TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARININ TARİHİ TEMELLERİ 1
Atatürk ve arkadaşlarının yaptıkları reformların, toplumun muhafazakâr yapısı dikkate alındığında, uzun zamana yayılması beklenirdi. Ama tahmin edilenin aksine, çok kısa bir süre içerisinde gerçekleştirildi. Kısa bir sürede yapılan bu reformları, daha uzun süreye yayarak bile başarabilmiş bir başka Müslüman ülke yok. Hattâ Türkiye’nin doğusunda yaşayan başka hiçbir ülke bu anlamda reform yapabilmiş değildir. Japonların yaptıkları reformlar bile bu kadar geniş kapsamlı değildir. Çarlık Rusya’sının yerini alan komünist Sovyetler Birliği de, bu kapsamda reform yapmamıştır. Mao Çin’inde de bu kapsamda reform görülmemiştir.
Yapılan reformların hızı ve uygulanış yöntemleri ile bazı reformlar bugün de eleştirilebilir. Her dönemde var olan “kraldan fazla kralcılar”, bazı reformların özünden sapmasına sebep olmuş olabilir. Ama sonuçta, muhafazakâr bir toplumda yapılan bu reformlar, o dönemde tahmin edilenden daha az bir itirazla kabul edilmiştir. Reformların çok ağır baskılar sonucu kabul edildiğini iddia etmek zordur. Reformların yapıldığı dönemdeki diğer bazı çevre ülkelerin uygulamalarına bakıldığında, bu durum daha net anlaşılmaktadır. Rusya’da Stalin, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franko, Portekiz’de Salazar yönetimlerinin uygulamaları ile Atatürk’ün yaptıkları hiçbir zaman aynı kefeye konulamaz.
Ayrıca günümüze kadar geçen bir asır içerisinde, bilhassa dini konularda bazı hatalı uygulamalarla ilgili yapılan küçük düzeltmeler dışında bir geri dönüş görülmemiştir. Hemen her iktidar, hattâ reformların bazılarına itiraz eden iktidarlar bile, zımnen bu reformları kabul ettiğini gösteren uygulamalar yapmıştır. Bu nedenle biz bu makalemizde, reformların genel kabul gördüğünü var sayacağız.
Türkiye Cumhuriyetinin gerçekleştirdiği reformların temellerini birkaç guruba toplayabiliriz.
Birincisi, Müslüman kimlik yerine, Türk kimliğine geçilmesidir. Hattâ, yeni kurulan devletin bütün Müslüman vatandaşlarının da Türk olarak değerlendirilmesidir. Bu sebeple de, devletin adına, “Mustafalılar” veya “Kemaliye” değil, “Türkiye” denilmiştir. Azınlık olarak; Rumlar, Yahudiler, Ermeniler kabul edilmiştir.
İkincisi, eşit vatandaşlık anlayışının kabulüdür. Bilindiği gibi, devleti yöneten sultanın, Tanrı adına hareket ettiği için ülkesindeki tebaayı koruyacağı ve adaletli davranacağına inanılırdı. Dolayısıyla bilhassa Müslüman halkın, sultanın kulu olduğu fikri hâkimdi. Bu anlayıştan, yöneticiler dâhil herkesin eşit vatandaş olduğu ve hata yapan herkesin kanun önünde cezasını çekmesi gerektiğinin kabul edilmesidir.
Üçüncüsü, muasır medeniyet seviyesine ulaşabilmek için yol gösterici olarak, hurafelerle çığırından çıkarılmış bir din anlayışı yerine, bilimin görülmesidir. Bir yandan da, dinin temel kaynağı olan Kur’an’da anlatılan hakikatleri ve dinin aslının bilim ile çelişmediğini, halkın kendisinin de okuyup anlayabilmesi için, Türkçe tefsirlerinin devlet eliyle yaptırılmasıdır.
Dördüncüsü, fetih anlayışının terk edilmesidir. Dolayısıyla, bırakın yeni topraklar kazanmayı, doğdukları ve gençliklerinin geçtiği toprakları bile geri almanın düşünülmemesidir. Bu maksatla geliştirdikleri, “yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışıyla, insanların mülteci durumuna düşmeleri engellenerek, acı çekmelerinin ve ölümlerin önüne geçilme çabasıdır.
Beşincisi, yöneticilerin kullandığı dili halkın anlayabilmesi için, elitlerin değil, halkın kullandığı kelimelere ağırlık vererek dilde sadeleştirmeye gidilmesidir. Hem Türkçenin özüne dönebilmek, hem de halkın okuma yazma öğrenmesini hızlandırabilmek için de, alfabenin değiştirilmesidir. Bilindiği gibi Arapça yazım alfabesinin üç sesli harfi vardır. Bu sebeple, “Allah” kelimesi bile çoğu hoca tarafından “Ellah” şeklinde telaffuz edilir. Arapçada, aynı sessiz harflerin genizden farklı söylenişiyle (örneğin; he, hı, ha şeklinde üç çeşit “h” harfinin olması) sessiz harf açığını kapatmaya çalışır. Türklerin bu geniz hareketlerini yapmaları çok zordur. Dolayısıyla Arap alfabesi, dildeki Türkçeleştirmenin ve sadeleştirmenin önünde engel olarak görülmüştür. Bu engeli aşmak için, alfabede sekiz sesli harfi olan Latinceye geçilmesi, bir diğer büyük reformdur.
Altıncısı, yönetici olmanın sorumluluğundaki anlayış değişikliğidir. Atatürk ve arkadaşları, son asırların sultanları ve sultanın çevresindekilerin bazılarının, ülkenin perişan olduğu dönemlerde bile yaptıkları gibi, “haşmetli bir yaşam” sürmeyi tercih etmediler. En zor olanı seçtiler. Eski yöntemlere çok sıkı bağlı ve muhafazakâr bir yapıda olan insanların hayata bakışlarını değiştirmek gibi başarılması imkânsız görülen reformları gerçekleştirmeyi tercih ettiler. Böylece kendilerini her türlü riskin içine atmış oldular. Saraylarda, kasırlarda, konaklarda yaşamayı düşünmeyerek, kendi menfaatlerini en az kollayarak halka hizmetin esas alınması da, önemli bir reformdur.
Bu insanlar belki de başaracaklarına inanıyorlardı. Geçmiş yaşamlarında, gelişmiş ülkelerdeki gelişmeleri ve bizim üzerimize oynanan oyunları yakından izleyerek fikir sahibi olmuşlardı. Gençliklerinde her türlü fedakârlığı ölümüne yapmışlar, ama ülke topraklarının bir kısmını son anda ve çok zorlu bir mücadele sonunda kurtarabilmişlerdi. Hem daha önceki yöneticilerin, hem kendilerinin, hem de ülkenin sakini halkın yaşadıkları tecrübeler ve fikri değişimler olmasaydı, reformların gerçekleşmesinde böyle bir başarı pek mümkün olmayabilirdi.
Takdir edileceği gibi, bir fikrin daha rahat uygulanabilir hale gelmesi için, fikirlerin olgunlaşması ve yaygınlaşması gerekir. Bu gerçeği göremeyen, bu reformların tarihi temellerini irdelemeyen, giderek olgunlaşan fikirlerin yaygınlaştığını kavrayamayan insanlar, bunların hızlı bir şekilde gerçekleşeceğini düşünemezdi.
Muhafazakâr bir toplumda, böylesine zorlu reformların kabul edilebilmesini sağlayan tarihi temeller neler olabilirdi?
Şimdi mümkün olduğu kadar kısa bir irdeleme yaparak, tarihi olayları bu açıdan ele almaya çalışalım.
Bu konuda ilk durağımız, padişah II. Mahmut olacaktır. II. Mahmut, amcası III. Selim’in öldürülmesinden hemen sonra sıra kendisine gelmişken, birkaç dakika farkla Alemdar Mustafa Paşa tarafından ölümden kurtarılarak, 1809’da 24 yaşında padişah yapıldı. Ancak, kendisini öldürmeye çalışan ve başıbozuk hale gelmiş Yeniçerilere, 17 yıl sabretmek zorunda kaldı. Bu dönemde, Ruslar ve Avusturyalılarla sınır savaşları devem ediyordu. Bu savaşlara yardım için İstanbul’dan yola çıkan Yeniçerilerin neredeyse %80’i daha Silivri’ye varmadan firar ediyordu. Yeniçeriler, dış düşmanlar yerine halkı ezmeye çalışıyorlardı.
II. Mahmut, sabrettiği bu dönemde, Halifelik anlayışını güçlendirerek İslâm Birliği fikrini geliştirmeye çalıştı. Fakat Vahhabilerin başkaldırıları, Mekke’yi ve Taif’i işgal etmeleri üzerine fikrini değiştirdi.
Amcası III. Selim’in son iki ayında birlikte aynı yerde hapis hayatı yaşadı. Yenilikçi bir padişah olduğu için isyan edilip öldürülen amcasının, bu iki ayda anlattıklarından etkilendi. Hem bu fikirlerin, hem de İslâm Birliği denemesindeki başarısızlığın etkisiyle, Rusya Büyükelçisi olan damadı Müşir Halil Rıfat Paşanın şu ikazlarına daha çok inandı:
“Eğer Avrupa’ya benzemezsek, Asya’ya çekilmemizden başka çare yoktur.”
Başka çare olmadığını görerek bu anlayışa gelen padişah II. Mahmut, Avrupa medeniyetinin tekniğini ve eğitim sistemini, örf ve adetlerimize zarar vermeden almak için çabaladı. Kendince, Batılılaşma için değil, muasırlaşma için gayret etti. Fakat her yenileşmede olduğu gibi, hızdan kaynaklanan, Batının kültürünü de almaya kalkışan hatalar oldu. Bu hataları, bazı dini gurupların kendisine “gâvur padişah” demesine sebep oldu.
Reformları yapmaya başlayan Padişah II. Mahmut, bir süre Topkapı Sarayında oturmadı. Beşiktaş’ta bir evde oturdu. Saraya, sadece törenler için geldi. İnsanlara tepeden bakmadı.
Dünya tarihinde tek örnek olarak, devletinin ordusunu topa tutarak yok edecek cesaretteki Padişah, yeni ordu kurma çalışmalarında da, sadece emirler vermekle yetinmedi. Bizzat içinde yaşadı. Bütün bir kışı, Rami Kışlasındaki taş odasında sıradan bir albay gibi geçirdi. Kar, yağmur, çamur demeden askerin başında talime çıktı. Bu davranışlarıyla da, Osmanlı Padişahlarının içerisinde özel bir yeri vardır.
II. Mahmut’un yaptığı ıslahatlardan diğer bazıları şunlardır.
Halkın cahil kalmışlığını kırabilmek için, ilköğretimi hem parasız hem de mecburi yaptı. Vilayetlerde rüştiye (ortaokul) açılmasını zorunlu yaptı. İlk Osmanlı gazetesini çıkardı. 14 Mart 1827 de Tıbbiyeyi açtı. Fransızca eğitim veren bu kurumdan yetişen gençler, Avrupa’nın fikir hayatını, gelişmeleri doğrudan öğrenme imkânına kavuştu. Okumuşlar için Arapçanın yanında Fransızca ikinci dil haline geldi. Bu şekilde yetişerek, Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip eden insanlar, II. Mahmut’tan sonra da, Müslüman kalarak muasırlaşma mücadelesini devem ettirdiler.
Hükümet kurumlarını yeniden düzenledi. Bazı kurumları lağvetti. Bakanlık sistemini kurdu. Şeyhülislamlığı, İslâm milletinin bir çeşit din görevlisi haline getirdi. Bugünkü Danıştay ve Yargıtay yetkilerine sahip Meclis-i Vâlâyı kurdu.
Tercümehanelerde ilk defa Müslümanlar çalışmaya başladı ve yabancı eserler Türkçeye çevrilmeye çalışıldı. 1831 de ilk nüfus sayımı yapıldı, ama sadece erkekler sayıldı. Yurt dışına öğrenciler gönderildi. 1827 de tüfek imalatına başlanıldı. Baruthaneler kuruldu. Buharlı gemiler ve makineler alındı. Harbiye okulu açıldı. Modern anlamda subay yetiştirilmeye başlanıldı.
Anadolu’daki 18 eyalet 4’e indirildi. Valiler, devletin memuru yani mülki amiri konumuna getirildi. Vilayetlerde İl İdare Meclisleri kuruldu. Bu meclisler seçimle iş başına geldi.
Rus tarihçilerin bazıları, II. Mahmut’u, Türklerin “Deli Petro”, Rusların ise “Büyük Petro”’ dedikleri Çarlarına benzetirler. Bilindiği gibi, II. Mahmut’un yaptıkları Japonya’daki İmparator Mutsuhito’nun gerçekleştirdiği Meiji dönemi ile de karşılaştırılmaktadır. Ancak arada önemli bir fark vardır. Japon aydınları imparatoru desteklerken, Osmanlıda ise, çok az önder destek verirken, İslâm’ı hurafelerle anlatanların, II. Mahmut’a “gâvur padişah” diyerek, onu halkın gözünde küçük düşürmeleridir.
II. Mahmut’un yaptıklarıyla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız “Kanuniden Sonraki En Faydalı Padişah II. Mahmut” adlı makalemizde daha geniş bahsettiğimizden burada aktarmayacağız. O makalemizin son paragrafını aşağıya almakla yetineceğiz.
“1826’daki Vakayı Hayriye, yani Yeniçerilerin yok edilmesi ile başlayan bu ıslahatların, iyi veya kötü olduğuna ileride tarih karar verecektir. Fakat sadece 1826’dan günümüze kadar, muasırlaşma çabalarının kesintisiz sürmesi bile, hareketi başlatan padişah II. Mahmut’a, “büyük padişah” denilmesi için yeterlidir.”
Ayrıca ilginçtir ki, kendisinden sonra gelen son altı padişahın ikisi oğlu, dördü torunudur. Yani, kendisinden sonraki padişahların soy atasıdır. Bu konumdaki bir padişahın, dadısı tarafından kaçırılarak çatıya çıkarıldığı için, sadece birkaç dakika farkla ölümden kurtulmasının metafizik değerlendirmesini okuyucularıma bırakıyorum.
II. Mahmut dönemi ve devamı, Türklerde var olan, zamana ve şartlara uyarak devletlerini sürdürme geleneğinin göstergelerinden biri olan bir devir olarak görülebilir.