YOKSULLUK VE SORUMLULARI

YOKSULLUK KONUSUNDA ETKİLİ OLAN SOSYAL DİSİPLİNLER

 

Bu sitede yoksulluk üzerine yazdığımız makalelerimizde konuyu ekonomik ve sosyal açıdan irdelemeye çalıştık. Bu yazımızda, yoksulluğun artmasında dolaylı olarak etkisi olan sosyal disiplinleri ve teknolojik gelişmeleri incelemeye gayret edeceğiz.

Gezegenimizdeki yoksulluk sorunu, mülk kavramının oluşmasından ve paranın kullanılmaya başlamasından beri sürmektedir. Bu sebeple, ilk önce tarihçilerin bu konudaki etkilerine bakmak gerekir.

Tarihçilerden günümüze kadar gelen eserlerin bir bölümü, savaşlar hakkındadır. Savaşları anlatış yöntemlerine bakıldığında, ilk gözümüze çarpan şey, yönetenler arasındaki sözlü veya yazılı atışmalardır. Sanki savaş, sadece, dönemlerinde en ön safta, yani yönetim kademesinde bulunanlar arasında geçmiş gibi anlatılır. Hâlbuki yöneticilerin çoğunluğu, harpte geri saflardadırlar. Gerçekten savaşanlar hakkında bilgi verilmediğinden, bizler de askerlerin durumlarını hiç düşünmeyiz. Dolayısıyla, bizlerin olaylar hakkındaki yorumlarımız da, genellikle, yöneticilerin ve onların çevrelerinin ekonomik veya kültürel konumlarıyla sınırlı kalır. Savaşan askerlerin ve onların mensup olduğu halkın halinin perişan olup olmadığı hakkında fikir yürütemeyiz.

Diğer bir gurup tarihçi de, kralların, sultanların yaşadıkları ortamları anlatır. Onların karın ağrıları, saraylarındaki entrikalar, kadınlarla ilişkileri, çevrelerindekilere yaptıkları eziyetler, onları eğlendiren soytarılar gibi konuları işlerler. Hâlbuki bütün bu anlattıklarının, gerçek hayatla ilgisi çok azdır. Halkın yaşamından kesitleri anlatan, onlarla, yönetenlerin arasındaki yaşam farklarını örnekler vererek gözler önüne seren tarihçi, yok denecek kadar azdır.

Geçmiş olaylar hakkındaki bazı bilgileri de, tarihçilerin anlatımları dışında, destanlardan ve şairlerden almaktayız. Bunların da büyük çoğunluğu, yöneticilerin methiyesi üzerinedir. Muhtemelen, methiye yerine halkın yaşamı hakkında söyleyenler de olmuştur. Fakat seslerini duyuramamışlar veya zor kullanılarak susturulmuş olabilirler. Bu durumu anlatan, yaşanmış güzel bir örnek verelim:

Osmanlı Devletinin güçlü padişahı Kanuni Sultan Süleyman Bağdat’ı fethettiğinde, dönemin meşhur ozanı Fuzuli’yi huzuruna çıkarırlar. Fuzuli’nin deyişlerinden çok hoşlanan Kanuni, kendisini İstanbul’a davet eder. Bir süre sonra Fuzuli, İstanbul’a gelir. Padişah ile görüşebilmek için saraya gider. Durumu anlatır. Ama kimseye derdini dinletemez. Görüşemeden Bağdat’a döner. Yazdığı Divan’ının başına yaşadıklarının özeti olan şu cümleyi yazar: “Selam verdim. Rüşvet değildür deyu almadılar.”

Toplum üzerinde tarihçilerden de daha etkili olan bir başka gurup, din adamlarıdır. Belgeli tarihi ele alırsak, önce Roma İmparatorluğundan başlamak gerekir. Roma,  kuruluşundan sonra uzun süre, bir şehir devleti hüviyetinde kalmıştır. Bütün dinlerle bağlantısını kesip, kendine özel bir devlet dini oluşturduktan sonra, hızla büyümüştür.

Roma İmparatorluğunun yıkılışından sonra, onun bıraktığı bölgelerde Hıristiyanlık etkili duruma gelmiştir. Hıristiyanlığı, Kilise temsil etmiştir. Kilise ise, hem doğrudan kendisinin zenginleşmesi yolunda gayret sarf etmiş, hem de irtibatını krallarla kurmuştur. Belki de bu sebeplerle, kralların, yoksul halka yaptıkları zalimliklere ses çıkarmamışlardır. Avrupalıların dünyaya yayıldıkları dönemde de, yaptıkları zulümlere, soykırımlara, benzer şekilde seslerini çıkarmamışlardır. Hattâ kimi zaman, karşıdakileri ateist ve hayvan seviyesine yakın insan olarak gördüklerinden, yapılan zulümleri destekler tavır ortaya koymuşlardır.

Müslüman din adamlarının büyük çoğunluğu da, halka baskı yapan sultanlara karşı gelememişlerdir. Babadan oğlu geçen sultanlık sistemi İslâmiyet’te olmamasına, danışma meclisi tarafından seçimle gelinmesi gerekmesine rağmen, seslerini çıkarmamışlardır. Bu konuda fikir beyan eden âlimlerin söyleyebildikleri en cesur söz, “sultanların adil olmaları gerektiği” şeklindedir. Bu yapıdaki Müslüman din adamları, halkın durumunu düzeltecek çalışma yapmaları gerekirken, tersine, halkı sultanlara biat etmeye, kaderlerine rıza göstermeye çağırmışlardır. Onlar da tıpkı, Hıristiyan din adamlarının çoğunluğunun yaptığı gibi, halkın sabrının karşılığını ahiret hayatında cennet olarak göreceğini vurgulayarak, zulümlere dolaylı olarak yardımcı olmuşlardır.

Diğer öğretilerin de durumu, pek farklı değildir. Brahmancılık, Hinduculuk, Budacılık, Konfüçyüscülük, hattâ Zerdüşcülük gibi öğretilerin bu konudaki tutumları semavi dinleri uygulayanlara göre, daha haktan yana değildir.

Avrupa’da, Kilise’nin din konusundaki hatalarına karşı gelen fikir adamları felsefe akımını oluşturdular. Antik Helen döneminden sonra 16-17inci yüz yıla kadar Avrupa’da felsefe anlamında fikir insanlarından bahsetmek zordur. Antik Helen döneminin filozoflarının bu konudaki bakışlarını, Aristo’nun görüşleriyle özetlemek mümkündür. Daha önceki bir yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, Aristo, köleleri “konuşan hayvan” olarak görmektedir. Aristo’dan hemen önceki dönemde Sparta’nın nüfusunun %90ının kölelerden meydana geldiğini düşünürsek, o dönemin bilgelerinin, felsefecilerinin yaptıkları erdem tartışmaları, yönetenler guruplar arasında sıkışıp kalmış gibidir.

Avrupa’nın yetiştirdiği meşhur felsefecilerin büyük çoğunluğu, yoksul halkın durumuyla ilgilenmemişlerdir. İlgilenselerdi “ne yapılmalı” sorusuna cevap aramaları gerekirdi. Bu soruya farklı açılardan cevap arayanlar, elbette olmuştur. Spinoza, Etika adlı eserinde, Kant, Saf Aklın Eleştirisi yapıtında cevap vermeye çalışmışlardır. Rouessau ise, bunlara göre daha ciddi yanıt aramıştır. Ama cevapları, kafa karıştırıcı niteliktedir.

Son dönem felsefecilerden Nietzche’nin “ne yapmalıyız” sorusuna verdiği cevap ise, bizim konumuz açısından bir felâkettir. Üstün insan kavramını geliştiren Nietzche’nin fikirleri, en hafif ifadeyle “başkalarının yaşamlarına aldırmadan, istediğin gibi yaşa” şeklinde özetlenebilir.

Avrupa’da, felsefecilerle benzer dönemlerde bilim insanları da sivrilmeye başladılar. Bilim alanındaki gelişmeler, teknoloji şeklinde hayatımıza yansımaya başladı. Fakat bir yazımızda, matematiğin sanayiye uygulanması olarak değerlendirdiğimiz, 1750’lerdeki buharlı makinelerin icadı, daha çok, zenginlerin ve yönetenlerin işine yaradı. Onların gelirlerini ve güçlerini artırdı. Fakirlerin kazançları çok az oldu. Daha sonraki dönemlerde, bilim alanındaki gelişmelerin sonuçları, yine benzer şekilde oldu. Bundan önceki yazımızda ifade ettiğimiz gibi, bilim ve uygulanışı olan teknolojideki gelişmeler, insanların verimliliklerini çok etkilediğinden, sonuçtan yoksul insanlar zararlı çıktı. Elbette, yoksullar da yeni bulunan ilaçlardan, iletişim araçlarından istifade ediyorlar. Fakat bu faydalanmalar, bilimdeki gelişmelerin, fakirlerin konumlarını iyileştirdiği anlamını çıkartmaz.

Yazımızın bütününde görüldüğü üzere, gezegenimizdeki yoksulluk sorunundan hepimiz mesulüz. İnsanlığın kanayan yarası olan bu durumun değişmesi için, sadece ekonomistlerin kafa yormaları yetmez. Sadece din adamlarının çalışmaları yetmez. Yalnızca felsefecilerin cevap aramaları kâfi gelmez. Sadece yöneticilerin hevesli olmaları yetmez. Sadece yoksulların gayret etmeleri yetmez. Sadece bilim insanlarının uğraşları yetmez. Tabiri caizse, topyekûn bir çalışma gerekmektedir.

Bu yazı Sosyal, YAŞAM kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.