibi problemlerle başa çıkmamıza yardımcı olabilecek o imkânsız ama olağanüstü araç da burada bulunabilir.”
Bu cümleleri tekrar dikkatlice okuyalım ve irdeleyelim. Yazarın hayal ettiği şey olan, “zekâmızın özünü damıtıp bir yazılıma veya bir algoritmaya aktarabilmemizin” gerçekleştiğini düşünelim. Böyle bir ortamda bile, yapabileceklerimizin bizim zekâmız ile sınırlı olacağı açıktır. Çünkü damıtılan bizim zekâmızdır. Algoritmaya aktarmamız durumunda bile, sadece matematik işlemler ve karşılaştırmalar açısından kazancımız olacaktır. Diğer özellikleri, bizim zekâmızla sınırlı kalacaktır.
Zekâmızın özünü damıtarak bile ulaşabileceğimiz hedef olarak yazarın hayalinin, iklim değişiminin zararları, yaşlanan nüfus ve sürdürülebilir gıda gibi sınırlı sorunlarımızı çözmek olduğu anlaşılıyor. Yani yazarın da hayali, yeryüzünde ve evrende mevcut olan sistemlerden zekâmız sayesinde daha çok istifade edebilmek. Yoksa yeryüzünde ve evrende var olan sabiteleri (örneğin yer çekimi, ışık hızı ve araştırmalarımız sonucunda öğrendiğimiz diğer bilimsel sabitler gibi) ve yaşamın oluşumunu değiştirip kendimizin yeni sabiteler ve yepyeni yaşamlar oluşturmamız değil. Veya yeryüzünde mevcut olan bitki, hayvan ve insandan farklı yapıda yepyeni bir canlı oluşturmak hiç değil. Hattâ, yaşadığımız orman yangınları ve son Los Angeles yangını dikkate alındığında, yapay zekâ veya biyoteknolojinin, yangınları körükleyen rüzgârları önleyebileceğini düşünmemiz mümkün mü? Bu sebeple yazar da, Tanrı’nın bize verdiği imkânlardan daha çok faydalanabilmekten başka bir hayal peşine düşmemiş.
Sayfa 21: “DeepMind’da, önümüze çılgınca bir hedef koymuştuk; Türümüzü eşsiz kılan şeyin, yani zekâmızın bir kopyasını yaratmak.”
Önlerine koydukları ve çılgınca dedikleri, zekâmızın bir kopyasını oluşturmak hedefine ulaşılabilmesi için, önce beynimizin nasıl çalıştığını tam olarak anlamamız gerektiği açıktır. Çünkü beynimiz ile zekâmızın aynı şey olmadığı bilinmektedir. Beynimiz, bizim bilgimizin dışında ve zekâmızla bağlantısız olarak, iç organlarımızı idare etmektedir. Ayrıca, düşüncelerimizin beynimizin işleyişine nasıl tesir ettiğini henüz bilmiyoruz.
Beynimizin nasıl çalıştığının henüz anlaşılmadığı bu ortamda, beynimizin tam kapasitesine ulaşılabilir mi sorusuna, kendilerinin de olumlu cevap veremedikleri anlaşılıyor. Zaten DeepMind’da kendilerinin de önlerine koydukları çılgın hedefin, beynimizi değil, sadece, zekâmızla yapabileceğimiz bazı uygulamaları kopyalamak ve yapay zekâya aktarmak olması da bu fikrimizi destekliyor.
SEÇİMLERİMİZİN VE GENLERİMİZİN YAŞAMIMIZA ETKİLERİ ÜZERİNE
Ben dâhil hepimiz, yaşamımızdaki beğenmediğimiz olumsuz ortamların sebeplerini, başka şeylere yüklemeye yatkınızdır. Eğer Yüce Yaradan’a inanıyorsak, başımıza gelen olumsuzlukların sebepleri olarak, kaderimizi gösterme ihtimalimiz kuvvetlidir. Yani, alın yazımız olarak nitelediğimiz, ama tam olarak açıklayamadığımız kaderimizi suçlamaya çalışırız. Eğer tek olan Tanrı’ya inanmıyorsak, kabahati, egemen güçlerin üzerine atarak kendimizi temize çıkarmayı düşünürüz.
Bu sitede yayınladığımız “İnsanın Özgürlüğü Üzerine”, “İnsanların Yaşamları Ezelde mi Belirlenmiştir”, “Allah Dilemezse Biz Dileyemeyiz” ve “Kaza ve Kader Üzerine” başlıklı yazılarımızda, insanın kaderinin doğmadan önce belirlenmediği kanaatine varmıştık. Yüce Yaradan nezdinde her insanın aynı olduğunu, bizlerin davranışlarımıza bakarak fiillerini oluşturduğunu, Kur’an’dan örnekler vererek açıklamaya çalışmıştık. Bu yazımızda biraz farklı bir açıdan irdelemeye çalışacağız.
Halk arasında yaygın olan, kendini değil, başka şeyleri suçlama anlayışının geçerlilik derecesi üzerine fikir yürütmeye çalışalım.
Önce, bizim seçimimiz olmayan, ama yaşamımıza etkisi olan unsurlara bir bakalım. Acaba böyle bir durumda bile yapabileceklerimiz var mıdır, irdelemeye başlayalım.
İnsanın kaderinde doğuştan etkili olan en önemli unsurun, genlerimizden gelen özellikler olduğu açıktır. Ebeveynlerimizden bize geçen genler, sadece bazı kabiliyetlerimiz değildir. Hastalıkların da genlerle bize geçtiği bilinmektedir. Ancak, bilim insanlarının söylediklerine göre, ebeveynlerimizden bize geçen genlerimiz, en fazla %35 civarındadır. Dolayısıyla, her kardeşe aynı genler geçmemektedir. Bu sebeple, kardeşler birbirinden farklı yapıda olabilmektedir. Nitekim halk arasında söylenen “beşkardeşin, beşi birbirine benzemez” sözü de bu durumun göstergesi olarak düşünülebilir.
Kardeşlerin birbirlerine benzememelerinin, başka bazı sebepleri daha vardır. Bir nedeni, anne ve babanın, farklı özelliklerdeki genlere sahip olmalarıdır. Bilindiği gibi, bazı genlerin çocuklara aktarımında, kiminde annenin, kiminde ise babanın geni baskındır. Atalarımızdan aktarılan genlerin, bizim sahip olduklarımızın üçte birinden az olması ve anne ya da babadan etkilenmemizin aynı olmaması dolayısıyla, kardeşler arasında farklılıkların görülmesi normaldir.
Ayrıca, doğduktan sonraki çocukluk dönemimizde, sahip olduğumuz vasıfların ne şekilde yoğruldukları da önem arz etmektedir. Bir insanın çocukluğunda içinde yaşadığı ailesinin, aile içi uygulamalarında kardeşler arasında ayrım yaptıklarını düşünmesi, bizim özelliklerimizi etkiler. Benzer şekilde, akrabalarla ve arkadaşlarla ilişkilerimizin, bizim gelişmemizde tesirleri olduğu muhakkaktır. Her çocuğun akraba ve arkadaşlarıyla ilişkileri farklıdır. Kardeşler aynı çevrede yaşasalar bile, aralarındaki samimiyetler ve güvenler farklıdır. Bu fark, bazen yaşadığımız olayların farklı olmasından, bazen onların bize, diğer kardeşlerimizden farklı davranmasından, bazen de bizim seçimimizden kaynaklanır.
Diğer taraftan, isteklerimizin, kendi başımıza mücadele etmek zorunda kaldığımız konuların dozajının, zorluk derecelerinin ve sonuçlarının bizim hayata bakışımız ve karakterimiz üzerinde ciddi etkisinin olacağı aşikârdır. Aldığımız eğitim, öğretmenlerimiz, karşılaştığımız farklı insanlar ve olaylar gibi hususlar da, bizim şekillenmemizde etkilidirler.
Bütün bunlara ilaveten, bizim olaylar sırasındaki duygusal durumumuz, olaylar veya kişilere öfkeyle, kıskançlıkla veya sakin yaklaşmamıza neden olur. Bu farklı davranışımız sırasında, irade ile vicdanımızı hangi yönde kullandığımız da bizim şekillenmemize tesir eder. Bu şekillenmelere rağmen aynı insan, benzer olaylar karşısında duygusal haline bağlı olarak, bazen beklenmeyen bir şekilde farklı davranabilir.
Yaşamımızı etkileyen konulardan, bizim seçimimize bağlı olmayan en önemli etken, genlerle bize taşındığı söylenen hastalıklardır. Bazı önemli hastalıkların genlerle taşındığına kesin inanılmasının sebebi, bazı doktorların, şeker, tansiyon, kalp gibi hastalıklara yakalananlara ilk sordukları sorunun, aile büyüklerinde aynı hastalığı olan olup olmadığıdır. Aile derken, sadece anne ve baba kastedilmemektedir. Dedeler, nineler, büyük halalar, büyük teyzeler gibi geniş sülâlenin fertleri de araştırma kapsamına alınırlar. Vefat etmiş olanlar dâhil geniş sülâlemizi düşündüğümüzde, bu hastalıklara benim sülâlemde yakalanan hiç kimse yok diyebilecek bir sülâle mensubunun olduğunu zannetmiyorum. Yani bu ortam her sülâlede vardır.
Doktorlar böyle davranarak neyi çözmeyi amaçlarlar bilmiyorum. Ama çoğu vefat etmiş, bazıları yaşlanmış ve yaşadıkları hastalıklara neden yakalandıkları hakkında bilgileri olmayan insanları, hastanın gözünde suçlu hale düşürdüklerini fark etmezler. Hâlbuki bu suçlamalar hastanın durumunu da iyileştirmemektedir. Atilla Hanın söylediği gibi, “Geçmişi kötülemek, geçmişteki olayları değiştirmez, Hunların yararına da olmaz.”
Aslında taşıdığımız bu genler, bizim de mutlaka aynı hastalığa yakalanacağımız anlamına gelmemektedir. Yani sülâle büyüklerimizde ve hattâ ebeveynlerimizde şeker, tansiyon, böbrek yetmezliği gibi bir hastalık varsa, bu bizde de olacak diye kesin bir şey yok. Bu durum, genlerle taşındığını düşündüğümüz hastalığa yatkınlığımız olduğu anlamındadır.
Hastalarını ve hastalıklarını önemseyen tabiplerin bizlere aktardıkları bu bilgi, bizim için önemlidir. Atalarımızın durumlarını bilerek, tedbirli davranmamız gerektiğini bize öğütlemektedir. Yani ebeveynlerimizde şeker vb hastalık varsa, bizde de olabileceğini düşünerek gerekli diyetleri yaparak, hastalığa yakalanmaktan kurtulabiliriz. Atalarımızın da tedbirli olmaları gerektiği açıktır. Biz daha çocuk iken, ebeveynlerimiz kendi hastalıklarının farkına varmış iseler, çocuklarının aynı duruma düşmemeleri için, çocuklarının yaşamlarını olumlu yönde etkileyecek şekilde tedbirleri almakla sorumludurlar. Fakat gerek ebeveynlerimizin, gerek kendimizin aldığımız tedbirlere rağmen, aynı hastalığa bizlerin de yakalanma ihtimalimiz, genlerle taşınmış olsa veya taşınmamış olsa bile, her zaman vardır.
Kendi seçimimiz olmadan, genlerle taşınarak yakalandığımız bir hastalıktan çıkaracağımız başka dersler olduğu muhakkaktır. Alınabilecek bir ders, bizim yaşadığımız bu ortamı çocuklarımızın yaşamaması için, seçimlerimizde daha titiz olmamız gerektiğidir. Öncelikle evleneceğimiz eşimizi seçerken bu gibi hususları da araştırmamız gerektiğini bilmeliyiz. Titizlikle yaptığımız bu seçime rağmen, çocuklarımızı korumak için ne gibi tedbirler almamız gerektiğini araştırmalıyız. Doktorlardan tavsiyeler almalıyız. Sadece elimizden geleni değil, daha iyisini yapmamız gerektiğini unutmamalıyız.
Tedbirli davranışlarımıza rağmen, gerek kendimiz ve gerekse çocuklarımız genlerle taşıdığımız hastalığa yakalanabiliriz. Bu gibi durumlarda, başka insanların ve çocukların, genlerle taşımadıkları halde, aynı hastalığa yakalanabildikleri gerçeğini görmeliyiz. Dolayısıyla, yaşadıklarımıza ve genlerini aldıklarımıza kahretmemeli, hayata küserek başkalarını suçlamamalıyız. Çünkü genlerle taşımadıkları halde aynı hastalığa yakalananlar da, bizimle aynı sıkıntıları çekmektedirler. O insanlarda da, vücutlarının yapısından kaynaklanan veya kendi hatalarının sonucu benzer hastalıklar meydana gelmiş olabilir. Bazı insanların, genleriyle taşınmadığı halde yakalandıkları hastalıkların, bazen bizimkinden daha tehlikeli ve zorlu olduğunu çoğu zaman göremeyiz. Çünkü biz, sadece kendi derdimize odaklanmışızdır. Hâlbuki “beterin beteri var” anlayışıyla moralimizi biraz olsun düzeltirsek, yakalandığımız hastalıktan kurtulmamız veya zararlarını çok azaltmamız ihtimali artacaktır.
Bizim seçimimizin dışında, taşıdığımız genlerle yakalandığımız hastalıklarda bile, gerek bizim seçimlerimiz ve gerekse ruhi yapımız, hastalıklardan kurtulmamıza veya yaşamımızın kalitesinin düşmesine ya da yükselmesine etki etmektedir. Dolayısıyla, hastalandığımız zaman bile, diğer davranış, düşünce ve hareketlerimizdeki seçimlerimizin, yaşamımızdaki tesirlerinin daha önemli olacağı aşikârdır.
Takdir edileceği gibi, kaderimizi, daha başlangıçta Tanrı’nın yazdığını düşünmemiz, Tanrı’nın adaletine inanmadığımız anlamına gelecektir. Ayrıca, Tanrı’nın bize verdiği özgürlüğü, bizim hiçe saydığımız anlamı da çıkar. Bu durumda, kendi seçimlerimizi oluşturmayı düşünmeyeceğimiz için, kaderimize razı olarak, çözümsüzlüğe mahkûm olmamız ihtimali kuvvetlidir. Hâlbuki tek olan Tanrı, bu gibi durumlarda da çözüm üretebilmemiz için insanlara akıl vermiştir.
Eğer Tanrı’ya pek inanmıyor ve başımıza gelen sıkıntıları egemen güçlere bağlayan bir anlayışta isek, yaşamımız boyunca benzer sıkıntıları yaşamak zorunda kalabiliriz. Çünkü bizim, kendi güçsüzlüğümüzü kanıksamamız, bizi ezen egemenlerin, güçlü olarak kalmaları ihtimalini her zaman yükseltir. Eğer, biz durumumuz için ciddi bir çözüm üretemezsek, dirayetsiz davranışlarımız sonrasında, benzer olumsuz şartlara mahkûm olmamız ihtimali artacaktır.
Konuya bir de egemen dediğimiz güçler açısından bakalım. Yönetici konumda veya çok zengin olan egemenlerin, az bir kısmı hariç, Tanrı’ya gerçek anlamda inanıyor olmaları ihtimali düşüktür. Tanrı’ya inanan zenginler bile, kendi hatalarını kabul etmek yerine, suçu, yönettiği insanlara veya rakiplerine atmayı tercih edebilirler. Tanrı inancı güçlü olmayanlar veya hiç inanmayanlar da, kabahati, yönettiklerine ve maddi gücü zayıf olanlara atmaya meyillidirler. Her iki anlayıştaki egemenler; insanların (halkın) tembel olduğu, üretmeden tüketmeye çalıştıkları, zenginlere düşman oldukları, söğüt gölgesinde yatarken para kazanmak istedikleri gibi şeyleri düşünürler. Yani egemenlere göre de suçlu, kendileri dışındaki odaklardır. Onlar da böyle düşününce, üretebilecekleri ortak ve dengeli çözümler sınırlı kalmaktadır. Doğru dürüst çözüm üretemeyince yapabilecekleri şeyler; yalan söylemek, başkalarını küçük görmek, sadece kendi menfaatlerine odaklanmak, insanları (aslında kendilerini) kandırmak gibi hususlar olmaktadır. Dolayısıyla egemenler (zengin veya tepe yöneticisi), yönettikleri kişilerle konuşurken, onları insan olarak görmeyebilirler. İnsanlarla değil de, sanki onların taştan yapılmış büstleri ile konuşuyormuş gibi hissetmek şeklinde garip düşüncelere kapılabilirler.
Yukarıda çok kısa olarak aktardıklarımızdan anlaşılan o ki, başkalarını suçlamamız ve başkalarının seçimlerine bağlı yaşamamız bizi mutlu etmediği gibi, bir çözüme ulaşmamızı da engellemektedir. Yani işlediğimiz hatanın suçunu başka yerlerde arama seçimimiz, aslında kendimizi kandırmak olmaktadır. Sonuçta da, kendi yaşamımızı, yine kendimiz olumsuz yönde etkilemeye devam ettiğimiz anlamına gelmektedir.
Başına gelen sıkıntıların sebeplerini, dış güçlere, yani, Tanrı’nın yazdığını düşündüğü kaderine veya egemen güçlere yahut da yönetilenlerin tembelliği ile üretmeden tüketme isteklerine bağlayarak, hep kendimizden başka unsurları suçlamakla varabileceğimiz olumlu bir yer yoktur. Bu gerçeği ne kadar çabuk anlarsak, o kadar erken mutluluğa doğru yol almaya başlarız.
Dolayısıyla, yaptığımız seçimlerimizin, genlerimizle karşılaştırıldığında, yaşamımız üzerinde çok daha etkili olduğunu anlayabilmemiz için, saçlarımıza ak düşmesini beklememeliyiz. Fakat ak düştükten sonra bile hatamızı anlarsak, geç kaldık diye düşünmeyelim. Ne kadar olduğunu bilmediğimiz kalan ömrümüzün huzurlu geçmesi için, seçimlerimize dikkat edelim, genlerimizi veya başka şeyleri suçlamayalım. Hayatımızın huzurlu olup olmamasının, kendimize daha çok bağlı olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım.
Bazı insanlar hem maddeten hem ruhen güçsüz olabilirler. Gerek zalimlerle mücadele edecek güçleri gerekse maddi imkânları yetersizdir. Bu sebeple kendi gayretleriyle huzur bulamazlar. Bunları korumak ve onların huzur içerisinde yaşayacakları bir ortam oluşturmak, güçlülerin sorumluluğundadır.
Unutmamamız gereken bir başka husus da, bu dünyadaki yaşamımızın imtihan olduğudur. Yani her insan sıkıntı çeker. En çok sıkıntı çekenler de, Yüce Yaradan’ın peygamberleri olmuştur.
Dolayısıyla, sıkıntıya düşünce “niye ben” diye sormak yanlıştır. Zaten, güzel günlerinde “niye ben” diye sormayanın, sıkıntılı günlerde bu soruyu sorması anlamsızdır.
Anlamlı olan, seçimlerimizin genlerimizden daha etkili olduğunu görerek, “nasıl çözerim, nasıl atlatırım, nasıl sabrederim, insanlara nasıl faydalı olurum, nasıl mutlu olurum” şeklindeki sorularla huzur bulmaya gayret etmektir.
KADINLARIN ÇALIŞMALARININ GÖRÜNMEYEN YÖNLERİ ÜZERİNE
Bu makalemizde, iş hayatında çalışan kadınlarımızın durumunu irdelemeye çalışacağız. Ancak, yaşadığım çocukluk döneminde evde çalışan annelerimizin günlük hayatından bir kesit sunmak istiyorum. Ben kasabada doğdum. Ama köylerdeki yaşam da, kasabaya benzerdi ve daha zorlu idi. Günümüz dünyasında halen benim anlatacaklarıma benzer veya daha zor şartlarda yaşayan yüz milyonlarca insan var.
Evimizin bütün duvarları kerpiçtendi. Sadece oturduğumuz iki odanın penceresi vardı. Evin, oda dışındaki bölümleri, damdan ve sokaktan gelen toz içerisindeydi. Evde çeşme yoktu. Ama biz yine de şanslı idik. Çünkü evimizde kuyu suyunu çıkarmak için tulumba vardı.
Evde küçük çaplı bir ahır ve birkaç büyükbaş hayvan vardı. Birçok evde küçükbaş hayvan da vardı. Buzdolabı diye bir şey bilinmezdi. Sabun çok kıymetli idi ve el yıkamada kullanılırdı. Çamaşırlar kil ve kül ile yıkanırdı. Yemekler odun ateşiyle tandır şeklindeki ocaklarda pişerdi. Günümüzde iptidai olarak görülen gazocağı çıktığında hanımlar bayram etmişlerdi. Evlerde elektrik yoktu.
Yukarıda saydığımız ve saymadığımız diğer müşkül şartlarda annelerimizin günlük yaşamları kısaca şu minvalde idi. Bilhassa kışın sabah namazdan sonra yatılmazdı. Ahırdaki hayvanların, her mahallede belli bir yerde toplanan hayvanların arasına katılması için götürülmesi işini anneler yapardı. Çocuklar 10 yaşına geldiğinde görev çocuklara geçerdi. Sabah çorbasını anneler hazırlardı. Evlerde erkeğin anne babasıyla birlikte oturulurdu. Dolayısıyla onlar da kahvaltı ve yemek gibi hizmetleri evin gelininden beklerlerdi. Yemekler günlük yapılmalıydı. Çamaşırlar elde ve odun ateşinde ısıtılarak yapılmalıydı. Evin süpürülmesi, misafir gelecekse özenle temizlenmesi, misafir için hamur işi ikramlıklar yapılması, annelerin göreviydi. Suların kuyudan çekilmesi yukarı eve taşınması ve çocuklar 8-10 yaşına gelene kadar, banyo yaptırılması annelerdeydi. Büyükbaş hayvanların ahırının temizlenmesi, hayvanların sütlerinin sağılması, yemlerinin verilmesi annelerin işleri arasındaydı.
Ramazan aylarında sahura iki saat erken kalkıp, yemeklerin hazırlanması, annelerin baş görevlerindendi. Kışlık yiyeceklerin kurutulması, turşuların yapılması annelere emanet idi. Etlerin evdeki mekanik kıyma makinesi ile çekilip, etin kendi yağıyla kavrularak kışa hazır edilmesi, anneleri beklerdi. Tarla veya bahçe varsa, oralardaki işlere yardım etmek veya oralarda çalışanlara yemek hazırlamak annelerin göreviydi. Fırınlardan ekmek alınmaz, evlerde 4-5 kadın birleşerek kışlık yufkaları hazırlardı. Dolayısıyla bir kadın 5 evin yufka hazırlanmasına yardım için çalışmak durumundaydı. Annelerimizin bunca işleri arasında en az ilgilendikleri çocuklarıydı. 8-10 yaşına gelmiş çocuklar, ailenin hayatına ortak olmaya, yani sorumluluk yüklenmeye başlarlardı.
Yukarıda saydığımız ve sayamadığımız bütün bu zorlu işlerin hiçbirisi, ekonomi göstergelerinde bahsedilmezdi. GSYİH hesabına katılmazdı. Bütün bunları dışarıdan birisine para ödeyerek yaptırmaya çalışsak ne kadar ödememiz gerekirdi siz karar verin.
Günümüzde, kadınların bir bölümü, iş hayatında çalışmaya başladı. Eğer resmi olarak çalışıyorlar ve resmi kayıtlı bir maaş alıyorlarsa, bu maaşları sayesinde GSYİH hesabına girmeye başladılar. Ama hem işlerinde gayri resmi konumda çalıştırılanların (evlerde temizlik işlerinde, tarım işçisi olarak veya bir işte sigorta yapılmadan çalışanlar), hem de bir başka işte resmi çalışanlar da dâhil, bütün hanımların kendi evlerinde yaptığı çalışmalar, GSYİH hesabına girmemektedir.
Hâlbuki gündüz işte çalışan kadınlar, akşamları evlerinde de ev işlerinde çalışıyorlar. Elektrik, buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makinesi gibi kolaylıklar olsa da, bunları çalıştıranlar çoğunlukla bayanlarımız. Yemekleri yapanlar ise genelde bayanlarımız.
Çocuklarıyla ilgilenenler, yine kadınlar. Yapılan araştırmalara göre, günümüzde ABD, Avrupa, Türkiye gibi ülkelerde, çalışan anneler, çocuklarıyla, 1970’lerin ev kadını annelerinden daha çok vakit geçiriyorlar. Çocuklar, gündüz kreşte, okulda veya büyükannelerin yanlarında olduklarından, annelerini özlüyorlar. Dolayısıyla akşamları annelerini kendileriyle ilgilenmeye zorluyorlar. Kadınların, hem ücretli bir işte çalıştıklarını, hem de evde ücretsiz olarak çalıştıklarını hesaba katarsak, çalışan kadınların, erkeklerden biraz daha fazla çalıştıklarını söylemek yanlış olmaz. Bu gerçeği gören erkeklerin bir kısmı, ev işlerinde hanımlarına yardımcı olmaya çalışmaktadırlar.
Günümüzde ailelerin yapısı, “çocukşahi” olarak görülüyor. Dolayısıyla, anneler çocuklarıyla1970’lerden daha çok ilgileniyorlar. Günümüzdeki çalışan kadınlar, çocuklarının, eğitimleri dâhil, her şeyleri ile ilgilenmek istiyorlar. Çocukların maddi geleceklerini iyileştirebilmek için her fedakârlığı gösteriyorlar. Geçmiş yaşamları fakirlik içerisinde geçmiş ve halen yeterli kazançları olmayanlar bile, “ben çektim, çocuğum çekmesin” diye kendilerinden fedakârlık ediyorlar. Gerçekleştirmesi çok zor olan bu ortamı, çok sayıda çocuğa sağlayamayacaklarını, çok çocukla yeterince ilgilenemeyeceklerini düşündüklerinden, çocuk sayılarını az tut maya çalışıyorlar. İkiden fazla çocukla ilgilenmek, kadınlar için çok büyük bir olay oluyor.
Avrupa, Kuzey Amerika ve Uzakdoğu Asya’daki ülkelerde yapılan araştırmalara göre, müdür konumunda veya profesyonel olarak nitelenen işlerde çalışanların halleri çok daha zorludur. Bu pozisyondakilerin, çalışma saatleri esnektir. Bunlar, modern teknolojinin zorlamasıyla, haftada seksen ve hattâ doksan saat çalışıyor konuma düşüyorlar. Çünkü araştırmalar sonucunda, iletişim teknolojisi sayesinde işi gözetim atında tutup, kendilerini erişilebilir kalmak mecburiyetinde gördükleri anlaşılmıştır. Akıllı telefonlar bile, üst görevlerde çalışanların, evde iken dâhi çalışmalarına sebep olmaktadır.
Bundan bir asır önceki düşünürlerin birçoğu, sanayi teknolojisindeki gelişmelere bakarak, bizim yaşadığımız bugünlerde, insanların çalışma saatlerinin çok azalacağını söylemişlerdir. Hattâ insanların can sıkıntısından, ne yapacaklarını şaşıracaklarını savunmuşlar ve bu duruma düşeceklere, kendilerince bazı tavsiyelerde bulunmuşlardır.
Günümüzde ise psikologlar ve psikiyatristler, insanların can sıkıntılarını önlemek için çalışmıyorlar. Aksine, çok çalışmanın da tetiklediği, stres denilen salgını önlemek için fikir üretiyorlar. Stres denilen salgın, çalışan kadınları daha çok etkiliyor. Çünkü bunca çalışmaya rağmen, gelecek kaygısı ve belirsizlik, kadınlara daha çok tesir ediyor. Eşlerinin, ev işlerinde kendilerine yeterince yardımcı olmadığını düşünen kadınlar, boşanmaya daha çok meyilli oluyorlar. Eğer çocukları varsa, her boşanma ve sonrasında yapacakları yeni bir evlilik, kadınlardaki gerilimi daha çok artırıyor.
Günümüzde Yapay Zekâ ve Biyoteknoloji alanlarında çok hızlı ilerlemeler var. Ancak bu gelişmelerin, kadınların üzerindeki yükü şimdikinden daha çok alacaklarını söylemek için henüz erken.
Bilhassa aile bağlarının henüz tam kopmadığı ülkelerde kadınların hayatını zorlaştıran bir başka husus daha var. Kadınlar, eğer anne ve babaları hayatta ise, kendi küçük ailelerinin dışında, yaşlı ebeveynleri ile de ilgilenmek zorundalar. Bazen bu ilgilenme, bilhassa dışarı işinde çalışan kadınlar için, başlı başına ayrı bir zorluk oluşturmaktadır.
Bayanlarımızın hayatlarının daha huzurlu olmasını sağlamak için, konuya iki yönden yaklaşmakta fayda var.
Birincisi, eşlerin birbirlerine yardımcı olmaları hususudur. Kur’an’da Tevbe Suresi 9/71: “Erkek ve kadın bütün müminler, birbirlerinin dostları ve velileridirler…” Ayette, sadece evli çiftler değil, bütün erkek ve kadınlar kastediliyor. Ama evli çiftler bu hususta daha dikkatli olmadırlar. Evli çiftlerde, kadınların, eşlerine karşı yapacakları güzel davranışlar ve tatlı sözlerin, erkeklerin, hanımlarına gönülden yardımcı olmalarına vesile olacağı açıktır. Ayete göre, evli olmasalar bile, erkek ve kadın bütün müminler, birbirlerine yardımcı olmak, birbirlerinin zorluklarını ve mutluluklarını paylaşmakla yükümlüdürler. Ancak, Nisa Suresi 4/19uncu ayete göre, açık bir hayâsızlıkla karşılaşanlar için, birbirlerine karşı zorunlulukları yoktur.
İkincisi, toplumun en üst organizasyonu olan devletin bu konuya ciddiyetle eğilmesidir. Konu, psikologlar ve sosyologlar tarafından ayrıntılarıyla irdelenmelidir. Bilhassa dışarı işinde çalışan kadınların yıllık izinlerinin, çalışma saatlerinin farklı olması gibi hususlar dâhil, masaya yatırılmalıdır. Karar alınırken, hem işverenler hem de bayanlar tarafından yapılabilecek istismarları azaltacak şekilde yeni uygulamalara ihtiyaç olduğunu görmek gerekir.
Evde çalışan kadınlarımızın ihtiyacı olan danışmanlık kurumları hem belediyelerde hem de devlette oluşturulmalıdır. Böylece aile içi sorunların büyümeden çözülmesine çalışılmalıdır, Yaşlı ebeveynleri olan kadınlarına daha fazla maddi ve manevi haklar tanınmalıdır. Ayrıca yaşlı ebeveynlerin bakımlarının yapılmasında devlet ve belediyeler daha çok rol almalıdır.
Günümüzde ülkelerin çoğunda, çalışan kadınlarla ilgili en çok suçlama, zina konusunda yapılmaktadır. Kur’an, namuslu kadınlarını zina yapmakla suçlayarak kendini kurtarmak isteyen erkeklerin bu davranışlarını önlemeye çalışmıştır. Ayrıca, Kur’an’a göre, zina yapmak sadece kadın için değil, erkek için de suçtur. Bu konularla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız “Zinanın Zararları”, “Aile Birliğinin Düşük Maliyeti”, “Nisa Suresinin Başlangıç Ayetleri” gibi makalelerimizde ayrıca bilgi verildiğinden burada bahsetmedik.
Maalesef, Yüce Yaradan’a olan kalbi inanç zayıfladıkça, kanunların kadınları koruması yeterince sağlıklı işlememektedir. Kolluk kuvvetleri, çoğunlukla, olay olmadan müdahale edememektedir. Asıl olan kötü olayların sayılarını azaltabilmektir. Bunun için de olaydan önce çözüm üretilmesi gerekir. Yoksa genellikle çalışan kadınlar, bir taraftan yaşamlarını idame ettirme mücadelesi verirken, diğer yandan ölüm korkusuyla yaşamaktadırlar.
Unutmayalım ki, kadınları huzurlu ve mutlu olmayan ailelerin huzur bulmaları, çocuklarını güzel yetiştirmeleri çok zordur ve şansa bağlıdır. Aynı şekilde, kadınları mutsuz olan toplumların huzur bulmaları ihtimali de, çok zayıftır. Kadınları ailenin geçimine katkıda bulunmayan toplumlar da, maddeten zayıf kalmaya mahkûmdur.
2024’TEN DAHA AZ ÜZÜLECEĞİMİZ, DAHA ÇOK SEVİNECEĞİMİZ, DAHA AZ İNCİNECEĞİMİZ , DAHA AZ İNSANI KIRACAĞIMIZ, DAHA FAZLA İÇ HUZURUNU VE MUTLUĞUNU YAKALAYABİLECEĞİMİZ, ÖZELLİKLE DE MİLLETİMİZE VE İNSANLIĞA DAHA ÇOK FAYDAMIZIN OLMASI İÇİN GAYRET SARF EDECEĞİMİZ BİR YIL OLMASI DİLEĞİYLE YENİ YILINIZI KUTLARIM.
NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİNDEN ALINABİLECEK DERSLER 5
Nasreddin Hoca ile ilgili hikâyemize, Tatar Türkleri arasında anlatılan kısa bir hikâye ile devam edelim.
HİKÂYE: BEN DE ATLI OLURUM
Nasrettin Hoca sokakta giderken bir nal görmüş. Hemen eğilip nalı alırken sevinerek şöyle demiş:
— İşte bu iyi oldu, artık geriye üç nal ile bir at bulmak kaldı; ondan sonra ata binip giderim.
YORUM:
Hoca, çoğu zaman olduğu gibi, bu kısa fıkrasındaki sözleriyle insanlara birkaç açıdan öğüt vermeye çalışıyor.
Birinci olarak, bizlerden bulduğumuza sevinmemizi istiyor. Çoğu insanın ilgilenmeden veya görmeden gideceği basit bir metal parçasına dikkat ediyor. At sahibi insanların bile çoğunun eğilip almaya tenezzül etmeyeceği nalı, kendisinin bir atı bile olmadığı halde, hemen eğilip alıyor. Yani, “bir, sıfırdan iyidir” diyor.
İkinci olarak çıkarabileceğimiz bir dersin, elimizdekilerin değerini kavramaya çalışarak, mutlu olmasını bilmemizi istediği olduğu kanaatindeyim. İnsanların çoğunun mutsuz olmalarının temelinde, elindekileri, sahip olmadıklarından daha değersiz bulması yatmaktadır.
Üçüncü olarak çıkarabileceğimiz ders; daha güzele kavuşmak için umudunu hiçbir zaman kaybetmemektir. Yerde bulduğu bir nal, Hocanın mutlu olmasına yetiyor. Ama aynı zamanda, geleceğe yönelik olarak hayal kurarak mutluluğunun devam etmesini sağlıyor. Eğer Hoca böyle bir hayal kurmasaydı, bulduğu nal ile mutlu olmakla yetinecekti, fakat mutluluğunun etkisi pek olmayacaktı. Hoca, gelecekle ilgili olumlu hayal kurarak, yaşayacağı mutluluğunun daha uzun süreli olabilmesi için, ortam hazırlıyor.
Dördüncü olarak, Hocanın mutluluğunun süresini uzatacak bu ortamı, başkası değil, kendisi hazırlıyor olmasıyla, bize, mutluluğu başka yarda aramamamız gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Mutluluğu kendimizin oluşturacağımızı ve süresini de kendimizin ayarlayabileceğimizi vurguluyor.
Bu sitede yayınladığımız yazılarımızda, düşüncelerin ve hayallerin de bir nevi dua olduğunu aktarmıştık. Hoca, muhtemelen, kalpten gelen bir duyguyla güzel bir hayal kurarak, Yüce Yaradan’a, talebini ifade etmiş olmanın sevincini de yaşıyor
HİKÂYE: BU KEZ SÖZÜNÜ TUTMUŞ
Nasrettin Hoca çocukken, babası ona ne derse hep tersini yaparmış. Babası onun bu huyunu bildiğinden, ne yapmasını isterse, tersini söylermiş.
Bir gün, değirmenden eşeklere un yükleyip eve dönerlerken bir çaydan geçiyorlarmış. Babası bakmış, Hoca’nın önündeki eşeğin iki yanındaki çuvaldan sağ tarafındaki aşağıya doğru biraz kaymış. Düşmesin diye oğluna seslenirken yine tersini söylemiş.
_ Oğlum, sol taraftaki çuval biraz kaymış, sağ taraftakini çekiver de dengelensin, demiş.
Hoca aceleyle düşünmüş. Babamın dediğinin hep tersini yaptım. Ama şimdi kritik bir durum var. Şakanın yeri değil, demiş ve hızla babasının dediğini yapmış.
Unlar da suya dökülmüş.
YORUM:
Bu fıkrada verilen ilk mesaj, hayatın bir oyun olmadığını göstermektir. Hayatı bir oyun olarak görenlerin, bir gün, elindekileri kaybetme ihtimallerinin yüksek olduğunu hikâyenin sonundan anlıyoruz.
Verildiğini düşündüğüm bir başka mesajın, nesiller arasında bir iletişim sorunu olduğunu, nesillerin, birbirlerini anlamamakta diretildiğini gözler önüne sermek olduğu kanaatindeyim. İnsanlığın belgelendirilmiş tarihi boyunca, nesiller arasında iletişim aksaklığının olduğunu net bir şekilde görmekteyiz.
Hikâyede, Hocanın babasının çocuklarını eğitirken yaptığı yanlış ortaya konuluyor. Çocuklarla konuşurken, her zaman doğruları ve gerçekleri söylemek gerektiğinin önemini vurguluyor. Nitekim babası, çocuğuna doğruları söylemeyip, yapmasını istediği şeylerin tersini yapmasını söylemesinin sonucunun pahalıya malolması, babasının, çocuğunu yetiştirirken yaptığının yanlış olduğunu gösteriyor.
Aynı zamanda, çocuklara şaka yaparken çok dikkat edilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Ayrıca çocukların, bizim istediğimizin tersini yaptığında, “şaka yapmış” gibi bir tavır takınmaları halinde, bunun yanlışlığının anlatılmasının gerekliliğini açıklamaya çalışıyor.
Günümüzde, çocuk yetiştirirken aynen karşılaştığımız bu sorunlar, daha ciddi olarak ele alınmaktadır. Nasreddin Hoca’nın hem bu sorunları hem de nesiller arasındaki anlaşmazlıkları aktarış şekli, Hoca’nın fıkralarının günümüz ifadesiyle hem psikolog, hem de sosyolog gibi görev yaptığını gösteriyor.
HİKÂYE: EŞEK (AHMAK) BİLİR DE…
Çocukluğunda bir gün Hoca, sokakta oynarken bir altın bulmuş. Başlamış onunla oynamaya. Bunu gören yoldan geçen bir adam hemen Hoca’nın yanına gelmiş.
_ Gel oğul! Demiş. Ben sana bir akçe vereyim. Bu kızıl mangırı (parçayı) sen bana ver.
Küçük Hoca;
_ Ben akçe istemem, demiş. Ama bir eşek gibi anırırsan bu mangırı sana veririm…
Adam başlamış anırmaya. Kendisine altının verilmesini bekleyen adama dönen küçük Hoca;
_ Ya adam! Demiş. Senin gibi bir eşek (halk arasındaki anlayışa göre, ahmak) bile bunun altın olduğunu biliyor da ben onun altın olduğunu niye bilmeyeyim.
YORUM:
Bu fıkrada; kendilerini açıkgöz (akıllı), başkalarını enayi (akılsız) zannederek davrananlara güzel bir ders verilmek istenilmiş.
Kimseyi küçümsememek gerektiği anlatılmaya çalışılmış. Nitekim Allah, insanlara genel anlamda eşit davrandığını, her insanı bir özelliği açısından çevresindekilerden daha üstün kıldığını, bize kutsal kitaplarında aktarmış. Dolayısıyla, insanlara tepeden bakmamamız gerektiğini vurgulamış. Bu durumun geçerliliği, yani bir insanın görünüşüne ve fiziki sorunlarına bakarak karar vermenin yanlışlığı, John Stephen Hawkings, Franklin Rosewelt gibi tanınmış insanlar incelendiğinde net bir şekilde anlaşılır.
Ayrıca Hoca, kendilerini akıllı, başkalarını saf bir ahmak görenlerin, aslında kendilerinin nasıl zavallı duruma düşebileceklerini de göstermiş. Böylece, asıl enayilerin, kendilerini açıkgöz ve akıllı zannedenler olduğunu vurgulamış.
MİTOLOJİLERİN DÜŞÜNCELERE ETKİLERİ ÜZERİNE 2
Bu bölümde, Kızılderilileri irdelemeye çalışacağız. Aşağıda vereceğimiz Kızılderili Mitolojisini, Adam John’un “Kızılderililer Tarihi ve Felsefesi” adlı eserinden aldık. Önceki makalemizdeki Antik Helen ile ilgili bilgileri de tek kitaptan vermiştik. Aşağıdaki Kızılderililerle alâkalı bilgileri de, yine tek kitaptan verdik. Bunun nedeni, bu konularla ilgili olarak diğer okuduklarımızla genel olarak örtüşmesidir. Dolayısıyla gereğinden fazla bilgilerle makaleyi uzatıp kafaları boş yere yormak istemedik.
Kızılderililer, Yüce Ruh’un, Kendisini, tabiattaki eserleriyle insanlara tanıttığına inanırlar. Yüce Ruh ile ilgili olarak Cheyennelerden alınan bir hikâye şöyledir:
“Başlangıçta hiçbir şey yokmuş ve Büyük Ruh Maheo boşlukta yaşıyormuş. Hiçbir şeyliğin içinde yapayalnız, yalnızca bir Maheo varmış. Gücünün büyüklüğü sayesinde Maheo, yalnız değilmiş. Onun varlığı bir evrenmiş. Fakat hiçbir şeyliğin sonsuz zamanı boyunca hareket ederken, Maheo gücünü kullanması gerektiğini sezmiş. “Güç’ün ne yararı var?” diye sormuş Maheo kendi kendine, bir dünya ile içinde yaşayan canlıları yaratmak için kullanmayacak olduktan sonra?
Maheo, Güç’üyle göle benzeyen ama tuzlu olan büyük bir su yaratmış. Bugüne kadar süregelmiş bütün yaşamı, bu tuzlu sudan çıkarabileceğini Maheo biliyormuş.”
Kızılderili Mitolojisindeki yaratılış anlatımı biraz uzun olduğundan buraya almayacağız. Ama mitolojiye göre, sudan sonra suda yaşayan balıkları yaratmış. Sonra kuşları ve diğer canlıları yaratmış. Onlar için gökyüzünü ve dinlenebilecekleri toprağı yaratmış. Toprağın kadın gibi verimli ve bereketli olmasını istemiş. Çiçekler, bitkiler ağaçlar oluşmuş.
“Maheo, Toprak Kadın’a bakmış ve onun çok güzel olduğunu, Kendisinin şimdiye kadar yarattığı şeylerin en güzeli olduğunu düşünmüş. ‘O yalnız kalmamalı’ diye düşünmüş Maheo. ‘Ona Kendimden bir şey vereyim de böylelikle, onun yanında olduğumu ve kendisini sevdiğimi bilsin.’ Maheo’nun eli sağ tarafına uzanmış ve bir kaburga kemiği çıkarmış. Kemiğin üzerine nefes vererek Toprak Kadın’ın bağrına yavaşça yatırmış. Kemik canlanmış, kımıldamış, dikilmiş ve yürümüş, yaratılan ilk adam olmuş. ‘Bir zamanlar Benim, boşlukta yapayalnız olduğum gibi, o da, Toprak Büyükanne de yapayalnız’ demiş Maheo. ‘Yalnız olmak hiç kimse için iyi bir şey değil.’ Bu nedenle sol kaburga kemiğinden bir insan kadın yapmış ve adamın yanına yerleştirmiş. Böylece Toprak Büyükanne’nin üzerinde, Büyükanne’nin ve Maheo’nun çocukları iki kişi oluşmuş.
Maheo hâlâ bizimle birlikte, bütün canlılarını ve yaratmış olduğu bütün evreni gözetleyerek her yerde bulunmaktadır. Maheo, iyilik ve bütün yaşamdır. O Tanrı’dır, koruyucu ve öğreticidir. Hepimiz bu dünyada Maheo’nun sayesinde bulunmaktayız.”
Kızılderililer, yaşamı, doğum-ölüm-yeniden doğumdan oluşan bir çember olarak görürler, bütün hayatın bir çember etrafında döndüğünü düşünürlerdi. Bu çembere saygı duyarlar ve onu hatırlamak için günlük hayatlarında sık sık ona başvururlardı. Kamplarını da çadırları gibi, çember şeklinde kurarlardı. Toplantılarında, herkes, eşit haklara sahip eşit insanlar olarak çember oluşturarak otururlardı.
Antik Helen Mitolojisinin halkın yaşamına etkisini anlamak için ünlü düşünürlerinin de onayladığı yaşamlarına bakmıştık. Kızılderililerin inanışlarıyla ilgili anlatılan bu efsanelerin, hayatlarına da yansıyıp yansımadığını anlamak için, atasözlerine ve vecizelerine bakalım.
Kızılderili Reisi Seattle’ın zamanın Amerika Başkanı Pierce’e 1854 yılında yazdığı mektuptan kısa bir aktarımla başlayalım.
“Kanunları olmayan insanlardık biz. Ama her şeyin yaratıcısı ve yöneticisi olan Yüce Ruh’la iyi geçiniyorduk. Biz, Yüce Ruh’un eserlerini her şeyde gördük: Güneşte, ayda, ağaçlarda, rüzgârlarda ve dağlarda. Bazen bunlar aracılığıyla ona yaklaşırdık.
Anlayamıyorum. Bizim yolumuz, sizinkinden farklı. Her ne kadar Şef Seattle, Washington’daki Büyük Şef’e güvense de, o, güneşin veya mevsimlerin dönüşü gibi davranacak. Bir zaman gelecek ve o zaman halkım, rüzgârın denizi buruşturarak, deniz kabuklarıyla zemini kapladığı gibi örtülecek.
Ölüm mü dedin? Ölüm yoktur. Sadece dünyaların değişimi vardır.”
Kızılderililerin sözlü yasaları ve atasözlerinden örnekler de şöyle:
Dua etmek için güneşle birlikte kalk. Tek başına dua et, sık sık dua et. Büyük Ruh dinler, eğer sen sadece konuşursan.
Yollarında kaybolmuş olanlara karşı anlayışlı ol. Cehalet, kibir, öfke, kıskançlık ve açgözlülük, kayıp bir ruhtan kaynaklanır. Rehberlik bulmaları için dua et.
Başkalarına karşı asla kötü konuşma. Evrene bıraktığın negatif enerji, sana katlanmış olarak geri döner.
Başkalarının kalplerini incitmekten kaçın. Verdiğin acının zehri sana geri döner.
Her zaman dürüst ol. Kendi eylemlerinin sorumluluğunu üzerine al.
Yeryüzü üzerindeki her şeye saygılı ol. İster insan, ister bitki olsun. Yeryüzüne iyi davranın. O atalarınızdan kalmadı, onu çocuklarınızdan ödünç aldınız.
Bütün kuşlara yuva yapmayı Yaratıcı öğretti, ama yine de her yuva birbirinden farklıdır.
Arkamda yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme, takipçin olmayabilirim. Yanımda yürü, böylece ikimiz eşit oluruz.
Ben insanları renklerine göre ayırmayı öğrenmedim. Bana, insanların, Büyük Ruh’un bahçesindeki çiçekler olduğu öğretildi. Hepimiz aynı kökü paylaşıyoruz, o kök, Toprak Ana’dır.
Başkalarının dini inançlarına saygı göster. Kendi inancını başkalarına kabul ettirmeye çalışma.
Bizim halkımız ile beyazlar arasındaki en büyük fark, alçakgönüllülüktür. Bizim insanımız, ne kadar yükselirse yükselsin, ne kadar ileriye giderse gitsin, bilir ki, Yaratıcının ve evrenin önünde bir kum tanesidir.
Yüce Ruh, bizi bilmediğimiz şeyler için cezalandırmayacaktır.
Yağmur, iyilerin de üzerine yağar, kötülerin de…
Siyu Kabilesinin, Ayakta Duran Ayı lakaplı Kızılderili şefin sözü ile konuyu noktalayalım:
“Çadırının içinde oturmuş, hayatı ve manâsını düşünen, bütün yaratıklarla akrabalığını kabul eden ve kâinatın tek bir şey olduğunu anlamış adam, iddia ederim ki, medeniyetin özünü kavramıştır.”
Görülen o ki, Kızılderili şefi, medeniyet kavramının gerçek özünü çok güzel özümsemiş. Antik Helen Mitolojisini ve Kızılderililerin efsanelerini karşılaştırınca, tarafların kurdukları medeniyetlerin gerçek yüzleri daha iyi anlaşılıyor.
Bu noktada söylenebilecek şey şudur. Yeryüzünün yaşanabilir ve insanlığın geleceğinin güzel olabilmesi, Kızılderililerin ve benzer anlayıştakilerin mitolojilerine ve hayata yansıttıkları yorumlarına dönülmesiyle mümkündür.
Aksi takdirde, Beyaz Adamın çoğunda görülen, her şeye sahip olma ve sadece menfaatleri doğrultusunda hareket etme hırsı, sonunda yeryüzünü ve bütün insanlığı yok edebilir. Diğer bir anlatımla, Kızılderili Reisi Seattle’ın ABD Başkanına yazdığı mektuptaki, “(Beyaz Adam) Yatağını kirletmeye devam edecek ve sen bir gece kendi çöplüğünün içinde boğulacaksın.” sözü gerçekleşebilir.