ENVER PAŞA ÜZERİNE 7

ENVER PAŞA ÜZERİNE 7

I. Dünya Savaşının sonunda, ABD’nin İngiliz ve Fransızlara yaptığı ciddi destekler sonucunda, Almanlar yenildiler. Türkler ise, tam o dönemde, Enver Paşanın kardeşi Nuri paşa komutasındaki Kafkas İslâm Ordusu ile Bakü’ye girmişlerdi. Eğer Almanlar biraz daha dayanabilselerdi, durum değişebilirdi. Fakat Bulgarlar da Selanik’te İtilaf Devletlerine yenilince, mecburen Türkler de yenilmiş oldu. Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa Alman gemisiyle İstanbul’u terk ettiler.

Almanya’ya giden Enver Paşa, “artık her şey bitti” demedi. Köşesine çekilmedi. O dönemde Rusya’da Çarlar devrilmiş. Bolşevikler iktidar olmuştu. Çarlardan kurtulan Rusya’daki Türkler, kendi devletlerini kurmaya başlamışlardı. Ama hem orduları yoktu, hem tecrübeleri yoktu. Bu cumhuriyetlerden, önemli olanları, Başkurdistan ve Azerbaycan idi. İlkinin başında Zeki Velidi Togan, ikincisinde Mehmet Emin Resulzade vardı.

Enver Paşa yurt dışına çıktıktan sonra, Almanya, Moskova ve yeni Türk Cumhuriyetleri arasında adeta mekik dokudu. Bu gidiş gelişlerinde birkaç defa uçak kazası yaşadı. Hepsinden sağ kurtuldu. Hattâ birinde hapse düştü. Kendisi çok iyi resim yaptığından, hapishane müdürünün eşinin resmini yaptı. Hiç yılgınlık göstermedi. Yeni devletlerin ve diğer Müslümanların geleceğini tespit için toplanan İslâm konferanslarına katıldı.

Bu dönemde Anadolu’da, Türklerin Yeniden Diriliş Savaşı (Kurtuluş Savaşı) çabaları başlamıştı. Anadolu’nun ortasına sıkışmış kalmış olan az sayıdaki Türk, büyük bir mücadele başlatmıştı. Bu mücadelenin önemini bilen diğer Müslümanlar, kendi aralarında Anadolu hareketine yardım için para vs topluyorlardı. Bilhassa Hindistan Müslümanları (o zaman Pakistan ayrılmamıştı), Muhammed İkbal’in konuşmaları sayesinde ciddi yardımlar toplamıştı.

Enver Paşa, toplanan bu yardımların Anadolu’ya iletilmesi işinde görev aldı. Anadolu Harekâtının başındaki Mustafa Kemal’i çok iyi tanırdı. Onu beğendiği için, Trablusgarp’a çağırmıştı. Yurt dışına çıkarken de, Sadrazam Ahmet İzzet Paşadan, Mustafa Kemal’i Harbiye Nazırı yapmasını istemişti. Dolayısıyla Mustafa Kemal’in, başlattığı bu mücadeleyi başaracağına inanıyordu. Bu sebeple, Birinci Meclisteki bazı milletvekillerinin, kendisini Anadolu’ya çağırmalarına karşılık vermedi. Fakat Mustafa Kemal ile mektuplaşmalarını sürdürdü.

Elbette bu dönemde, Enver Paşa bazı çelişkili düşünceler yaşadı. Bilhassa, yeni kurulan Türk Cumhuriyetleriyle yakın ilgilenmesine kızan Bolşeviklerle arasının açılmasından sonra, Türkiye’ye geçmeyi tasarladığı günler oldu. Onu böyle düşünmeye sevk eden sebeplerden biri, 19 Mayıs 1919’da başlayan mücadelede henüz bir başarının elde edilememiş olmasıdır. Birinci ve İkinci İnönü Savaşlarındaki direnişlere rağmen, geri çekilme devam ediyordu. Henüz ordunun gücü, Yunan Kuvvetlerini durdurabilecek konumda değildi.

Buna rağmen Enver Paşa, Anadolu’ya girmedi. Hâlbuki halk ve askerler halen onu, gözüpek bir komutan olarak seviyorlardı. Eğer girerse, tutuklanacağından korktuğunu düşünmek, onun gibi korkusuz bir insan için gerçekçi olmaz. Onun tek korkusu, zaten çok sınırlı güce sahip Anadolu halkının ve kurulmaya çalışılan ordunun birbirine rakip iki guruba bölünmesine sebep olmuş olmaktı. Bu sebeple, Anadolu’ya gelmedi. Fakat Türk Kuvvetlerinin, henüz net bir başarı elde edememiş olması ve hakkında basın aracılığıyla yapılan iftira dolu yayınlar, onu ruhen büyük bir sıkıntıya sokmuştu. Bu nedenle, Sakarya Savaşı sırasında, Batum’a gelerek, savaşın sonucunu bekledi. Eğer Türk ordusu bu savaşta yenilirse, Anadolu’ya gireceğini de açıkça beyan etti.

Sakarya Savaşına devam etmeden önce, Enver Paşa konusuyla bağlantılı olması açısından, bir hususu zikretmeden geçmeyelim. Doğu Cephesi Komutanı olan Kâzım Karabekir Paşa, bilhassa doğudaki matbuata, Enver Paşa aleyhine yazılar yazdırmaya başlamıştı. Onun Bolşevik olduğunu, erkeklerle kadınları aynı toplantıda topladığını yayıyordu. O bunları yazdırınca, başkaları da Enver’in Kızılordu ile Anadolu’ya gireceğini, Almanlardan ve Ruslardan külliyetli miktarlarda para aldığını, o paralarla keyfine baktığını yayıyorlardı. Paşanın bu yazıları niçin yazdırdığını bilemiyoruz. Belki de, Enver’in Anadolu’ya girmesinde, Karabekir Paşanın desteği var diye dedikodu çıkmasından korkuyordu. Çünkü halen etrafına, Enver Paşanın kendisini Divanı Harpten kurtardığı için onu sevdiğini söylüyordu. Fakat Enver Paşa sayesinde orduda kalan Kâzım Karabekir’in onun aleyhine yaptığı bu tavırlar, ileride karşısına çıkar.

Bilindiği gibi, Cumhuriyet kurulduktan sonra 1925 yılında, Atatürk’e İzmir’de suikast planı yapanların arasında olduğu iddiasıyla, Karabekir Paşa tutuklandı. İdam edilme tehlikesi oluştu. Ancak İsmet İnönü, Kâzım Karabekir’i kurtardı. Bu gelişmelerdeki yorumu okuyucuya bırakarak konumuza dönelim.

Sakarya Harbi, geceli gündüzlü 22 gün devam etti. Barutun bittiği yerde, süngü süngüye savaşıldı. Türkler açısından tam anlamıyla bir ölüm kalım savaşı oldu. İki taraf da, birbirini çok fazla hırpaladı. 13 Eylül 1921 de Türkler, Yunanlıları yenemeyeceklerini anladılar ve yavaş yavaş çekilmeye başladılar. Fakat Türkler, o kadar büyük bir azimle mücadele etmişlerdir ki, Yunanlılar kendilerinde ilerleyecek güç bulamadılar. Bu durumun bir sebebi de, Mustafa Kemal Atatürk’ün, bu savaşın sonuna doğru, askerlere verdiği yeni taktiksel emirdir. Atatürk, “Bundan sonra hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, bu satıh bütün vatandır.” diyerek, uygun bir yer bulana kadar yapılan uzun mesafeli geri çekilişlerin önünü kesmiştir. Türk askeri, bu yeni emir üzerine, ilk bulduğu tepede durup çatışma düzeni aldı. Bu duruma şaşıran ve zaten takati azalmış olan Yunan kuvvetleri ilerleyemedi. Dolayısıyla düşmanın ilerleyişi, ilk defa durdurulmuş oldu.

Batum’da bekleyen Enver Paşa bu sonucu haber alınca, kendi kendine “Mustafa bu işi başaracak” diyerek, Bakü’ye döndü. Bakü’deki dostlarına, kendisinin Orta Asya’ya giderek, oradaki Türklerin Ruslara karşı mücadelelerine destek vereceğini söyledi. Başta Zeki Velidi Togan, Mehmet Emin Resulzade, Kuşcubaşı Eşref olmak üzere hepsi itiraz ettiler. Orta Asya’daki Türklerde, okuma yazma oranı çok düşük idi. “Moskof’un oklunda çocuk okutulmaz” denildiği için, okula çocuklarını yollamıyorlar, kendi bildiklerince eğitiyorlardı. Bu sebeple fikren farklı çok yapılar vardı. Birbirlerine karşı anlayışsız davranıyorlardı. Bu ortam, aralarında düşmanlıklar oluşmasına sebep oluyordu. Bu nedenle, aralarında anlaşmaları mümkün görünmüyordu. Zaten orduları ve silah güçleri de yoktu. Dolayısıyla, böyle bir yapıda bir şey başarmanın mümkün olmadığını söylerler. Enver Paşayı vazgeçirmeye çalışırlar.

Orta Asya’daki Türklerin durumlarını, en iyi bilenlerden birisi de Enver Paşadır. Çünkü Enver Paşa ve arkadaşları, Ruslar ile İngilizlerin Reval şehrinde toplanarak, Osmanlıyı paylaşmak için anlaştıklarını öğrendikleri andan sonra, sürekli çözüm arayışı içerisinde olmuşlardır. Bu sebeple yönetimde etkili olmaya başladıkları andan itibaren Teşkilatı Mahsusa’yı, ileride neler yapılabileceğini tespit etmek amacıyla görevlendirmişlerdir. Bilhassa Enver Paşanın yakın arkadaşı olan Hacı Selim Sami, bu işlerle görevlendirilmişti. Dolayısıyla bu istihbarat kuruluşunun bu konularda topladığı bilgiler, Enver Paşaya da mutlaka geliyordu. İngiliz ve Rusların, Türkleri Anadolu’dan atmak niyetinde olduklarını bildiklerinden, Orta Asya’nın durumuyla daha yakından ilgilenmişlerdi.

Orta Asya’daki bütün bu yapıları bilmesine rağmen, Enver Paşa fikrinde ısrar eder. Vazgeçirmeye çalışanlar da ısrar ederler. Bunun üzerine Enver Paşa, şu tarihi sözünü söyler: “Doğu Türklüğü ile Batı Türklüğü arasında, asırlardır bağlar kopmuş durumda. Ben oraya gider, orada savaşırken ölürüm. Böylece Doğu Türklüğü ile Batı Türklüğü arasında köprü olurum.”

Enver Paşa her zaman yaptığı gibi, sözünün arkasında durdu. Orta Asya’ya gitti. Orada karşılaştığı pek çok ihanete rağmen mücadelesini sürdürdü. Nevzat Kösoğlu’nun Özbek Yazar Nabican Bakiyev’den aktardığı şu sözler, yapılanları anlatmaya yeterlidir: “Enver Paşa, Rus işgaline karşı, kimsenin o güne kadar yapamadığını gerçekleştirmiş, dağdaki çobanından beylere kadar halkı tek cephede birleştirmeyi başarmıştı. Bundan daha da önemlisi, yanında Türkiye’den gelme pek çok Osmanlı subayıyla, olağanüstü fedakârlıklar içinde, Türk âleminin tek kardeş, tek cephe olabileceğini, kendi hayatlarını şehit vererek ispat etmişlerdi.”

Hindistan Hilafet Komitesi de, Enver Paşa’nın Türkistan’daki mücadeleye bizzat iştirak ederek şehit olmasının bu davaya kutsiyet kazandırdığını ve bunun da Hindistan Müslümanlarını etkilediğini ifade etmiştir.

Enver Paşa’nın önünde iki önemli zorluk vardı. Birincisi bölge halkının ve yöneticilerinin cehaletidir. İkincisi, silah bulamamasıdır. Rus ve İngilizlerin sıkı denetimleri ve bölgenin fakir olması sonucu, birçok yerde mitralyözlere karşı kılıçla savaşmak zorunda kalınmıştır. Nitekim Afganistan’da Pamir Dağlarının eteklerindeki Çegen Tepesinde, 4 Ağustos 1922 de bu şekilde şehit oldu. Dağa gizlenmiş Rus mitralyözlerine karşı, yalın kılıç at sürerken şehadet şerbetini içti. Ruslar, saldıranların içerisinde onun olacağını düşünmediklerinden, onu öldürdüklerini anlayamadılar. Başını kesmediler, na’şını alıp götürmediler. Şehit olduğu yerde, sonradan türbe yapıldı. Bu dönemlerde yeni doğan çocukların adlarının önemli bir kısmına “Enver, Orta Asya Türkçesiyle Anvar” ismi verildi. Böylece, Enver Paşa, gerçekten arada köprü oldu.

Bu durum Sovyetlerin hiç hoşuna gitmedi. Onlar da, Viladimir Kordinin’e film yaptırdılar. Filmi adını “Enver Paşa, Türk Halkının Düşmanı” olarak belirlediler. Türkiye’deki bazı menfaatperestler de,  bu yalanlara eşlik ettiler.

Şimdi, Orta Asya’ya giderken söylediği sözü, kaç kişi söyleyebilir bir düşünelim. Bu sözü söyleyebilen kaç kişi, yaşadığı ihanetlere, oradaki Müslüman bir sultan olan Emir İbrahim Lakay tarafından hapse atılmasına rağmen, mücadelesini ısrarla sürdürebilir? Hem de Sarayın kızı olan eşi Naciye Sultan’a karşı sevgisini mektuplarında dile getirirken, eşinin yanında olmak yerine, verdiği bir sözü yerine getirmek için, ısrarla savaşmaya kaç kişi devam eder? Hem de görmediği tek erkek evladı var iken, kaç kişi, ağzından çıkan bir sözün peşinde ölüme gider? Yokluklar içerisinde boğuştuğu sırada, Afgan Hanı Emanullah’ın ısrarlarına rağmen, Afganistan’a gitmedi. Gitseydi, Han, onu el üstünde tutacak ve izzet ikram ile yaşatacaktı. Peki, kaç kişi, üstüne vazife olmayan bir bölgede, yokluklar ve ihanetler içerisinde mücadele ederken, kendisine ısrarla yapılan bu teklifi reddeder?

Sözlerine böylesine sadık olan ve ölümden hiç korkmayan bir insanın, Anadolu’ya tutuklanmaktan korktuğu için girmediğini düşünmek, ne kadar mantıklı olur?

O dönemde, Türklerin Yeniden Dirilişini sağlayabilecek iki kişi vardı. Biri Mustafa Kemal, diğeri Enver Paşadır. Eğer, Atatürk, ordudan istifa edip sivilleri giydiğinde, tek düzenli ordumuzun komutanı olan Kâzım Karabekir Paşa, “emrinizdeyim paşam” demeseydi, gelişmeler çok farklı olurdu. Eğer, Enver Paşa, her ne pahasına olursa olsun diyerek Anadolu’ya girmek isteseydi, ordudan atılmasını önlediği Kara Kâzım’a, “bana borcun var” diye farklı davranması için haber gönderirdi. Zaten Kara Kazım, yani Kazım Karabekir Paşa halen, etrafına “Enver benim hayatımı kurtardı” demekteydi. Enver’in talebine uyar ve Atatürk’ü tutuklatırdı. Yerine Enver geçer ve Sarayın damadı olduğu için de, Atatürk’ün karşılaştığı zorlukların birçoğuyla karşılaşmazdı. Enver Paşa, böyle bir şey istemedi. Ama Enver, Kazım Karabekir’e yazdığı mektupta, Kafkas İslâm Ordusuna katılmak üzere seçme subay göndermesini istemiştir.

Bizim bu sorgulamalarımızı ve olayları Mustafa Kemal Atatürk, bizzat yaşamıştır. Elbette Atatürk’ün, kendisi albay iken, yaşdaşı olduğu halde, Harbiye Nazırı ve Başkumandan vekili olan Enver Paşaya karşı bir kıskançlığı söz konusudur. Fakat bu kıskançlık, İslâmiyet’in bizlerde olmasını istediği kıskançlık şeklindedir. Karşısındaki kötüleyen değil, “ben daha iyisini, daha güzelini yapmalıyım” diyen bir anlayışla kıskanmaktır. Bir bakıma, gıpta etmektir.

Nitekim hiç kimse Enver Paşanın ağzından, Mustafa Kemal hakkında kötü bir söz duymamıştır. Mustafa Kemal Atatürk de, Enver Paşaya karşı aynı güzellikte davranmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki dönemde Adalet Bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt’un aktardığına göre, bir milletvekili, Gazinin huzurunda konuşurken, Atatürk’e hoş görünmek için, Enver Paşanın aleyhine sözler söyler. Atatürk, merhum Enver’in aleyhine konuşan kişiyi derhal susturur ve şu veciz sözü söyler:

“O, bir güneş gibi doğmuş, bir gurup ihtişamıyla batmıştır. Arasını tarihe bırakalım”

Enver Paşanın insani yönünü Lübnanlı Arap aydınlardan Emir Şekip Aslan’dan okuyalım: “Enver Paşa, bir taraftan hiç kimseye baş eğmeyen bir şecaat ve kahramanlığın, diğer yandan ise utangaçlık, incelik, merhamet ve alçak gönüllülük gibi faziletleri bir arada toplamış bir kişiliğe sahipti. O, iş yapmayı, söz söylemeye tercih eder, sevinmekten ve övünmekten hoşlanmazdı. Onun rütbesi ve makamı yükseldikçe, alçak gönüllülüğü artıyordu. Kendisi son derece şecaat sahibi, dini bütün, eli ve beli tertemiz, hür seciyeli bir zât idi.”

Enver Paşayı gerçek yönüyle anlatmak için söylenebilecek çok söz vardır. Ama Atatürk’ün yukarıdaki sözü, hepsinin, çok kapsamlı bir özetidir, özüdür.

Enver Paşa, sevabıyla günahıyla başlı başına bir tarihtir. Hayatın akışı, onu, hızlı kararlar vermeye ve uygulamaya zorlamıştır. Her insanın aldığı kararların, faydalı ve zararlı yönleri vardır. Önemli olan, alınan kararlarda, Enver Paşa gibi davranmak ve hiçbir zaman kendini düşünmemektir.

Enver Paşa ve Mustafa Kemal Atatürk, çökmekte olan bir büyük Yüce Devleti ve diğer Müslümanları kurtarmak için ateşe atılan, büyük düşünen, tertemiz bir neslin mümtaz temsilcileridir. Osmanlı Devletinin kurucu nesli, nasıl övülmeyi hak ediyorsa, bu nesil de, aynısını fazlasıyla hak ediyor. Eğer o, aydın, bilgili ve korkusuz nesil olmasaydı, zaten çöken devletin yerine, Cumhuriyet kurulamazdı. Dünyadaki diğer esir Türkler ve Müslümanlar, esaretten kurtulmak için bu ölçüde bir mücadele veremezlerdi. Bu sebeplerle; küçük düşünenlerce, günlük yaşayanlarca, kendi menfaati peşinde koşanlarca o neslin eleştirilmesi düşünülemez.

Elbette gerçeğin tamamını sadece Allah bilir. Biz, kendi bildiklerimize ve sorgulayarak ulaştığımız sonuçlara göre, Allah’tan şöyle niyazda bulunuyoruz:

Allah’ım, Enver Paşanın taksiratlarını, tertemiz niyetlerle yaptığı salih amelleriyle karşıla. Onu, lütfunla, sonrakiler içerisinde iyi dille anılanlardan eyle. Enver Paşa döneminin nesli için de, yaptığımız aynı temennilerimizi, lütfunla, kabul eyle.

Allah, mekânlarını Cennet eylesin, ruhları şad olsun.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ENVER PAŞA ÜZERİNE 7 için yorumlar kapalı

NEFSİNİ İLAH EDİNEN, KİMSEYE MERHAMET ETMEZ

NEFSİNİ İLAH EDİNEN, KİMSEYE MERHAMET ETMEZ

 

Bilindiği gibi, küreselleşmenin en önemli göstergesi, ulaşım ve iletişimdeki gelişmelerdir. Bu açıdan bakılınca çağımıza, medya ve iletişim çağı denilebilir. Bu özelliği nedeniyle de çağımız, nefsini ilah edinenler için bulunmaz nimetlere sahiptir. Çünkü nefsini ilah edinen bir kişi, çok meşhur olmayı, insanların sürekli kendisinden bahsetmesini ister. İletişim çağı, ona bu imkânı fazlasıyla verir.

Bu yapıdaki kişi, kendisinden bahsedilmesini sağlamak için, önce, başkalarının dedikodusunu yapar. Başkalarının başlarına kötü şeyler geldiğinde sevinir. Onların acziyete düşmelerinden zevk alır. Fakat kendisinin dedikodusunun yapılmasına şiddetle karşı çıkar. Kendi acziyetinden, kendi kötülüklerinden bahsedilmesini istemez. Sadece kendisini övenleri duymak ister. Sürekli takdir edilmek ister. Bu ruh hali, kendisini öyle bir noktaya taşır ki, övgülerini abartmayanları yetersiz bulmaya başlar. Böylelerini çevresinde oluşturduğu birinci halkadan çıkarır. Birinci halkanın içerisinde sadece dalkavukları bırakır.

Durum bu hale gelince, nefsini ilah edinen kişi, artık gerçek bir zorba ve çekilmez bir zalim olur. Adil ve merhametli birini gördüğünde, ondan nefret eder. Çünkü adil ve merhametli insanlar çevrelerinde iyi anılırlar. Fakat zalim bir kişiyi dalkavukları dışında iyi anan pek olmaz. Bazen eski arkadaşlarından biri veya birkaçı, onun insanlar arasında giderek kötü tanınmaya başladığını ima ederler. Ama o, onlara da vaktiyle niye söylemediniz diye karşı çıkar. Onların kendisini kıskandıkları için böyle söylediklerini düşünür ve bildiğini yapar. Hâlbuki onlar geçmişte de benzer şeyleri söylemeye çalıştıkları için birinci halkadan uzaklaştırılmışlardır. Çevresinde kalanlar, onun duymak istediğini söyleyenlerdir. Çevresindekiler onun ne kadar adil ve merhametli olduğunu söylemektedirler. Bu söylenenlere giderek kendisi de inanıyormuş gibi tepki verir. Fakat gerçekler, gece yatağa yattığında peşini bırakmaz. İşte bu sebeple kendisinin yapamadığını yapan, adil ve merhametli insanları kıskanır ve onlardan nefret eder.

Bu kıskançlık ve nefret duyguları, giderek kendisini esir almaya başlar. Kendi çevresinde olmayan bazı insanlar, kendisinin yaptığı zalimlikleri ve olan bitenleri söylerler. Bu söylenenleri duyar, ama yalnızca kulağıyla duyar. Yüreğiyle duymaz. Duyduklarını sorgulayacak şuuru kapanmıştır. Bu durum, Yüce Yaradan’ın “onların kalplerini mühürledik” ifadesi ile örtüşmektedir.

Nefsini ilah edinen kişi, bazen, içine düştüğü kötü durumu anlar. Vaziyetini kurtarmak için, sahip olduklarını başkalarıyla paylaşır. O kişi eğer devletin imkânlarını kullanacak bir makamda ise, devletin varlıklarını da paylaşmaktan çekinmez. Böyle bir paylaşım yapmaktan maksadı, eğer, yardım ettiği insanların kendisini kutsamalarını sağlamaktır. Bu nedenle, yaptıklarını gösteriş içerisinde yapar. Gösterişini, en etkili reklamlarla destekler. Böylece kendisini kullarına lütfeden bir Tanrı gibi görmeye başlar.

Kendisini Tanrı gibi gördüğünü, elbette dile getirmez. Hattâ, çevresindekilerin fikri yapılarına uyması için, tam tersi şeyler bile söyleyerek, onların kalplerini fetheder. Peki, böyle bir kişinin insanları kandırıp kandırmadığı nasıl anlaşılır? Bir insanın, kendisini Tanrı gibi görmeye başlamasının bazı göstergeleri vardır. Birinci göstergesi, yardım ettiği, menfaat ilişkisi kurduğu insanları aşağılamasıdır. İkinci göstergesi, gücünü kaybettiğinde düşeceğinin ve bir daha kalkamayacağının korkusuyla, daha da gaddarlaşmasıdır. Üçüncü göstergesi, birinci derecede yakını bile olsalar, kendinden başka kimseye merhamet etmemesidir. Dördüncü göstergesi, eski dostlarını suçlaması ve daha önce düşman olduğu insanlarla veya guruplarla dost olmaya çalışmasıdır.

Görüldüğü gibi, nefsini ilahlaştıran kişi, bütün hıncını çevresinden çıkarmaktadır. Çevresi giderek mazlum durumuna düşmektedir. Fakat aslında, onun bu duruma gelmesinde, çevresi de suçludur. Çünkü çevresi, geçmişte zalim olduğunu bilmesine rağmen, ondan menfaatlenmek için, onun tanrılaşmasına göz yummuştur. Zalimin içine düştüğü, kendini Tanrı gibi görme serabından etkilenecek ikinci gurup, olaylara karşı duyarsız kalan ve “neme lazım” zihniyetini taşıyanlardır.

Artık, zalimin çevresindeki birinci halkadan başlayarak sonraki halkalar, zulme maruz kalırlar. Fakat bir şey yapamazlar. Çünkü zulümden paylarına düşene karşı duracak kuvveti kaybetmişlerdir. Eğer kendi nefsini ilah edinen bu kişiye, vaktiyle karşı çıkmış olsalardı, hem Allah indinde, hem de insanlar nezdinde haysiyetli konuma gelirlerdi. Şimdi ise, hem Yüce Yaradan indinde, hem de adalet ve merhamet sahibi insanlar nezdinde, onurlarını yitirdiklerinden, kendilerini çok güçsüz görmektedirler.

Durum şöyle tanımlanabilir. Kendi nefsini ilah edinen kişi, serap görmekte ve kendisini Tanrı gibi hissetmektedir. Tanrılar, ölümsüzdür. Bu sebeple o da, ölümsüz olmayı istemektedir. Hâlbuki kendisinin de mutlaka öleceğini bilmektedir. Fakat bilmemezlikten gelmektedir.

Bu arada, onu vaktiyle ilahlaştırmış olanlar, şimdi mazlum hale gelmişlerdir. Çünkü ilahlaştırdıkları insan onları aşağılamaktadır. Dalkavukların, neme lazımcıların aşırılıkları, dönmüş kendilerini vurmuştur. Bu defa onlar da kendilerinden daha alt konumdakilere, kendilerine davranıldığı gibi tavır koymaya başlarlar. Onlar da kendi çevrelerindekileri aşağılamaya başlarlar.

Gelinen bu ortam, kendini Tanrı gibi gören zorbanın ölümden korktuğu, geçmişte onun dalkavukluğunu yaptıkları halde mazlum hale düşenlerin, zalimliğe soyundukları bir ortamdır.

Artık kısır bir döngünün içerisine düşülmüştür. Bu çemberden çıkmak için tek çare, Allah’ın ipine sarılmaktır. Fakat çoğunda, bunu yapacak kudret kalmamıştır. Kendilerini çok aciz olarak görmeye başlamışlardır. Çünkü kimseye güvenemez olmuşlardır. Güvensizlik, onları yalnızlaştırmıştır. Karşıdan bakılınca hep birlikte imiş gibi görünürler. Fakat içten bakılınca hepsi yalnızdırlar.

Bu yalnızlıklarını ve acziyetlerini bastırmak için çabalamaya başlarlar. Fakat Yüce Yaradan’ın yol göstericiliğine sığınamazlarsa, bu gayretleri beyhudedir. Aksine, giderek, onlar da, sadece kulaklarıyla duymaya başlarlar. Yürekleriyle duyamazlar. Görürler, ama görmemezlikten gelirler. Hiçbir şey hissetmemeye başlarlar. Bu durum onları, daha da gaddarlaştırır. Gaddarlıkları arttıkça, yalnızlaşırlar. Yalnızlaştıkça, hissizleşirler. Hissizleştikçe, “benden sonrası tufan” anlayışına kapılırlar. Fakat bir gün bakarlar ki, kendileri son bulmadan tufan oluşmuştur. Bu tufan da, başkalarını değil, kendi arkadaşlarını ve kendilerini vurmuştur. Çünkü Allah zalimler güruhunu sevmez ve masumları korur.

Duymayan insan, kendi varlığından kaçıyor demektir. Kendisinden kaçan insan, bir gün en sıkıntılı zamanda kaçtığıyla karşılaşır. Tarih bütün bu anlattıklarımızın örnekleriyle doludur. O halde, zararın neresinden dönülürse kârdır.

Sayıları az da olsa, tarihte görülen güzel örnekler de vardır. Bunlar, tarihin en kirli sayfalarında yer almak üzereyken, ahirette en şiddetli cezaları hak eder duruma düşmüşken, kendilerine gelenlerdir. Onlar, insanların değil, Allah’ın rızasını kazanmaları gerektiğini anlamışlar ve derhal, Yüce Yaradan’ın istediği salih amelleri uygulamaya başlamışlardır.

Allah’ım, insanları ve kendilerini yalanlarıyla kandıranların, yanlışlarından dönerek, doğru yolu bulmaları ve güzel işler yapmaları için, iradelerine güç ver. Onların, çevrelerinin baskısından kurtulmaları için, mücadele azmi ver.

YAŞAM kategorisine gönderildi | NEFSİNİ İLAH EDİNEN, KİMSEYE MERHAMET ETMEZ için yorumlar kapalı

ENVER PAŞA ÜZERİNE 6

ENVER PAŞA ÜZERİNE 6

 

I. Dünya Savaşı devam ederken, Enver Paşa cepheleri ziyaret etmektedir. Ancak onun ziyaretlerinde, bazı gerçekler kendisinden gizlenebilmektedir. Bu arada Yakup Cemil de, sürekli cepheleri dolaşmaktadır. İhtiyaç olan yerlere gönderilmektedir. Hattâ bir defasında hapishanelerden bırakılan cinayet, ırza geçme gibi ağır suçlardan mahkûm olmuş insanlardan 2000 kişilik bir birlik kurarak, doğu cephesine destek vermişti. Böyle bir birliği, Yakup Cemil’den başkasının idare etmesi pek düşünülemezdi. Birlik içerisinde, 2000 civarındaki azılı mahkûma karşılık, sevk ve idareye yardımcı olmak için, yalnızca 10 kadar asker vardı. Bu haldeyken birliği, köylerin, kasabaların arasından yüzlerce kilometre yürüterek cepheye ulaşmıştı.

Babı Ali olayının kilit ismi olan Yakup Cemil, cephelerdeki askerlerin durumlarını daha rahat gözlemleyebilmiştir. 1916 yılının ortalarına doğru İstanbul’a döner. Enver Paşa ile görüşür. Cephelerdeki cephane, levazım durumlarının kötü olduğunu ve askerlerin morallerinin iyi olmadığını söyler. Almanlarla ortaklığı bırakıp, tek başımıza barış istememiz gerektiğini belirtir. Enver Paşa dâhil, diğer ileri gelenler bu teklifi kabul etmezler.

Eğer Enver Paşayı, gerçek verilerle eleştirmek istiyorsak, bu konu üzerinde durmalıyız. Nitekim İtalyanlar, her iki Dünya Savaşında da, harp devam ederken saf değiştirmişlerdir.

Şimdi düşünelim. Yakup Cemil ve bazı insanların bu teklifleri karşısında, yönetimde biz olsaydık ne yapardık, karar vermeye çalışalım. Ama daha savaşın devam ettiğini ve karşımızdaki İtilaf Devletlerinin, kayda değer bir başarıları olmadığını da unutmadan fikir yürütelim.

Fikir yürütebilmek için öncelikle araştıracağımız konu, tarihi bilgilerimiz olmalıdır. Tarihte Türklerin, bir savaşa beraber girdikleri dostlarını bırakarak, onları arkadan vurdukları bir örnek var mı diye aramalıyız. Sonrasında ise, “tarihte olmamış, ama her şeyin bir ilki vardır” diye düşünerek, kabul ettiğimizi varsayalım. Bu durumda savaşı, kesinlikle ve kısa sürede İtilaf Devletleri yani, İngiliz, Fransız ve Ruslar kazanırlardı. Bu üç ülke, savaş bittikten sonra, “ortağını arkadan vuran, yarın bizi de vurur” diyerek Türklerin üzerine gelirlerse, ne yapılabilirdi? İtalyanlar, Romanın mirasçısı gibi algılandıklarından ve aynı dine mensup olduklarından, onlar için böyle düşünülmeyebilir. Fakat İtilaf Devletlerinin Türklere bakışları çok farklıydı. Türkleri Anadolu’dan atmayı hedeflemişlerdi. Atilla Handan beri, Türklere karşı mesafeliydiler.

Demek ki, yapılacak tek şey vardı. O da savaşa devam etmekti. Buna ilaveten tedbir için, cephe sayısını mümkün olduğunca azaltmak, askeri planlar açısından faydalı olurdu. Örneğin, Yemen ve Arabistan’dan çekilmek, cepheyi çok daraltırdı. Hattâ Halep ve Kerkük’e kadar çekilerek, cepheyi oralarda tahkim etmek, levazım ve asker desteği açısından çok iyi olurdu. Yani bir nevi, Misakı Milli gibi olan sınırlarına gerileyerek, kuvvetlerimizi orada toplayıp, daha güçlü bir şekilde karşılık vermek, askerlik bakımından en mantıklısıydı.

Enver Paşayı eleştiren insanlar olarak, Enver Paşanın böyle bir çekilmeye karar verdiğini düşünelim. Türklerin çekildiği bölgeleri, elbette İngiliz ve Fransızlar işgal edeceklerdi. Eğer bu işgal olsaydı, bugünden geriye baktığımızda, acaba ne düşünürdük? Hicaz bölgesini, yani kutsal toprakları İngilizlere bırakıp çekildiği için Enver Paşayı suçlar mıydık, yoksa iyi yapmış mı derdik? Kudüs’ü İngiliz, Fransız ve Ruslara terk ettiği için, başka çaresi yoktu mu derdik?

Veya Mısır’ı, Kıbrıs’ı İngilizlere bırakan, Balkanları ve Erzurum’dan ötesini ise 1877-78 deki “93 Harbi” sonrası Ruslara bırakan, dolayısıyla en çok toprak kaybının yaşandığı II. Abdülhamit Han dönemi için, “hiç toprak kaybı yaşanmadı” dediğimiz gibi, “buralar, Enver’in zamanında kaybedilmedi” yalanını mı yayardık? Ya da 93 Harbinde, Plevne’ye donanmayı göndermeyerek ve karadan da ciddi bir takviye yollamayarak İstanbul’u koruyacağını düşünen, ama Plevne kaybedilince, düşmanın hızla Çatalca’ya kadar geldiğini görünce, İstanbul’u kurtarmak için İngilizlerden yardım isteyen II. Abdülhamit Hanı övdüğümüz gibi, Enver’i de metheder miydik?

II. Abdülhamit Han döneminde kaybedilen Mısır’ı, İngilizlerden geri almak için yaptığı kanal harekâtında başarısız olununca, Cemal Paşayı şiddetle eleştiriyoruz. Peki, Enver Paşaya da, niye Anadolu dururken, uzaktaki ve sadece yöneticilerin Türk olduğu, halkı da Arap kökenli bölgelere askerimizi yolladın diye kızar mıydık?

Bu sorulara ayna karşısında ve gözümüzü kendimizden kaçırmadan cevap verdiysek, Enver Paşayı izlemeye devam edelim.

Rusya’da, 1917 Ekim Devrimiyle Çarlar devrildi. Rusların savaştığı doğu cephesi çöktü. Savaşın ibresi Almanlara doğru döndü. Bunun üzerine ABD, İngiliz ve Fransızlara verdiği desteği hem artırdı, hem de hızlandırdı. Bu yardımların sayesinde, savaşın seyri 1918 de Almanların aleyhe döndü. İtilaf Devletlerine, ABD’den silah, para, yiyecek gibi yardımlar zaten geliyordu. Ama Ruslar çökünce, ABD, askerini de Avrupa’ya yollamaya başladı. Denizden de kuşatılan ve halkı açlıkla karşı karşıya kalan Almanlar, 3 Ekim 1918’de, ABD Başkanı Woodrow Wilson’a başvurarak ateşkes istediler. Dikkat edilirse, Almanlar, ateşkes için İngilizlere başvurmadılar. ABD’ye başvurdular. 

Bu sırada Selanik’i savunan Bulgarlar, 29 Eylül’de yenilince, İstanbul için tehlike başladı. Hem Almanların savaşı bırakmaları hem de Selanik’in düşmesi üzerine, İttihat Terakki barış istedi. Onlar da Wilson’ın, yayınladığı prensiplere uyacağını düşünüyorlardı. Böyle olmadığını anlayınca, barış isteği için başvuran Talat Paşa Hükümeti istifa etti. ABD ve İtilaf Devletlerinin, İttihat Terakkiye olan kızgınlığını bilen üç önder, barış anlaşmasını yeni bir hükümetin yapması durumunda, dayatılacak şartların daha hafif olacağını düşünmüşlerdi. Fakat galipler yumuşamadılar. Çünkü kızgınlıkları İttihat Terakkiye değil, onların dirilttiği Türk Milletine idi. Bilhassa Churchill, hem kendi siyasi geleceğini bitirme noktasına gelen Enver Paşaya kızıyor, hem de öldü dediği Türklerin yeniden dirilmelerini hazmedemiyordu.

Mondros Mütarekesinin şartlarının çok ağır olduğunu gören Enver Paşa ile birlikte Talat Paşa ve Cemal Paşa, üç gün sonra Alman gemisiyle İstanbul’u terk ettiler. 1917’ye kadar Sadrazamlık yapan Said Halim Paşa, İstanbul’da kalmayı yeğledi. İngilizler İstanbul’u işgal edince Malta’ya sürüldü. İttihat Terakkinin üç önderinden oldukları için her şeyin hâkimi oldukları iddia edilen Enver Paşa, beş yıla yakın Harbiye Nazırlığı ve Baş Kumandan Vekilliği yaptı. Hiç Sadrazamlık yapmadı. Talat Paşa önce Hariciye Nazırlığı sonra, bir yıl civarında Sadrazamlık yaptı. Cemal Paşa ise sadece Bahriye Nazırlığı yaptı.

Enver Paşanın konumunu ve halet-i ruhuyesini daha iyi anlamak için Yakup Cemil’in idam edilmesi olayına çok kısaca değinmekte fayda var. Yakup Cemil, gözünü budaktan sakınmayan, şahsi hiçbir menfaat peşinde koşmayan, başardıklarını anlatmayı küçüklük sayan, sözünü de kimseden esirgemeyen ama kabadayı mizaçlı birisiydi. Bu sebeple, Talat Paşa ve İttihat Terakki Genel Merkezi ondan çekiniyordu. Yakup, daha İstanbul’a gelmeden, onun aleyhine çalışmalara başlamışlardı. İstanbul’a geldiğinde, yazımızın başında belirttiğimiz gibi “savaşı bitirmemiz şart” diyerek Enver Paşa dâhil hepsini uyardı. Teklifine olumlu cevap alamadığını görünce, muhtemelen kendince plan yaptı. Talat Paşa hükumetini devirerek, yerlerine yeni bir hükumet kurmayı hedefledi. Başaramadı. Tutuklandı. Daha sonra çıkarıldığı mahkemedeki sorgusu sırasında, Sadrazam olarak, Mustafa Kemal, Fethi (Okyar) veya Cemal Paşadan birini yapmak istediğini söyleyecekti. Aynı 1913’teki Babı Ali vakası gibi yapacaktı. Kafasındaki muhtemel tarih, 23 Eylül 1916 idi.

Bu gelişmelere rağmen, Enver Paşanın, Yakup Cemil’e olan güveni sarsılmadı. Onu kaymakamlık görevine getirmeyi düşündü. Ama İttihat Terakki içerisinde büyük efendi olarak bilinen Talat Paşa, Yakup Cemil’den çok çekindiği için çeşitli oyunlar kurguladı. Enver ile arasını açmaya çalıştı. Başaramadı. Hattâ mahkeme son safhasındayken, Enver Paşanın devlet işlerini görüşmek üzere Almanya’ya gitmesi gerekiyordu ve giderken “ben dönene kadar Yakup Cemil hakkında mahkeme kararı ne olursa olsun, uygulanmasın” demişti. Fakat Enver’in yokluğunda Talat Paşa, Yakup Cemil’i idam ettirmeyi başardı. Yakup Cemil ile birlikte, Enver Paşaya yakın birçok kişi daha çeşitli hapis cezaları aldı.

Yakup Cemil olayı, İttihat Terakki ileri gelenleri arasındaki uyuşmazlıkların bir göstergesidir. Bilhassa Enver Paşa ile Talat Paşanın arasındaki anlaşmazlığın belirtisidir. Dolayısıyla sadece bir Harbiye Nazırı ve Genel Kurmay Başkanı olan Enver Paşayı, her şeyin tek hâkimi olarak değerlendirerek suçlarsak, iddialarımızın temelinin yanlış olduğunu söyleyerek, bizi inandırıcı bulmazlar. Bu suçlama, belki Talat Paşa için yapılsa, daha inandırıcı olur. Çünkü Talat Paşa, “büyük efendi” konumundadır ve Almanların Talat Paşa ile daha iyi anlaştıkları bilinmektedir. Nitekim Yakup Cemil, Almanlarla ortaklığı bozmak için çalıştığından, Talat Paşanın düşmanlığını kazandı diye düşünülebilir. Bilindiği gibi Yakup Cemil, Almanların Türklere kumanda etmesine, her yerde yüksek sesle itiraz etmiştir. Ayrıca Almanlar, mahkemenin bütün safhalarını takip etmişlerdir.

Bu olayda Enver Paşanın suçlanabileceği şey, idamın gerçekleştirilmesinden sonra, Yakup Cemil’in hanımı ve iki kızıyla devletin ilgilenmemesidir. Fakir bir insan olan Yakup’un ailesi de, idamdan sonra çok fakirlik çekmiştir. Devletine hizmetleri olan birisi, bazen kendi başına buyruk hareket etmiş, kabadayı yöntemi ile günlük çözümlerin peşine düşmüş, devlet düzenine tam uyum sağlayamamış bile olsa, vatanını çok sevmiş, kendi menfaatini düşünmeden, kimseye haksızlık etmeden, dürüstçe ve ölümüne mücadele etmiş bir insanın ailesini, devlet açıkta bırakmamalıydı. Bu durum, hem Enver Paşanın, hem İttihat Terakki Hükumetinin, hem de Padişahın ayıbıdır. Nice sonra, ailesine kişi başına 33 kuruştan, 99 kuruş maaş bağlanmıştır. Bu miktar bile, çok yetersiz kalmıştır.

Enver Paşanın yurt dışına gittikten sonraki faaliyetlerini, bir sonraki yazımızda irdeleyeceğiz.

Genel kategorisine gönderildi | ENVER PAŞA ÜZERİNE 6 için yorumlar kapalı

KENDİ İSTEĞİ DIŞINDA DÜNYAYA GELEN, İMTİHAN EDİLİR Mİ

KENDİ İSTEĞİ OLMADAN DÜNYAYA GELEN BİR İNSANIN, İMTİHAN EDİLMESİ YANLIŞ MIDIR

 

Bilindiği gibi, insan varlık sahasına kendi isteği dışında gelir. İnsan dışındaki varlıklar da aynı durumdadır. Cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar, cinler ve meleklerin hepsi, kendi istekleri olmadan varlık âlemine gelmişlerdir.

Bu varlıkların içerisinde imtihana tabi tutulacak olanlar, cinler ve insanlarıdır. Cinler hakkında bizim bir bilgimiz yoktur. Hattâ Kur’an bahsetmemiş olsa, varlıklarını bile bilemeyiz. Bu sebeple biz, insanın imtihanı hususunu irdelemeye çalışacağız.

Allah, insana Kendi vasıflarından yansımalar vermiştir. Nitekim insanı, diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliği, Yüce Yaradan’ın verdiği akıl, vicdan ve iradedir. İnsan, aklı ile düşünerek, kendisini bilme özelliğine sahiptir. İnsan, bilinen varlıklar içerisinde, kendine anlam bulabilen bir mahlûktur. Bu ve diğer vasıflarından dolayı insan, Allah’ın, yeryüzündeki vekil yöneticisidir.

Yüce Yaradan, insana verdiği bu vasıflara ilaveten ona özgürlük vermiştir. Görüldüğü gibi, Allah, insanı böylesine özelliklerle donatarak, kâinattaki bilinen ve bize Kur’an’da bildirilen varlıkların içerisinde,  üstün bir konuma getirmiştir. Belki de bu sebeplerle, evrenin ve dünyanın düzenini, insanın yaşamını sağlayacak şekilde oluşturmuştur. Kâinatta ve yeryüzünde mevcut olan cansız varlıkların özellikleri ve dünyadaki diğer canlı varlıkların yaşam kanunları, insana hizmet edecek şekilde planlanmıştır.

Ayrıca, Allah, insan hayatının kalitesini artırmak için, kişileri yalnız yaşamaktan kurtarmış ve toplum içerisinde yaşayacağı, sistemli bir yapı oluşturmuştur. Eğer insanlar da bitkiler gibi yalnız yaşasalardı, imtihana tabi tutulmaları, yeterince anlamlı olmazdı.

Diğer taraftan, eğer, Yüce Yaradan insanlara, akıl, vicdan ve irade vermeseydi, imtihana çekilmeleri anlamsız olurdu.

Benzer şekilde, eğer, Allah, insanları, düşüncelerinde ve davranışlarında hür bırakmasaydı, insanları imtihan etmesi kabul görmezdi.

Fakat bazı insanlar, “Allah’ın bize verdiği bu vasıfları, bize vermesini biz istemedik. Biz istemeden bize verilen bu özelliklerden dolayı imtihan edilmemiz yanlış olur” diye düşünebilir.

Onların bu fikirlerinin sağlamlık derecesini anlayabilmek için, Yüce Yaradan’ın bize verdiği akıl ve diğer özellikleri kullanarak, konuyu irdelemeye çalışalım.

Önce Allah’ın bizi imtihan ettiği hususları gözümüzün önüne getirelim. Bunu yapınca görürüz ki, Yüce Yaradan, bizi yapamayacağımız bir iş ile imtihan etmiyor.

Örneğin, bir çiftçiye, “gel bakalım, ata binmesini iyi öğrenebilmiş misin” demiyor. Bir tekstil işçisini, başka bir iş alanında imtihan etmiyor. Bir doktora, mühendislik hesapları sormuyor.

Peki, Allah, genel anlamda nelerden sınav yapıyor? Önce insanın kendi vücuduyla ilgili imtihan ediyor. Kişiye verdiği ve çok üstün özelliklerle donattığı vücudu, kişinin nasıl kullandığını sorguluyor.

Bizler, diyelim ki, aracımızı teslim ettiğimiz şoföre, makinemizi kullanacak operatöre, emanet ettiğimiz makineleri nasıl kullandıklarını sorguluyorsak, Yüce Yaradan da, bizden soruyor.

Biz aracımızı, nasıl, arızası bile olmadan servise götürüp baktırıyorsak, Allah da bize emanet ettiği vücudumuza bakmamızı istiyor.

Bilindiği gibi, bedensel lezzetler olan yeme-içme ve şehvet duygusu, insanlar için faydalıdır.  Yeme-içme lezzeti, insanın kendisini yaşatır. Şehvet lezzeti de, nesillerin oluşmasını sağlar. Dolayısıyla, insanlık devem eder.

Eğer, bedenimizin yeme-içme, şehvet gibi ihtiyaçlarını karşılamakta aşırı gidersek, iki yönde zarara uğrarız. Birincisi, doğrudan vücudumuzdaki hormon yapısı ile yağ-su-kemik-kas dengesini bozarak, kendi sağlığımızı kaybetmeye başlarız. Ya sağlıklı insanlardan daha az yaşarız ya da sıkıntı içerisinde ömür tüketiriz. İkincisi, tatminsiz hale geliriz.

Eğer, vücudumuzun yeme-içme, şehvet gibi ihtiyaçlarını karşılayamazsak, yine iki açıdan zarar görürüz. Birincisi, ölü gibi yaşarız veya erken yaşta ölürüz. İkincisi, bilhassa şehvet konusunda tatminsiz oluruz.

Yukarıda görüldüğü gibi, vücudumuzun ihtiyaçlarını aşırı karşılamamız ile karşılayamama mızın sonuçları, birbirine benzemektedir. Her ikisi de insanın aleyhinedir.

Eğer insan, şerefli bir nefse sahip olursa, huzur bulur. Çünkü şerefli nefis, bedenî lezzetlere, aklıselimin çizdiği sınırlar içerisinde yer verir. Ne tamah eder, ne de reddeder.

O halde, Yüce Yaradan’ın bize emanet ettiği vücudumuza, yine Allah’ın bize verdiği akıl, vicdan ve iradeyi kullanarak bakarsak, imtihandan başarıyla çıkarız. Buradan anlaşılan o ki, Allah, imtihanda bizim muvaffak olmamız için gerekli donanımı bize vermiştir. Bizim sonradan, ilave bilgiler edinmeye bile ihtiyacımız yoktur.

Demek ki, Allah’ın, bizi, Kendi verdiği vücut ile imtihan etmesi, aslında bizim bu dünyadaki yaşamımızın kalitesini artırmak içindir.

Allah’ın insanlardan hesap soracağı ikinci konu, birlikte yaşadığı diğer insanlarla ilişkileridir.

Bir insan, kendisine yapılmasını istemediği şeyleri başkalarına yaparsa, Allah’ın imtihanında başarısız olur. Dolayısıyla bu imtihan konusundan da anlaşılıyor ki, Yüce Yaradan, aslında insanın bizzat kendisini koruyor. Çünkü bize yapılmasını istemediğimiz şeyleri, biz başkalarına yapmazsak, onlar da bize aynı şekilde davranmak ihtiyacını hissederler. Bize, bizim onlara tavrımızdan daha kötü davrananlar, bizim karşımızda hep mahcup olurlar.

Şimdi, konuyu daha iyi kavramak için, kısaca, Allah’ın bize yasakladıklarına bir göz atalım. İlk olarak Enam Suresinin 151 ve 152inci ayetlerinde haram kılınan şeyleri hatırlayalım. Bize verilen emirler ve yapmamız gereken sorgulama şöyle:

  1. Fuhuş yapmayın: (Kim, kendi eşinin veya çocuklarının kendi bilgisi dâhilinde ve gözü önünde, fuhuş yapmasını ister?)
  2. Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin: (Kim, çocuğunu fakirlik korkusuyla öldüren bir kimseye iyi gözle bakar?)
  3. Haksız yere cana kıymayın: (Kim, kendisinin canına, hem de haksız yere kıyılmasını ister?)
  4. Yetim malını haksız yere yemeyin: (Hangi yetim, kendisine ait malları, kendi reşit değilken, başkasının yemesine iyi gözle bakar?)
  5. Anne babaya isyan etmeyin: (Hangi anne baba, kendilerinin yetiştirdiği çocuklarının, kendilerine isyan etmelerini ister?)
  6. Ölçü ve tartıyı tam adaletle yapın: (Kim, aldığı bir malı, tam ücret ödediği halde, eksik almaya yani kendi malından hırsızlık yapılmasına rıza gösterir?)
  7. Yalancı şahitlik yapmayın: (Kim, haklı olduğu bir davada veya konuda, yalancı şahitler yüzünden, haksız duruma düşmesini normal karşılar?)
  8. Allah’a (ve insanlara) verdiğiniz sözü tutun: (Kim, kendisine verilen sözlerin bazen Allah’ı da şahit tutarak verilmesine rağmen, yerine getirilmemesine, tam tersinin yapılmasına iyi gözle bakar?)
  9. Allah’a ortak koşmayın: (Hangi anne, çocuğunun, başka kadınları da aynı öz annesi yerine koyarak, onlara annesiymiş gibi davranmasına razı olur?)

Yukarıdaki yasaklar, muhtemelen Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberleri aracılığıyla, insanlara hatırlatılmış şeylerdir. Zaten bunlar hatırlatılmasaydı bile, Allah’ın insanlara verdiği vasıflar sayesinde, insanların birçoğu bu sonuçlara ulaşabilirdi.

İmtihana tabi tutulacağımız yasaklar konusunu işleyen bir başka ayet, Bakara Suresi 173’dür. Bu ayete göre, hayatiyetin devamı gibi bir zorunluluk olmadıkça, leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkasının adına kesileni yemek haramdır. Şimdi soralım: Kim, bu yasaklardan olan leş ve kan yemeyi ister?

Ayetteki yasaklardan, domuz eti yeme dışındakiler, muhtemelen başka peygamberler aracılığıyla da yasaklanmıştır. Domuz eti yememe konusu, Hz. Muhammed’in ümmetinin bir mensubu olduğunu gösteren bir rozet gibi algılanabilir. Ayrıca Hz. Âdem ve Hava’ya yasaklanan ağacın meyvesi gibi veya Yahudilere konulan Cumartesi av yasağı gibi, imanın ölçülmesinin bir yöntemi olarak düşünülebilir. Muhtemelen bizim henüz bilmediğimiz bir başka hikmeti de olabilir.

Yüce Yaradan’ın ayette belirttiği diğer bir yasak, Allah’ın adına değil, başkasının adına kesilenlerin yenilmesidir. Burada mantıksız bir talep yoktur. Çünkü hangi ebeveyn, çocuklarına aldıkları yiyecekleri, evlatlarının yemeyerek, aksine, başkalarının verdikleri yiyecekleri yemelerine, yerken de, onları ebeveynleri yerine koyarak övmelerine razı olur?

Bir başka yasak konusu, Nisa Suresi 29uncu ayette bahsedilir: “Ey inananlar, mallarınızı aranızda batılla yemeyin. Kendi rızanızla yaptığınız ticaret başka…” Ayetteki yasakla bağlantılı olarak şu soru sorulabilir: Kim, kendi rızası dışında ve haberi olmadan, kendi malını başkasının yemesine razı olur?

Bu konuyla bağlantılı olarak, daha birçok ayet irdelenebilir. Her ayetle ilgili olarak da, yukarıdaki soruların benzerleri sorulabilir. Bütün bu soruları sorduğumuzda görürüz ki, Allah’ın, bizi imtihan ederken bizden istediği, sadece, başkalarının bize yapmasını istemediğimiz şeyleri bizim başkalarına yapmamamız. Görüldüğü gibi, bu isteğin amacı bizi korumaktır. Dolayısıyla, bizim için bir imtihan olarak değerlendirilemez. Çünkü bir şekilde varlık âleminde bulunduğumuzu düşünüyorsak ve bizi bir yaratan olduğunu da kabul etmiyorsak bile, bizim birinci görevimiz, kendimizi korumak olur. Eğer bizim kendimizi, hem bedenen hem de sosyal ilişkiler açısından korumamızı, imtihan olarak kabul etsek bile, bu imtihana itiraz etmemiz yanlış olur. Çünkü kendimizi koruyoruz.

Peki, imtihanın amacı bizi korumak ise, Yüce Yaradan, neden imtihan edilmemizden bahsediyor? Bizi, bizden mi koruyor? Bu hususta fikir yürütebilmek için, aşağıdaki iki ayeti yorumlamak faydalı olacaktır.

43 Zuhruf Suresi 32: “Ey Muhammed! Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını diğerlerinden derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.”

16 Nahl Suresi 71: “Allah, rızık yönünden bir kısmınızı diğerlerinden üstün kıldı. Kendilerine bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere vermiyorlar ki, onda eşit olsunlar. Durum böyle iken, Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?”

Zuhruf 32’de görüldüğü üzere, sosyal bir düzen kurabilmemiz, birbirimizin eksik yönlerini tamamlayarak takım olabilmemiz için, Allah, bizlerin derecelerimizi birbirimizden faklı kılmış. Muhtemelen aynı sebeplerle, Nahl 71’de belirtildiği üzere, bazılarımıza rızkı fazla vermiş. Ama fazla verdiklerine de bir şart koşmuş. Ve mealen şöyle demiş: “Sizin toplum olarak yaşamanızı sağlayacak iyi bir düzen kurabilmeniz için oluşturduğum bu derecelendirmeyi istismar etmeyin. Varlıklarınızı, diğer insanlarla paylaşın. Bilin ki, sahip olduklarınızın hepsi, Allah’ın size verdikleridir. Sizin kendinizin değildir.”

Şimdi bu ayetleri de dikkate alarak tekrar düşünelim. Bir yaratıcı olmadığını ve her şeyi kendisinin başardığını zanneden bir insanın ilk hedefi, kendini korumaktır. Kendini korumak için hep güçlü olmak isteyecektir. Dolayısıyla kendini korumak için her yolu mubah görecektir. Böyle bir durumda, daha fazla rızk verilen ve farklı özelliklere sahip olan bir insan, başkalarını ezmekte beis görmeyecektir.

İşte Yüce Yaradan’ın, bazı insanların ezilmelerini önlemek amacıyla imtihan ortamı oluşturması, aslında, olması gereken ve arzu edilen bir durumdur. Nitekim hayatının büyük bölümü, dini afyon olarak gören Marksist bir zihniyete sahip olan Mareşal Tito’nun, ölümünden kısa süre önce söylediği şu sözler, imtihan ihtiyacının dile getirilişidir:

“Yoldaşlar, ben ölüyorum artık… Ölümün ne derece korkunç bir şey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün; ölmek, yok olmak… Toprağa karışmak ve dönmemek üzere gidiş… İşte bu çıldırtıyor beni… Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak… Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek… Ne korkunç bir şey anlamıyor musunuz?

Ben Allah’a, peygambere ve ahrete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kâinatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koruyucusu olmalıdır…

Mazlumca gidenlerle, zalimce gidenlerin hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını alamadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlarla yaptığımız eza ve zulümler, şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette…

Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inancı taşıyorum yoldaşlarım, sizler de dersiniz deyin!”

Mesele bu kadar mantıklı iken, insanların bazısı acaba bu imtihan hususunu neden yanlış buluyorlar? Bu sorunun cevabının bir yönünü, Mareşal Tito yukarıda, “göz kamaştırıcı makamlar (ve zenginlikler)” olarak açıklamış. Başkalarını ezerek, hak yiyerek zengin olanlar veya makamlara gelenler, imtihan edilmek istemezler.

Sorunun bir diğer cevabı, dini anlatan bazı insanların, kendilerini Allah’ın yerine koyarak, insanlara her şeyi zorlaştıranların anlatımlarıdır. Yüce Yaradan, bu konuda bizleri şöyle uyarıyor.

5 Maide Suresi 87: “Ey inananlar, Allah’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz yiyecekleri haram etmeyin. Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez.” Yüce Yaradan, Nahl 116 da benzer vurguyu yapar.

İnanan insanlar bazı şeyleri kendi düşüncelerine göre haram ilan ettikçe, insanlara yaşamı zorlaştırdıkça, insanların mallarını haksız yere yedikçe, bu ortamlardan bıkan insanlar, “bu imtihan da neyin nesi, zaten dünyaya gelmeyi biz istemedik” diye söylenirlerken, haklı konuma gelirler. Fakat onlar, Yüce Yaradan’a değil, Allah’ın dinini kendi menfaatlerine uyduran bazı insanlara kızmaktadırlar.

Diğer taraftan, Tevbe Suresi 34’de Yüce Yaradan, bizleri bazı din adamlarına karşı uyarıyor: “Ey iman edenler, şurası bir gerçektir ki, Yahudi hahamları ile Hristiyan rahiplerinin birçoğu, insanların mallarını haksız yere yerler ve onları Allah yolundan saptırırlar…”

Ayette bahsedilen haham ve rahiplerin davranışlarının aynısını, maalesef Kur’an’ı anlatmakla yükümlü olan imamların birçoğu da sergilemektedir.

Şimdi tekrar düşünelim. Din adamlarının birçoğunun bile, insanların mallarını haksız yere yedikleri, insanları Allah’ın yolundan saptırdıkları bir ortamda, Yüce Yaradan’ın, masum ve düzgün insanları korumak için kurduğu imtihan sistemini, kimler mantıksız olarak niteler? Kimler, itiraz eder? Herhalde yalnızca, başkalarını kandırarak hak yiyenler ve ezenler, yani kendilerini, akıl, vicdan ve iradelerinin değil, hormonlarının yönettiği insanlar itiraz ederler.

KUR'AN ÜZERİNE, YAŞAM kategorisine gönderildi | KENDİ İSTEĞİ DIŞINDA DÜNYAYA GELEN, İMTİHAN EDİLİR Mİ için yorumlar kapalı

ENVER PAŞA ÜZERİNE 5

ENVER PAŞA ÜZERİNE 5

 

 I. Dünya Savaşına girildikten sonraki ilk ciddi eylem, Sarıkamış Harekâtıdır. Bilindiği gibi Sarıkamış, 93 Harbinde II. Abdülhamit Han döneminde, Ruslara bırakılmıştı. Sarıkamış Savaşı, sadece bir savaş yeri ismi değildir. Sarıkamış Harekâtı, aslında bir kuşatma harekâtıdır. Bunu anlayan Rus General Michaevelevski, harekât sırasında ordusuna geri çekilme emri vermiştir.

Sarıkamış Harekâtının yapılmasının birinci sebebi, Bakü petrollerine ulaşmaktır. Enver Paşa ve İttihat Terakki, Almanlarla mecburen işbirliği yaptıklarının şuurundadır. Bakü petrolleri olmazsa, Almanlara mahkûm kalınacaktır. Almanlarla birlikte yaptıkları bu savaşı kazansalar bile, sonradan Almanlar Türklerle aralarını bozmaya kalkışırlarsa, nasıl karşı konulacaktır. Bu sebeple Enver ve İttihat Terakkinin görüşüne göre, önce Bakü petrollerine sonrasında da dünyadaki bütün Türklere ulaşmak şarttı. Çünkü Avrupalı ve Rus yazarların çoğunun görüşü, Türkleri Anadolu’dan dışarı atmaktı.

Günümüzden bakarak, Sarıkamış Harekâtının başarısızlıkla sonuçlandığını bildiğimiz için, Enver Paşanın bu fikrine itiraz ederek, onu hayalcilikle suçlamak kolaydır. Ama kendimize şu soruyu soralım. Savaşı Almanlar kazansaydı, Türkler, diğer Türklerle birlik hale gelmeselerdi ve Almanlar, Türkleri saf dışı bırakmak isteselerdi, bu defa biz, Enver Paşayı, ileriyi görememekle suçlamaz mıydık?

Nitekim savaşı Almanlar kazansaydı, sonucun böyle olacağının bir göstergesi I. Dünya Savaşının sonlarına doğru yaşanır. Enver Paşanın kardeşi olan ve Trablusgarp’tan beri yanında olan Nuri Paşa, komutanlığını yaptığı Kafkas İslâm Ordusu ile 15 Eylül 1918 de Bakü’ye girer. Türklerin bu başarısından korkan Almanlar, hemen Gürcistan ile bir anlaşma imzalarlar. Anlaşmanın en önemli maddesi; eğer Türkler, Gürcistan’a saldırırsa Almanlar, onları koruyacaktır. Görüldüğü gibi, daha savaş devam ederken, Almanlar, Enver Paşanın düşüncesini teyit etmişlerdir.

Sarıkamış Savaşının ikinci sebebi, Rus ordusunun arka tarafına sarkarak, onları iki ateş arasında bırakmaktır. Bilindiği gibi, Erzurum ve ilerisindeki vatan toprağı, 1878 yani 93 harbinde, Rusların eline geçmişti.

Sarıkamış Harekâtının kışın planlanmasının sebebini, böyle mücadelelere katılmış askeri uzmanlar, şöyle açıklarlar: “Rusların yiyecek, içecek, giyecek, yakacak ve cephane kaynakları, Türklere göre bitmez tükenmez derecede boldu. Bu yüzden taarruz yaza bırakılamazdı. Çünkü bahar geldiğinde, Rusları durdurmak mümkün olmayabilirdi. Erzurum’dan yola çıkacak 500.000 kişilik, levazım desteği güçlü bir Rus ordusu, soluğu boğazda alırdı.”

PKK mücadelesinde ünlenen Tümgeneral Osman Pamukoğlu Paşa da, mevsim konusunda benzer düşünceyi şöyle savunur: “Muharebede her mevsim ayrı ayrı kıymete sahip, kış mevsimi ise en kıymetlisidir.”

Başlangıçta Erzurum Köprüköy muharebesinde Türkler, Rusları yenerler. Erzurumlu araştırmacı yazar Nevzat Kösoğlu’nun, Şehit Enver isimli kitabında aktardığına göre, Sarıkamış Savaşı’nın kaybedilmesi, 7-8 tersliğin üst üste gelmesinden dolayıdır. Savaşın kaybedilmesindeki bu sebeplerin önemlilerinden birisi, Enver Paşa’nın sınıf arkadaşı olan 10uncu Kolordu Komutanı ve Enver gibi Sarayın damadı olan Hafız Hakkı Paşadır. Bu konuda Tuğgeneral Ziya Yergök (Sarıkamış kitabı s.123), “Hafız Hakkı Paşa, (10. Kolordu Komutanı) plana aykırı davranarak koskoca bir kolorduyu Allahüekber Dağları’na saplamasaydı, Sarıkamış kesin olarak alınır, geçici de olsa amaca ulaşılmış olurdu.” der. Fakat işin ilginç tarafı, Sarıkamış Savaşının kaybedilmesinde etkili olan Hafız Hakkı Paşa, Murat Bardakçı’nın aktardığına göre, tuttuğu günlüklerde hatasını anlamış ve “Yarabbi, bu felâkete ben sebep oldum, yine ben tamir edeceğim” diye yazmıştır. Fakat kısa süre sonra vefat etmiştir.

Bir diğer önemli sebep, Sarıkamış kalesinin önüne Enver Paşa ile birlikte gelen kuvvetlerin komutanlarının, askerin yorulduğunu söyleyerek ısrarla dinlenmesini istemeleridir. Enver Paşa gibi, bu konularda dur durak bilmeyen bir kişinin, insafa gelip, tamam demesi, aleyhe olmuştur. Yolda gelirken ısınıp terleyen askerler, durup uyumaya kalkışınca, birçoğu donmuştur. Muhtemeldir ki, bu olayda 4-5 bin er, şehit olmuştur.

Bütün bu gelişmelere rağmen, Sarıkamış Savaşının sonuçları, yeterince irdelenmemiştir. Enver Paşanın bazı hasımları, Enver’in ülkeden gidişinden sonra, Sarıkamış hakkında yanlış bilgiler ortaya atmışlardır. Savaşta, 90.000 askerin tek kurşun atmadan şehit olduğu iddiası otaya atılmıştır. Bu iddiayı 1922 yılında yazdığı kitapta ortaya atan Binbaşı Şerif Beydir. Binbaşı Şerif Bey de aynı Hafız Hakkı Paşa gibi, kendine verilen görevi yapmayanlardandır. Ancak kitabının çıktığı dönem, Anadolu’da Mustafa Kemal’in Yunanlılarla boğuştuğu devirdir. İşte bu ortamda, Enver Paşanın Anadolu’ya gelmesi ihtimalini bertaraf etmek için ortaya bu ve benzeri iddialar atıldı. İşin kabul edilmesi güç olan yanı, halen bu iddiaya inanılmasıdır.

Gerçeği öğrenmek isteyenler, Genel Kurmay Başkanlığının kayıtlarını araştırabilirler. Ordunun kayıtlarına göre, Türklerin şehit sayısı 23.500, kayıp ve kaçak sayısı ise 10.000 civarındadır. Rusların kaybı ise, 32.000 dolayındadır. Bu konuda bazı başka kaynaklarda farklı bilgiler verilmektedir. Fakat Türklerin kaybı için, en taraflı olanların verdiği, en fazla rakam, kayıp ve kaçaklar dâhil 55.000 kişidir. Zaten 3.üncü Ordunun muharip mevcudu 75.000’dir. Böyle savaşlarda sayıları tespit etmek gerçekten zordur. Çünkü savaş, kışın olmuştur. Şehit olanların naaşlarına, ulaşması zordur. Zaten savaş kaybedildiğinden naaşları arayamazlar. Diğer bir sebep, Balkan Bozgunu henüz askerlerin hatırlarındadır. Dolayısıyla cepheden kaçan asker sayısı çoktur. Kaçaklar da, kayıp veya şehit olarak kayda geçmiş olabilir.

Nitekim Sarıkamış Savaşındaki şehit sayısı farklılığı, aynen Çanakkale Harbiyle ilgili anlatımlarda da vardır. Çanakkale Savaşında 253.000 şehit olduğu söylenir. Hâlbuki Genel Kurmay kayıtlarına göre, Çanakkale’de şehit düşen asker sayısı 56.600 civarıdır. Gazilerin, hastaların, sakat kalanların, esirlerin, kayıpların ve kaçakların sayısı 196.000 civarındadır. Dolayısıyla, şehit sayısı hatası burada da yapılmıştır. Maalesef üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen, bu savaşla ilgili olarak da, yanlış bilgilere inanılmaya devam edilmektedir.

Diğer taraftan Sarıkamış Savaşı, anlatılanların aksine, Türklerin lehine çok ciddi sonuçlar doğurmuştur. Ancak maalesef, bu husus yeterince irdelenmemiştir.

Savaş sırasında birçok olayı eleştiren, bazen Enver Paşanın yaptığı yanlışları da anlatan Tuğgeneral Ziya Yergök, bu konuda şöyle demektedir (s.126): “Umulmadık bir mevsimde umulmadık yerlerden yaptığımız bu harekât, Rusları telaşa düşürmüş ve onları, bizim ordumuza büyük önem vermeye zorlamıştır. Çar ailesinin önde gelen mensuplarından birinin bu Cephe Komutanlığına tayini, işin önemini açıkça göstermektedir. Hattâ denilebilir ki, Sarıkamış Cephesinde karşımıza fazla kuvvet çıkarılması, Çanakkale’de de müttefikleri durdurup, Rusya’ya gidecek yardımları engellememiz, Çarlığın devrilmesine ve Bolşevik ihtilâlinin başarıya ulaşmasına etki etmiştir.”

Aslında, Çanakkale cephesini müttefiklerin açmasının sebeplerinden birisi de, Türklerin Sarıkamış Cephesindeki başarılarından korkan Rusların, acil yardım getirilmesi için yeni cephe açılmasını istemeleridir. Osmanlının donanmasının hiçbir gücü olmadığı bilindiğinden, deniz yolunu kullanarak İstanbul’a girmek, kara savaşlarına göre daha kolaydı. Denizden gelecek bir yardım, Almanları iki ateş arasında bırakırdı.

Fakat İtilaf devletlerinin yeterince hesaba katmadıkları bir şey vardı. Osmanlı Hükümetinde 1914 başında Harbiye Nazırı olan Enver Paşa, Almanlardan hem en son teknoloji silahları almıştı, hem de para yardımı gelmişti. Çanakkale boğazı ve İstanbul Boğazı, dönemin en güçlü toplarıyla tahkim edilmişti. Sessizce hareket edebilen mayın döşeme gemisi ve dönemin üstün teknolojisine sahip iki denizaltı gemisine (Yavuz ve Midilli) sahip olunmuştu.

Boğazın tahkim edildiğini bilen, ama ne kadar tahkim edildiğini hesaplayamayan İtilaf Devletleri, 18 Mart 1915’te boğaza yöneldiler. İngiliz basını, “İstanbul, yakında çöplüğe dönüşecek” diye yazıyordu. İngiliz donanmasının dünyanın en büyük gücü olduğunu bilen diğer ülkeler, Osmanlının sonunun geldiğine inanıyorlardı. Fakat mağrur donanma, kara toplarının gücünden dolayı ilerleyemedi. Son olarak bütün güçleriyle yaptıkları saldırıda, kara topları ve mayınlar, sekiz gemilerini saf dışı bıraktı. Yenilmez denilen armada, geri çekildi. Dünya şaşkına döndü. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin halen övünerek kutladığı Çanakkale zaferi, işte bu şekilde oluşmuş bir zaferdir.

Denizden geçemeyenler karaya asker çıkararak saldırmak istediler. Dar alanda ölümüne kara savaşları başladı. Burada da, hem yeterince cephane ile teçhiz edilen hem de Enver Paşa, Mustafa Kemal gibi önderlerin mücadele azmiyle gayrete gelen Türk askerinin iman gücünü geçemediler.

Daha iki yıl önce, küçük devletçiklerin yendiği Osmanlı Ordusunu, büyük devletler yenemedilerse, bunun en önemli etkeni, Enver Paşanın uygulamalarıdır. O dönemde bazı yabancı yazarlar, Osmanlı ülkesine “Enverland” demeye başlamışlardı. Ordudaki bu yeni ruha, askerlerin verdiği ad “Enver Ruhu” idi. Ama bu övgü dolu sözleri duyan Enver’in yüzü kızarıyor, başını öne eğiyordu. Hâlbuki Avrupalı yazarların sözleri, gerçeği yansıtıyordu. Nitekim İngilizler, sadece Çanakkale’de değil, Kut’ül Amare’de de, Enver Paşanın amcası Halil Paşa komutasındaki Osmanlı ordusuna, 29 Nisan 1916 da yenildiler.

Enver Paşa konusunu sorgulamaya gelecek yazımızda devam edeceğiz.

Genel kategorisine gönderildi | ENVER PAŞA ÜZERİNE 5 için yorumlar kapalı

ENVER PAŞA ÜZERİNE 4

ENVER PAŞA ÜZERİNE 4

I. Dünya Savaşı, iki imparatorluğun yıkılışına, ikisinin de düşüşüne sebep oldu. Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları yıkıldı. Rusya, önce yıkıldı, sonra milliyetçi Marksistler sayesinde, SSCB olarak yeni bir imparatorluk şeklinde ortaya çıktı. Güneşi batmayan olarak tanımlanan İngiltere İmparatorluğu ise, güneşi batar hale geldi. 1919 yılında, ekonomik verilerin karşılaştırılmasında, ABD’ye geçildi.

Osmanlı Devletinin yıkılmasının sebeplerini yeterince irdelemeyenler, kabahati, I. Dünya Savaşına girilmesine yüklerler. Savaşa da, Enver Paşanın soktuğunu düşünenler, sürekli onu suçlarlar.

Bu suçlamanın ne kadar geçerli olduğunu daha net görebilmek için, I. Dünya Savaşına giriş ortamını irdelemeye çalışacağız. Geçen yazımızda, Osmanlı Devletinin durumu hakkında bilgi vermiştik. Devletin dışarıdan bakılınca çınar ağacı gibi göründüğü, ama içten “kof” olduğunu gözler önüne sermiştik. Bu bilgileri aktarmamızın amacı, devletin durumunu, Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki gibi güçlü olduğunu, rakiplerin de yine o dönemdeki gibi zayıf olduğunu hayal ederek, “koca imparatorluğu batırdılar” diyenleri uyandırmaktır.

Daha gerçekçi bir analiz yapabilmek için, devletin halini öğrendikten sonra, o dönemin dış şartlarını irdeleyerek, savaşa girilse ne olurdu, girilmese ne olurdu veya hangi tarafta girilmeliydi sorularına cevap aramamızda fayda var.

Ruslar ile İngilizler, artık Osmanlı toprakları üzerinde anlaştıklarına göre, bu iki dev kuvvetin birleşmesinin karşısına, Osmanlı’nın hangi gücü çıkacaktı? Daha 1912 yılında yeni kurulmuş küçük Balkan Prensliklerine karşı, savaşmadan ve onursuzca İstanbul’a kadar çekilen ve Edirne’yi kaybeden ordu mu karşı koyacaktı? Yoksa Çanakkale’den dışarı çıkamayan donanma mı engelleyecekti? Veya döneminde en çok toprak kaybı yaşanmış olan padişah II. Abdülhamit Han iktidarda olsaydı, onun Duyunu Umumiye ’ye bile etkili olamayan denge politikası mı kurtaracaktı?

Diğer taraftan, İtilaf Devletleri yani İngiliz, Fransız ve Ruslar, dünyadaki bütün Müslümanları egemenlikleri altına alan devletler değil miydi? II. Abdülhamit Han döneminde yapılan 93 harbinin sonunda, Osmanlı’ya yardım için geçici olarak istediği Kıbrıs’a, İngiltere el koymamış mıydı? Hattâ bununla da yetinmeyerek, 1882’de Mısır’ı işgal etmemişler miydi? 1881’de de Fransızlar, hiçbir sebep yokken, özerk de olsa, Tunus’u Osmanlının elinden almamışlar mıydı? (Tunus, 1705 yılında özerk hale gelmişti.) İngiltere ve Fransa’ya borçlanan Osmanlı’nın, diplomat ve vatansever padişahı II. Abdülhamit Han, bu oldu-bittiler karşısında ne yapabilmişti?

İngilizler ve Ruslar, Osmanlı ülkesi üzerinde anlaştıklarına göre, savaşta onların safında olmak istenilirse, ne yapmak gerekirdi? Kapitülasyonları mı artırmak faydalı olurdu yoksa ülkenin bir bölümünü, savaş başlamadan onlara vermek mi çözüm idi?

Bütün bu şartlar değerlendirildiğinde, ortaya şöyle bir durum çıkıyordu. Almanların tarafını tutmak; İngiliz, Fransız ve Ruslara karşı öncelikle mali boyunduruktan kurtulmak için tek şanstı. Ayrıca Almanların para ve teknolojik silah desteğiyle, Ruslara karşı elde edilecek zafer, Müslüman olan Kafkas halkı ile Orta Asya üzerinde bir heyecan ve başkaldırı isteği yaratabilirdi.

(Aslında eğer, 1918 yılının başlarında Almanlar, Kâbil ile uğraşarak Hindistan’ı hedefleyeceklerine, Türkmenlere zamanında destek verebilselerdi, Orta Asya’nın tam anlamıyla bağımsızlığına kavuşması an meselesiydi.)

Eğer savaşta tarafsız kalınır ve harbi Almanlar kazanırsa, onların sömürge imparatorluğu heveslerine, doyumsuzluklarına, Orta Doğu ile ilgili arzularına, nasıl engel olunabilirdi?

Bütün bu hesaplara ve Almanlarla, Ruslara karşı, ortak savunma antlaşması imzalanmasına rağmen, Enver Paşa ve İttihatçı yöneticiler; İtilaf Devletleri ile en azından kendilerine bulaşmayan savaşta tarafsız kalmak için, görüşmelerini sürdürdüler. Ancak yolladıkları heyetleri, İtilaf Devletleri kabul etmediler. Çünkü Batının aklında kalan I. Balkan Savaşında Türklerin yaşadığı bozgun idi. Son bir asırdır, Osmanlı Devletini yıkılmaktan kurtaranlar, İtilaf Devletleri idi. Onlara göre artık Türkler bitmişti. Kızılderililer, İnkalar, Papular gibi tarihsel bir varlık olmalarına az kalmıştı. Zaten dünyada, Osmanlıdan başka, bağımsız ne bir Türk Devleti ne de Müslüman Devlet kalmamıştı. (İran, Ruslar ve İngilizler arasında sıkışıp kalmıştı) İtilaf Devletleri, İstanbul’a hangi ülkenin, hangi kapıdan, nasıl bir törenle gireceğini tartışıyorlardı.

Enver Paşa ve İttihat Terakki ileri gelenleri, bu sıkıntılı gelişmeye rağmen, ince politika yürüterek, harbin başlarındaki olayları, savaşın içine girmeden atlattılar. 29 Ağustos 1914’te Almanlar, Rusların Narev ordusunu hezimete uğrattı. 4 Eylül 1914’te Almanlar karşısında dayanamayan Fransızlar, başkentlerini Paris’ten Bordo’ya taşıdılar. Bu iki olay Almanların, beklenildiği gibi, savaşı kazanmak üzere oldukları havasını oluşturdu. Buna rağmen, İttihat Terakki Hükümeti, yine de savaşa girmedi. Ancak bu fırsattan istifade ederek, Kapitülasyonları kaldırdıklarını açıklayarak nabız yokladılar. Gelişmeleri beklemeye koyuldular. Savaşa girmekte isteksiz davrandılar.

Bu esnada Almanların oluşturduğu İttifak Devletleri (Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Bulgarlar), La Marne’da ve Galiçya’da başarısız oldular. (Yenilmediler ama karşı kuvvetler toparlanmaya başladığı için ilerleyemediler.) Bunun üzerine çaresiz kalan Almanlar, Türklere mutlaka ihtiyaçları olduğunu anladılar. Türklerin derhal savaşa girmelerini istediler. Sıkı pazarlıklar sonunda ve bilhassa imparator II. Wilhelm’in katkılarıyla, Almanlardan karşılıksız yardım sözü alındı. Türkler, bu pazarlığa mecburen girdiler. Çünkü Galiçya cephesindeki Alman başarısızlığının, Türklere zararı olurdu. Ruslar, Kafkaslardaki güçlerinin bir kısmını Galiçya’ya aktararak, Avusturya-Macaristan ordusunu yenerlerse, önleri açılır ve İstanbul’a kadar rahatça gelebilirlerdi. Galiçya’da başarı kazanacak Ruslar, aradaki Bulgarları da kolayca yenerlerdi. Aynı 93 Harbinde olduğu gibi hızla İstanbul’a doğru gelirlerdi. Belki de askerlerinin bir kısmını Kafkaslardan Erzurum’a aktarırlardı. Böylece, bütün Anadolu’yu geçerek İstanbul’a gelebilirlerdi. Yani İstanbul, iki ateş arasında kalırdı.

Sarıkamış’ta esir düşen ve sonradan kurtulup geri gelerek Tuğgeneral olan Ziya Yergök’e göre, Türkler, denize düşenin yılana sarılması gibi, böyle bir ittifaka girmeyi canlarına minnet bilmişlerdi. (Bu ortamın Körfez Savaşlarındaki, Libya’da Kaddafi’nin devrilmesindeki ve Suriye konusundaki Türk yöneticilerin tavırları ve Türkiye’nin zararlarıyla karşılaştırılmasında yarar vardır.)

PKK ile yapılan mücadelede başarılı harekâtlar yapan Tümgeneral Osman Pamukoğlu Paşa şöyle der: “Bütün planlar başlangıç içindir. Bir süre sonra işe yaramaz. Çünkü hareketler her şeyi yerinden oynatır.”

Diğer taraftan Avrupalı tarihçiler ve yazarlar, Ağustos ayında başlayan bu harbin, Noel’de biteceğine inanıyorlar ve yazılarında dile getiriyorlardı. Yukarıda cephelerle ilgili verdiğimiz bilgilerde görüldüğü gibi, Türklerin savaşa girmesinden önceki dönemde, Almanların bariz üstünlüğü vardı. (Nitekim eğer ABD, savaş devam ederken, İngiltere ve Fransa’ya maddeten ve teknolojik olarak yardım etmeseydi, harbin sonuna doğru asker yollamasaydı, bu savaşı Almanların kazanması ihtimali çok yüksekti.)

Şimdi kendimizi Enver Paşanın yerine koyalım. Acaba biz olsak ne yapardık diye düşünelim. İngilizler, Ruslar ve onların trenine binerek pay kapmak isteyen Fransızlar, Osmanlıyı pay etmekte anlaşmışlar. Osmanlı toprakları haricinde kalan bütün Türkleri ve Müslümanları da, bu üç ülke eziyor.

Eğer ortaya Almanya gibi yeni bir güç çıkmamış olsa, zaten yapabileceğin bir şey yok. Devletinin bitmesi an meselesi. Böyle bir ortamda yıkılan devletin yerine de, yeni bir Türk devleti kurmak mucizevi gelişmelere bağlı.

Şartlar irdelendiğinde, anlaşılan o ki, Almanlar, Türkler için bir umut. Avrupalı düşünürler bile onların kazanacağını tahminindeler. Buna rağmen, savaşa fiilen girmekte direniyorsun. Halen bütün taraflarla görüşmek için heyetler yolluyorsun. Çünkü Almanlara da bağlı kalmak istemiyorsun. (Sarıkamış Savaşının bir sebebi de, Almanlara olan bu güvensizliktir. Bu konuyu gelecek yazımızda irdelemeye çalışacağız.)

Günümüzle alakası olması bakımından, Enver Paşanın bir olayını nakledelim. Bilindiği gibi Enver Paşa, Sarayın damadıdır. Bir gün Enver’e, Saraydan bir akıl verirler. Artık aile kuracağı için, ailesinin geleceğini düşünmesi gerektiğini söylerler. Güzel bir arazi bulduklarını, arazinin fiyatının 23.000 lira olduğunu, Naciye Sultan’ın birikmiş 8.000 lirası olduğu için Enver’den 15.000 lira borç bulmasını isterler. Günümüzde, “tek yetkili güç idi” denilerek eleştirilen Enver, heyecanla Maliye Nazırı Cavit Beye gelir, 15.000 lirayı, kredi olarak ister. Cavit Bey, reddederken şöyle söyler: “Sen sıradan birisi değilsin. Sen “Enver”sin. Böyle bir kredi alman yanlış olur.” Bunun üzerine Enver Paşa, Nazıra hak verir, araziyi almaktan vazgeçer.

Bu ve benzeri tespitleri yaptıktan sonra, günümüz Türkiye’sine gelelim. Ve kendimize soralım: Açılım, Irak, Suriye, YPG, Barzani, uçak düşürme, Mavi Marmara, Cemaat faaliyetleri gibi olaylar karşısında ilk verdiği kararların, sonradan tam tersini alan ve ülkeyi zarara sokan yöneticileri takdir ediyor muyuz? Kendisinin, diğer ülke liderleri tarafından aldatıldığını ve ülkenin en büyük şehrine ihanet ettiğini söyleyen bir yöneticinin, “öz eleştiri yapma yüceliğini gösterdi” diyerek peşinden gitmeye devam ediyor muyuz? Henüz 14-15 yaşlarındaki çocuklarının bile, çok iyi iş becerisine sahip olduklarını söyleyerek, zenginlikleriyle övünen yöneticileri, “iş bitirici” olarak değerlendirip, başarılı buluyor muyuz?

Eğer bu sorulara cevabımız “evet” ise, ve beş dil bilen, dönülmesi gereken kararlar almayan, ikide bir “aldatıldım” deyip, sonra “merak etmeyin, ben hallederim” diye insanları teskin etmeye çalışmayan,  kendi menfaatine hiçbir maddi kazanç sağlamayan Enver Paşayı eleştiriyorsak, Kur’an’ı açalım ve Allah’ın bize nasıl bakacağını bir düşünelim. Sonra da, tekrar kendimize soralım: “Acaba bizim için, bizi bazı insanların takdir etmesi mi önemli, yoksa Allah’ın bizden razı olması mı?”

Bizim için, insanların bir kısmının bizi takdir etmesi önemli ise, zaten tek seçeneğimiz var demektir. O da, kendi kararlarımızı değil, başkalarını eleştirmeye ve kendimizi kandırmaya devam etmektir. Eğer, bizim için Allah’ın rızası önemli ise, yanlışımızdan dönelim, önce kendimizi eleştirelim. Sonra, Enver Paşayı ve diğerlerini, bu bakış açısıyla izleyerek değerlendirmeye devam edelim.

Genel kategorisine gönderildi | ENVER PAŞA ÜZERİNE 4 için yorumlar kapalı

ENVER PAŞA ÜZERİNE 3

ENVER PAŞA ÜZERİNE 3

 

İlk iki yazımızda aktardığımız Enver Paşa ile ilgili hususları, çok kısa olarak hatırlayalım. Makedonya dağlarında çete kovalamasındaki ciddiyetiyle ün saldı. Reval’de, Osmanlıyı paylaşma anlaşması yapıldığını duyunca, durumdan vazife çıkararak dağa çıktı. Meşrutiyet’in ilanında etkili olduğu için halk tarafından “hürriyet kahramanı” unvanı verildi. Osmanlı Hükumetinin gözden çıkardığı Trablusgarp’a, kendiliğinden ve arkadaşlarıyla birlikte gizlice giderek, orada Sunusilerden kurduğu kuvvetlerle İtalyanları durdurduğu için “İslâm’ın kurtarıcısı” gibi bakıldı. Enver Trablusgarp’ta savaşırken Edirne kaybedilince, yine kendiliğinden ve başaramazsa asi olmayı göze alarak hareket ettiği ve Edirne’nin geri alınmasını sağladığı için, “Edirne Fatihi” kabul edildi.

Fakat Enver Paşanın kafasında hep, Batılılar arasında çıkması muhtemel büyük paylaşım savaşı vardır. Osmanlı Topraklarının da paylaşımını içerecek olan büyük savaşın, her an çıkma ihtimali vardır. Bu sebeple, sürekli çözüm arayışı içerisindedir. Nihayet çözüm mevkisinde olacağı fırsat karşısına çıkar. Rütbeleri hızla yükseltilerek, kendisini 1 Ocak 1914’te Harbiye Nazırı yaparlar. Başkumandan Vekili görevi de verilir.

Enver Paşa ilk olarak, ordudan siyaseti ayırma çalışmalarına başlar. Çünkü I. Balkan Savaşında, Türk tarihinin en onursuz yenilgisinin alınmasının sebebini, orduya siyasetin girmesi olarak görür. Ordudaki subayların çoğu, İttihat ve Terakki Fırkası ile Hürriyet ve İtilaf Fırkasına mensuptu. Bu iki parti mensubu subayların arasındaki çekememezlik, acı yenilgiyi getirmişti.

Son bir asırdır büyük devletlerarasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle ayakta kaldığı bilinen Osmanlının yaşadığı bu son yenilgi, bardağı taşıran damla olmuş ve Türklerin tarih boyunca oluşturdukları itibarı sıfırlamıştır. Artık Türklerin; Kızılderililer, Papular, İnkalar gibi tarihsel bir varlık haline geldiklerine kanaat getirilmiştir. Nitekim beklenen I. Dünya Savaşı başladığında, İngilizler, Fransızlar ve Ruslar, Türk heyetleriyle görüşmemişlerdir. Çünkü o sıralarda bu ülkelerin basını, İstanbul’a hangi kapıdan kimlerin ve nasıl bir törenle gireceğinin senaryolarını tartışmaktadır.

Bütün bunları gören Enver Paşa, siyasete karışmış 200 kadar komutanı, kibar uslubuyla ikna ederek ordudan ayırmıştır. Hattâ benzer konuşmayı Mustafa Kemal ile de yapmıştır. Ona mealen şöyle demiştir: “Mustafa, sen siyaseti seviyorsun. Ama biliyorsun ki, ordu içerisinde siyaset kötü sonuç oluşturdu. İstersen altı ay sonra Meclisi Mebusan’da ara seçimler olacak. Seni İstanbul’dan aday gösteririz. Meclise girersin. Karar senin.” Mustafa Kemal, “ülkenin bu zorlu döneminde, orduda kalmayı arzu ederim” der ve orduda kalır.

Atatürk ile ilgili bir hatıradan bahsetmişken, Enver Paşa ile Kâzım Karabekir arasında geçen bir olayı da nakletmek gerektiğine inanıyorum. Nevzat Kösoğlu’nun “Şehit Enver” kitabında aktardığına göre, Kâzım Karabekir, bir suçtan dolayı Divanı Harbe verilir. Sonuç aleyhine çıkar. Ordudan atılmasına karar verilir. Dosya, Harbiye Nazırı Enver Paşanın önüne gelir. Enver, “Kâzım, iyi çocuktur. Bu hatasını telâfi edeceğine ve memlekete hizmet edeceğine inanıyorum” diyerek evrakı iptal eder.

Enver Paşanın orduyu siyasetten ayırma gayretleri, sonuç verir. Zaten, kısa geçmişinde başardıklarından dolayı, genç subayların hayranlığını kazanmıştır. Orduya yeni bir ruh gelir. O dönemde bu ruha, “Enver Ruhu” denilir. Gerçekten de insanları yepyeni bir anlayışın ve heyecanın kapladığı, Çanakkale Savaşı sırasında görülür. Daha iki yıl önce tarihinin en onursuz yenilgisini alan ordu, destan yazmıştır. Bilindiği gibi, Osmanlının Trakya bölgesindeki yaklaşık 250.000 kişilik ordusunu yenen Balkan Devletlerinin bütün gücü, sadece ve sadece 17.000 asker idi. Bu askerler de beş farklı ülkeden oluşmuştu. Birbirlerinin dillerini bilmiyorlardı. Ağır silahlar, Osmanlı Askerlerin deydi. İşte bu ortamda yenilen bir ordu, Çanakkale’de dünyanın en büyük güçlerini mağlup etmişti. Türklerin öldüğünü düşünen rakipleri, hem denizde hem de karada acı bir mağlubiyet almışlardı.

Çanakkale zaferi olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti olmazdı. Zaten perişan halde olan Osmanlı Devletinin yerine, yeni bir devlet kurulamazdı. Dünya üzerindeki bütün Türkler, esir hale gelirdi. Bu fikrimizi daha iyi irdeleyebilmek için, devletin içinde bulunduğu şartları kısaca hatırlayalım.

Bir devlet düşünün ki, Almanların ıskartaya ayırdıkları eski bir Yunan Kuruvazörü, Osmanlı donanmasını Çanakkale boğazına hapsetmişti. Donanma boğazdan dışarı çıkamamıştı.

Bir devlet düşünün ki, 1881 de kurulan Duyunu Umumiye Reisliği, Devletten alacağını, zorla ve doğrudan kendisi tahsil ediyordu. Eksik vergi ödediğini düşündüğü Osmanlı vatandaşlarını, kendi kurduğu güvenlik güçleri öldürüyor, ülke dışındaki mazlumları korumakla ün salmış koca Osmanlı Devleti, kendi vatandaşı kendi ülkesinde öldürülürken, hiç bir şey diyemiyordu. Nitekim Yakup Cemil’in babası Ahmet Bey de, ayıngacı (tütün vergisi kaçakçısı) olduğu suçlamasıyla, Duyunu Umumiye tarafından öldürülmüştü.

Bir devlet düşünün ki, sanayi diye bir şeyi yoktu. Sanayi denilen üretimler, dikimevi ve benzeri şeyler idi. Bunların yüzde sekseni, özel sektörün idi. Özel sektördeki kuruluşların yüzde sekseni, mütegalliplere aitti. Sanayi işletmelerinin çoğu İstanbul’da, birkaçı Kocaeli’nde, biri İzmir’deydi.

Bir devlet düşünün ki, 1907 yılında, İngiltere’den yola çıkan bir otomobil, Edirne’den İstanbul’a bir haftada ancak gelebilmişti. Çünkü yollar ve dere geçişleri, kağnılara göre idi. Mecburen tahkim edilmesini bekleyince, yolculuk bir hafta sürdü.

Bir devlet düşünün ki, Almanlar, Fransa’daki askerlerini Romanya’daki Galiçya cephesine bir haftada aktarırken, Osmanlı Devleti, askerlerini Çanakkale’den Erzurum’a iki ayda zor götürmüştü.

Bir devlet düşünün ki, Paul Kennedy’nin verdiği rakamlara göre, Almanya’da okuma yazma bilmeyen neredeyse yok gibi iken, İstanbul ve Balkanlar dışında kalan Türklerin içerisinde, okuma yazma bilenler, parmakla gösteriliyordu.

Bir devlet düşünün ki, Almanya, daha Prusya Devleti iken, 1839’da kimya enstitüleri Avrupa’nın en ünlü eğitim yerleriydi. Genel Kurmayı, en çok kurmay subayın bulunduğu orduydu. Osmanlıda ise, halen kimya ile simya karıştırılıyordu. Muhtemelen kimya mühendisi de yoktu. Ordu kumandanlarının çoğu, I. Balkan Savaşında hezimete uğrayan bilgisiz insanlardı.

Bir devlet düşünün ki, kapütilasyon adı altında verdiği ticari tavizleri geri alamıyordu. Aksine, bize saldırmasınlar diye, her an yeni bir devlete ticari tavizler veriyordu.

Bir devlet düşünün ki, son dönemin en vatansever padişahlarından olan II. Abdülhamit Han, aynı kişiyi, Mehmet Sait Paşayı, tam yedi defa sadrazamlıktan azledip, yeniden sadrazam yapmak zorunda kalıyordu. Muhtemelen, padişahın büyük devletlerin arasında uyguladığı denge politikası sonucu maruz kaldığı baskılar, bu durumu  oluşturmuştur.

Bir devlet düşünün ki, bütün hayatta kalma umudunu, büyük devletlerin aralarında anlaşamamalarına bağlıyordu. Kendisinin hiç bir etkisi yoktu.

Bir devlet düşünün ki, tebaasındaki diğer halkların isyan etmemeleri için, umudunu onların birbiriyle kavgalı olmalarına bağlamıştı. Ayrıca, bu halkların ileri gelenleri İstanbul’da Sarayda maaşa bağlanmıştı. Örneğin, Arnavutların isyan ederek ayrılmalarını önlemek için, 500 civarında Arnavut, II. Abdülhamit Han’ın yaveri olarak görevlendirilmişti.

Bir devlet düşünün ki, padişahı, bütün bunları görüyor, aynı kendisi gibi vatansever olduklarından dolayı devletin batmaması için çareler arayan insanlarla birlikte hareket etmenin yollarını aramıyor, aksine onları hapse atmak için istihbarat teşkilatı kuruyordu.

Osmanlı Devletinin son dönemdeki en büyük talihsizliği, bu son maddedir. Eğer II. Abdülhamit Han ile kendisi gibi vatansever olan İttihat Terakki uzlaşsaydı, bambaşka sonuçlar ortaya çıkardı.

İşte böyle bir ortamda, büyük devletler, Osmanlıdan ve diğer ülkelerden daha fazla pay alabilmek adına, yapacakları güreşin öncesinde, sanki peşrev çekiyorlardı.

İşte Enver Paşa, böyle bir ortamda ve 33 yaşında iken Harbiye Nazırı olmuştu.

Sonunda beklenen savaş başladı. Savaşın başında Avrupalı yazarlar, Ağustos’ta başlayan savaşın Noel’de Almanların galibiyetiyle biteceğini yazmaya başladılar. Fakat beklenen olmadı. Harbin sonunda, ABD’nin katılması sebebiyle, önce Almanlar, sonra Bulgarlar ve nihayet Osmanlı Devleti yenilince, günah keçisi Enver Paşa oldu. Bu konuyu, bir sonraki yazımızda irdelemeye çalışacağız.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ENVER PAŞA ÜZERİNE 3 için yorumlar kapalı

BİR İNSANIN, HAYATINI ANLAMLANDIRMASI ÜZERİNE

BİR İNSANIN, HAYATINI ANLAMLANDIRMASI ÜZERİNE

Başlıktaki konumuzla ilgili olarak bu sitede “Hayatın İlahi Bir Anlamı Olmazsa, Herşey Manasızlaşır” ve “Hayatımızı Anlamlandırarak Geleceğimizi Kurtarabiliriz” adlı iki makale yayınlamıştık. Bu iki yazımızda, konuya faklı açılardan yaklaşmaya çalışmıştık. Fakat her ikisinde de olayı İslâmi bakış açısından irdelemiştik. Bu yazımızda, uhrevi yönden değil, dünyevi açıdan incelemeye çalışacağız.
Bilindiği gibi, bir insanın dünyaya gelişi yani varoluşu, kendi isteği ve iradesi dışındadır. Kimimiz, neden dünyada bulunduğumuzu sorgulamaya genç yaşta başlarız, kimimiz böyle bir sorgulamayı daha geç yaşlarda, ihtiyarlık belimizi bükünce yaparız. Birçoğumuz, yaptığımız sorgulamadan bize yol gösterecek bir cevap bulamadan ölürüz.
Sorgulama yapanlarımızın bazısı, dünyaya gelişimizin bir anlamı olmadığını düşünür. Bu insanlara göre, dünyada varoluşumuzun belli sebepleri yoktur. Konuya böyle yaklaşınca, “dünyaya gelişimizin bir anlamı yoksa dünyanın da bir anlamı yoktur” sonucuna varılır. Bu durumda insan, önce, bu dünyadan azami ölçüde nemalanmak arzusuna kapılır. İstediği gibi yaşamaya başlar. Kendince, bu dünyada cenneti yaşamaya çalışır.
Fakat kendisine bu dünyayı cennet yaparken, başkalarının da aynı duygularla mücadele ettiğini görür. Menfaatler çatıştıkça, insanlar kendilerine cenneti oluşturmaya çalışırken, başkalarına cehennem yaşattıklarını farketmeye başlarlar. Rekabet dünyası, her bir kişinin kendine cennet oluşturabilmesi için, diğerlerine cehennemi yaşatmasını mecburi hale getirir. Hattâ bazı işlerde beraber hareket ettiği rakipleriyle de aynı şartlar geçerlidir.
Kendisine cenneti yaşatma mücadelesinde, bazıları daha başarılı olur. Daha zengin veya daha üst makama gelirler ya da daha meşhur olurlar. Fakat zenginliğin ya da meşhurluğun üst sınırı yoktur. Bu sebeple, akıl erdirip konumlarını düşünenleri, sonraları sıkılmaya başlarlar. Yukarıda bahsettiğimiz yazılarımızın ilkinde sorduğumuz şu soruları kendilerine sormaya başlarlar:
“Ben daha meşhur olacağım da, ne olacak?”
“Çok zengin olacağım da, sonrasında ne olacak?”
“Başkalarından daha üst makama oturacağım da, ne olacak?”
Bu sorulara cevap aranmaya başlayınca, varoluşumuza bakışımız da değişmeye yüz tutar. Dünyaya gelişimizin bir anlamı ve belli bir gayesi olmadığını düşünmeye devam etsek bile, görürüz ki, varoluş âlemindeki yani dünyadaki işleyiş, bir sebep üzerine olmaktadır. Her şey bir anlam çerçevesinde yürümektedir.
Dünyadaki bu işleyişi farkettiğimizde, kendimize şöyle bir soru sorma ihtiyacını duyarız: “Var oluşumumu yani varlığımı neye göre anlamlandırmalıyım?” Böyle bir soru, bizim için gerçekten de anlamlı bir soru haline gelmiştir. Çünkü hem kendimizin, hem de dünyadaki hayatın işleyişinin sebeplerinin anlamlı olduğunu görmüşüzdür.
Bütün bunları gördükten sonra sıra, kendimizi ve varlığımızı keşfetmeye gelir. Kendimizi keşfetmeye başladıkça, bu keşfe uygun olacak bazı hayat ilkelerini benimsememiz gerektiğini anlarız. Belirleyeceğimiz bu ilkeler, hayatımızı anlamlandırır. Ancak bu ilkelerin niteliği, bundan sonraki hayatımızın kalitesini de belirler.
Bugüne kadar insanı tarif eden çok sayıda sözler sarfedilmiştir. Bizim konumuzla bağlantılı olanı, bazı felsefecilerin insanı tanımlarken, kullandıkları şu ifadelerdir: “İnsan, sahip olduğu aklını kullanarak, kendine anlam bulan varlıktır.” Gerçekten de, bizi hayvanlar âleminden ayıran en önemli özelliğimiz budur. Konuşmamız ya da düşünmemiz değildir. Çünkü hayvanlar kendi aralarında çıkardıkları seslerle anlaşabilmekteler ve yapacakları hamleleri düşünebilmektedirler.
Peki, bu anlam nasıl bir şey olmalıdır? Anlamlı bir şey, ilkesiz olamayacağına göre, anlamımızın ilkeleri neler olmalıdır? Bu sorulara, ilahi tanımlar açısından bakmadan cevap aramaya çalışalım.
Her insan toplum içerisinde yaşadığına göre, ilkelerimiz, cemiyet hayatına uygun olmalıdır. Günümüzün ifadesiyle evrensel olmalıdır. Yani mümkün olduğu kadar kuşatıcı olmalıdır. Eğer oluşturacağımız ilkeler bu temeller üzerine bina edilirse, iç dünyamızda huzur buluruz. Eğer, evrensel değerlere uygun olmazsa, bir süre kendimizi kandırsak bile, sonunda mutlaka iç dünyamızda fırtınalar oluşmaya başlar. Huzursuz oluruz. Zevk aldığımızı zannettiğimiz davranışlarımız, bizi sıkmaya başlar. Dolayısıyla tekrar başa döneriz ve yukarıda kendimize sorduğumuz üç soruyu sormaya başlarız. “Çok zengin veya çok meşhur olacağım da sonra ne olacak?” gibi sorular bizi bunaltmaya başlar.
Bu bunalımdan kurtulamazsak, iki şeyden birini yaparız. Birincisi, daha güçlü olmak için başkalarını ezmeye devem ederiz. Bu durumda, kısır döngüden çıkamamış oluruz. İç huzurumuzu toparlamak bir yana, daha fazla huzursuz olmaya devam ederiz. Çok zengin veya çok meşhur olduğumuz için kimseye söyleyemediğimiz bu iç huzursuzluk, tabiri caizse, bizi içten yer bitirir.
İkinci yol, intihar etmeyi düşünmektir. Ancak bir insanın kendi canına son vermesi kolay bir şey olmadığından, bunu bazen gerçekleştiremeyiz. Bu durumda yaşantımız, sanki bir ölü haline dönüşür. Yani sonuçta her iki yol da aynı sonuca ulaşır. “Dıştan bakılınca heybetli bir çınar, içten bakılınca kof bir yapı” halinde yaşarız.
O halde, dünyada var oluşumumuzun bir sebebi olmadığını düşünsek bile, iç huzurumuzu yakalayabilmemiz için, kendimize belirleyeceğimiz hayat ilkeleri, evrensel nitelikte olmalıdır. İnsanları kuşatıcı olmasına gayret edilmelidir. Ancak ilkeleri belirleme gayretine, mümkün olduğu kadar erken yaşlarda girersek, çok daha huzurlu oluruz. Geçmiş hatalarımıza hayıflanarak, kendimizi üzmeyiz.

YAŞAM kategorisine gönderildi | BİR İNSANIN, HAYATINI ANLAMLANDIRMASI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

ENVER PAŞA ÜZERİNE 2

ENVER PAŞA ÜZERİNE 2

 

İlk yazımızda tarihi olayları değerlendirirken yapılan yedi temel hatayı sıralamıştık. Aynı hatalara kendimiz düşmemeye çalışarak, Enver Paşa’nın Trablusgarp’a kadar olan hayatının kilometre taşlarını aktarmıştık.

Enver Paşa, 1911 yılının sonuna doğru Trablusgarp’a (Libya) geldiği zaman, Naciye Sultan ile nişanlı (sözlü) idi. Ayrıca “hürriyet kahramanı” idi. Bu sebeple, Trablusgarp’taki Sunusi aşireti tarafından çok iyi karşılanır. Kendisine padişah muamelesi yaparlar. Enver de, 5 vakit namazını kılmaya çalışan bir yapıda olduğundan ayrıca hürmet görür.

Enver Paşa hemen işe koyulur. Bir iki ay içerisinde, yaklaşık 25.000 kişilik bir Sunusi ordusu kurar. Osmanlı harbiye Nazırının bedevi dediği bu insanlardan ordu kurmak, çok zor olur. Çünkü ağır silahlar İtalyanlardadır. Dolayısıyla güç dengesi yoktur. Araplar, gayri ihtiyari, korku içerisindedir. Enver Paşa, insanların korkularını yenmeleri için, cephenin en önündedir. Top atışları ve şarapnallerin arasında, asker siperde iken, o ayağa kalkar ve bir sağa bir sola doğru gider gelir. Bir yandan da askerlere “korkmayın, biz Allah için, vatanımız için mücadele ediyoruz. Allah bizi korur” demektedir. Gerçekten de, kendisi hiç yaralanmaz. Böylece Sunusi aşiretinden kurduğu orduya da, güven gelir. İtalyanlar, kıyıdan yukarıya çıkamazlar.

Enver Paşa bu arada, bazı sevdiği arkadaşlarını da Trablusgarp’a çağırır. Çünkü kabiliyetli subaylara ihtiyaç vardır. Bunlardan biri de Mustafa’dır (Mustafa Kemal Atatürk). Gerçekten de Mustafa Kemal, askeri zekâsını ortaya koyar. Girdiği her muharebede, İtalyanlara üstün gelir.

Enver Paşa ve az sayıdaki arkadaşları tek başlarınadır. Yerli Sunusilerin, Enver Paşa’dan başka güvenecekleri hiç bir yer yoktur. Osmanlı, yeterince yardım gönderememektedir. Bu sebeple, Enver paşa kendine güvenen insanları terk edemez. Halbuki, I. Balkan Savaşı patlak vermiştir. Gelen haberler çok kötüdür. Osmanlı ordusu, Türk tarihinin en ağır yenilgisini almaktadır. Edirne, Bulgarların kuşatması altındadır.

Bunları duyan Enver Paşa, daha fazla dayanamaz. Sunusilerin liderlerinden izin ister. Onlar da gitmesine, gönül rahatlığıyla müsaade ederler. İstanbul’dan gelen arkadaşlarından bazılarını Trablusgarp’ta bırakır. İstanbul’a döner.

Derhal yetkililerle görüşmek ister. Sadrazam Kâmil Paşa ve Harbiye Nazırı Nazım Paşa’ya gider. Fakat Enver’i terslerler. Enver, İttihat Terakki ileri gelenleriyle meseleyi masaya yatırır. İstişareden, Babı Ali’ye gidilerek, hükümetin ciddiyetle uyarılması kararı çıkar. Başlarında Enver ve Talat Paşaların olduğu bir gurup, Cağaloğlundan yola çıkar. Yolda halktan katılımlar olur. Vardıklarında, hükümet toplantı halindedir. Toplantıdan dışarıya bazı bakanlar çıkarak, gelenlerle görüşürler.

Fakat Harbiye Nazırı Nazım Paşa, biraz da iri yarı bir kişi olmanın verdiği güvenle, gelenleri küfürle karşılar. Bütün hayatı boyunca kibarlığından taviz vermemiş olan Enver Paşa, makul bir şekilde, devletin ve halkın durumunu ve çözüm üretilmesi gerektiğini söyler. Nazım Paşa, yumuşamak yerine daha da sertleşir. Bu sırada, Enver’in yumuşak davranışı dolayısıyla işlerin sarpa sardığını düşünen Yakup Cemil, Nazım Paşa’yı vurur. Durumun vehametini anlayan Sadrazam Kâmil Paşa, görevinden istifa eder.

Yerine, Mahmut Şevket Paşa getirilir. Ancak bazı tarihçilerin iddia ettikleri gibi, bu yeni hükümet tam anlamıyla bir İttihat Terakki hükümeti değildir. İttihat Terakki’nin o dönemdeki iki önderi olan ve Babı Ali’ye görüşmeye giden Enver Paşa ile Talat Paşa, hükümette değillerdir. Bu hükümetin, İttihat Terakkinin tam hakimiyetinde olmadığını, biraz aşağıda Edirne meselesini aktarırken daha iyi anlayacağız.

Hükümetteki bu değişiklikten iki ay sonra, Şükrü Paşa komutasında 155 gündür kahramanca direnen Edirne, Bulgarlara teslim olur. Yeni hükümet, 30 Mart 1913’te imzaladığı Londra anlaşması ile, Edirne’yi resmen Bulgarlara bırakır.

Şimdi böyle bir ortamda, Enver Paşa’nın neler hissettiklerini düşünmeye çalışalım.

O Enver ki, Balkanların Dağlarında Rum, Arnavut ve Bulgar çetelerinin izini sürmüş. Cezalandırmadığı hemen hiç bir çete olmamış. Bütün çetelerin korkulu rüyası olmuş.

O Enver ki, Kolağası Resneli Niyazi ile dağa çıkmış, üzerlerine gönerilen hiç bir askeri kuvvet, onları yenememiş. Sonunda halk tarafından “hürriyet kahramanı” ilan edilmiş.

O Enver ki, İtalyanlar Trablusgarp’ı işgale başlayınca, Berlin’deki rahat yaşantısını bırakıp İstanbul’a gelmiş. Osmanlı Devleti “biz orasını gözden çıkardık” deyince, olaya kendi el atmış. Kaçak yollardan ve az sayıda arkadaşıyla, Trablusgarp’a gitmiş. Mühimmat ve silah açısından çok üstün olan İtalyan ordusunu, yerli halktan oluşturduğu kuvvetlerle sahil kenarlarına mıhlamış.

O Enver ki, Balkanları kaybedip, Edirne kuşatma altına alınınca, Trablusgarp’taki Sunusi liderlerinden müsaade alıp, İstanbul’a koşmuş. Hükümet onu dinlememiş. Topluca Babı Aliye gitmiş. Hükümetin değişmesine vesile olmuş. Ama bu yeni hükümet de beklediği gibi çıkmamış, Londra Anlaşmasıyla, Edirne’yi terk etmiş.

Kendi menfaati için hiç bir şey istemeyen, dini için, vatanı için hayatını hiçe sayan, beş vakit namazını cephede bile aksatmamaya çalışan, beş dil bilen bu insan, “artık buraya kadarmış, ne yapayım” diyerek, köşesine mi çekilseydi? Eğer böyle yapsaydı bile, Allah, yarın ona, neden köşesine çekildiğini sorduğunda, kendini savunabileceği cevabı zaten vardı.

Fakat Enver Paşa, kendi için değil, ama vatanı için, dini için çözüm üreten biriydi. Evine dönmedi. Hükümete yepyeni bir teklifle gitti. Teklif, mealen şöyleydi:

“Enver Paşa, kendisini seven insanlardan oluşan, yaklaşık 2-3 bin kişilik bir birlik kuracaktı. Aynı Trablusgarp’ta yaptığını uygulayacaktı. Kuşçubaşı Eşref, Süleyman Askeri gibi kapasiteli, Yakup Cemil gibi kendisi aç iken vatanı uğruna ölmekten bir an bile çekinmeyen arkadaşları, bu birliği yönetecekti. Bu birlik, hükümetten bağımsız olacaktı. Dolayısıyla, büyük devletler Osmanlı Hükümetine baskıya devam ettiklerinden, bu birlik yüzünden de baskı görmeyeceklerdi. Çete taktiğiyle savaşacak olan bu birlik Edirne’yi almayı başaramazsa, hükümet bunları asi ilan edecek, böylece büyük devletlerin baskısından kurtulacaktı.”

Hükümet içerisindeki konuştuğu arkadaşları, bu fikri onayladılar. Enver Paşa, ekibini topladı. Çete taktiğiyle mücadeleye başladı. 23 Temmuz 1913’te, Edirne’yi Bulgarlardan geri aldı. Sonra arkadaşları ilerleyerek, Gümülcine’yi ve İskeçe’yi de geri aldılar. Bu gelişmeler üzerine, büyük devletler Osmanlı Hükümetine baskı yapmaya başladılar. Baskılar sonucu Osmanlı Hükümeti, Edirne’nin geri alınmasından sonra bölgeye gönderdiği 6.000 civarıdaki Osmanlı askerini geri çağırdı.

Askerler ve komutanları, geri dönmeyi kabul etmediler. Bölge halkından da toplanan gönüllülerle birlikte sayıları 30.000’e yaklaşmıştı. Osmanlı Hükümetinin baskısı üzerine, Enver Paşanın arkadaşları Kuşçubaşı Eşref ve Süleyman Askeri, önce Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi kurdular. Baskılar devam edince, 12 Eylül 1913’te Batı Trakya Türk Cumhuriyeti adıyla bir devlet kurdular. Bu devlet, tarihte cumhuriyet şeklinde kurulan ilk Türk devletidir.

Fakat, Osmanlı Hükümeti, büyük devletlerin baskılarına boyun eğer. Enver Paşa ve arkadaşlarının Edirne’yi geri aldıktan sonra kurdukları bu cumhuriyetin kurulduğu toprakları da, İstanbul anlaşmasıyla Bulgarlara verir. Böylece 25 Ekim 1913’te Cumhuriyet kendini fesheder.

Şimdi Enver Paşanın yerine kendimizi koyarak, geçmiş bütün olayları, film şeridi gibi, gözümüzün önünden geçirelim. Biz olsaydık, ne düşünürdük ve nasıl bir çözüm üretirdik diye kendimize soralım. Ama bu soruları, ayna karşısında soralım ve gözümüzü kendimizden kaçırmadan cevaplayalım.

Bunu yaparken Enver Paşanın Almanya’da tanıştığı insanlara yazdığı mektuplardaki mealen şu sözlerini de hafızamızda tutalım: “Reval’de yapılan anlaşma sonrası Osmanlı paylaşıldı. Bu paylaşımda yer almayan Almanya, giderek güçleniyor. Ben de pay isterim diyor. Büyük devletler arasında çok büyük bir paylaşım savaşı olacak. Paylaşım sadece bizim ülkemiz üzerinde olmayacak. Ama mihver, bizim ülkemiz olacak. Allah’tan niyazım odur ki, bize iki sene müsaade etsin ki, biz durumumuzu toparlayalım. Yoksa biteceğiz.”

Okuyucular, göz göre göre gelmekte olan ve Osmanlı Devleti için felâket oluşturacak bu ortamda ne yapılması gerektiğini, böylesine hızlı gelişen olaylar karşısında nasıl davranılması icap ettiğini düşünürken, gelecek yazımızda olayların devamını irdelemeye devam edeceğiz.

Sosyal kategorisine gönderildi | ENVER PAŞA ÜZERİNE 2 için yorumlar kapalı

ENVER PAŞA ÜZERİNE

ENVER PAŞA ÜZERİNE 1

Türkiye gibi ülkelerde, olaylar ve insanlar değerlendirilirken, duygusal bakış açısı ağır basıyor. Bilhassa, tarihte vuku bulmuş olayları değerlendirirken, bazı temel hatalar yapılıyor. Yedi başlık altında topladığımız bu irdeleme yöntemi hataları şunlardır:
Birincisi, geçmiş konular hakkında karar verilirken, olaylar olup bittiği için, artık bilinen sonuçlara göre fikir yürütülüyor. Hâlbuki geçmiş olaylarla ilgili bu fikri yürüten bizler, kendi yaşadığımız olaylar karşısında ne karar vereceğimizi şaşırıyoruz. Örneğin, I. Ve II. Körfez Savaşları, Suriye meselesi gibi I. Dünya Savaşı ortamına göre nispeten basit hususlarda verdiğimiz kararlar, Enver Paşa gibi insanları eleştirirken itiraz ettiğimiz tavırlarından çok daha fena.
İkincisi, devletin bütününü ilgilendiren ve hattâ devletler arası nitelikte vuku bulan olayların, tek etkenli olduğu düşünülüyor. “Falan kişi öyle değil, şöyle yapsaydı, sonuç şöyle olurdu” diye fikir yürütülüyor. Halbuki, sosyal olaylarda tek bir etken yoktur. Örneğin, en güçlü oldukları dönemlerinde Fatih Sultan Mehmet veya Kanuni Sultan Süleyman’ın, kendi ülkelerinin iç işleriyle ilgili olarak bile aldığı kararların birçoğu, uygulamada tam yerini bulmamıştır. Çünkü bir olayın bir çok etkeni vardır.
Üçüncüsü, sosyal olaylarda “tek doğru vardır” diye bir kural yoktur. Her alınan karar, içerisinde mutlaka hem güzellikleri, hem hataları içerir. Dolayısıyla sosyal hususlardaki kararlarda, daha çok insana faydalı, daha az insana zararlı olması için çaba sarf edilmelidir. Bazen fertlerin lehine olan bir karar, devletin zararına olabilir. Bazen devletin faydasına diye düşünülen bir karar, vatandaşlara zarar verebilir.
Dördüncüsü, alınan kararlar hakkında fikir yürütülürken, sadece kısa vadede elde edilen menfaat veya kayıplar dikkate alınmaktadır. Tarih boyunca görülmüştür ki, birçok ünlü padişahın bile aldığı bazı kararlar, kısa vadede faydalı sonuçlar vermiş, fakat uzun vadede zarara sebep olmuştur. Benzer şekilde, bazı eleştirilen sultanların aldıkları kararlar kısa vadede zararlı olmuş, ama uzun vadede fayda getirmiştir. (Hayır ve şerri Allah bilir)
Beşincisi, tarihi olayları irdelerken, sadece incelediğimiz ülkenin iç vaziyeti dikkate alınmaktadır. Ayrıca bunu yaparken bile, belli bir dönem esas alınmaktadır. Öncesi ve sonrasındaki hadiseler önemsenmemektedir. Örneğin, gençlik çağına 2000li yıllarda girmiş bir insan, günümüzden bakarak 1970li yılların gençliğinin yaşadıklarını irdelerse, onların hepsinin ruhsal dengeleri çok bozuk, katil ruhlu insanlar olduklarına kanaat getirir.
Altıncısı, devletlerarası boyutları olan olayları değerlendirirken, diğer devletlerin içlerinde oldukları şartlar dikkate alınmamaktadır. Bir misal verirsek, Mustafa Kemal Atatürk’ü despot bir yönetim gösterdi diye suçlayanlar, Onun çağdaşları olan Stalin’i, Hitleri, Mussolini’yi, Franco’yu, Salazar’ı ve hattâ İngiltere’deki Donald Mac Ramsey’i hiç karşılaştırmadıkları için aldanmaktadırlar.
Yedincisi, bir olayı etkileyen sebeplerinden birini ele alıp, bütün teorilerini onun üzerine inşa etmekdir. Nitekim, yukarı paragrafta verdiğimiz Atatürk örneğindeki, despot olduğu teorisi böyledir. Despotluk tanımı da, Stalin veya Hitler’in uygulamalarına göre değil, günümüzdeki demokrasi anlayışına göre tariflenmiştir. Bu yönüyle yedinci sebep, yani teoriyi etkenlerden sadece birinin üzerine kurma anlayışı, yukarıda saydığımız diğer altı sebebin hepsi için geçerlidir.
Şimdi Enver Paşa’yı irdelerken, yukarıda saydığımız bu temel hatalara düşmemeye çalışarak, gerçeğe ulaşmaya gayret edelim.
1881 Kasım ayında doğan Enver Paşa, 41 yaşında, 1922 yılında savaşırken öldü.
Harp Akademisini birincilikle bitirdi. Akademideki çoğu öğrenci gibi, Osmanlı devletinin güçsüzlüğüne üzülüyordu. İttihat ve Terakki (Birlik ve İlerleme) hareketine katıldı.
Orduya katıldığında ilk görev yeri Manastır idi. O dönem, Balkanlardaki Bulgar, Arnavut ve Rum çetelernin Türk köylerini ateşe verdikleri, Osmanlı Devletinin valilerinin ise, devletlerinin güçsüzlüğünün verdiği eziklikle, büyük devletleri kızdırmamak için şaşkın hareket ettikleri bir dönemdi. Zaten vali yardımcılarının, yerli halktan birinin olması mecburiyeti vardı. Köylerimize saldıran çete mensupları yakalanıp getirildiğinde, valiler, büyük devletlerin baskısına, vali yardımcılarının oyunlarına dayanamayarak ve içleri sızlayarak, katilleri serbest bırakmak zorunda kalıyorlardı.
Enver Paşa, aldığı görev gereği, köylerimize saldıran çetelerle amansız bir mücadele yaptı. Onları kendi bölgelerinin içlerine kadar takip etti. “Etrafımı sararlar, beni öldürürler” diye korkmadı. Devleti ondan ne istediyse, azamisini yaptı. Çeteler, elinden kurtulamadı. Çoğunu mücadele sırasında yoketti. Onun gittiği yörelerdeki köyler, rahat bir nefes aldı. Bu sebeple, Balkanlarda büyük bir nam saldı.
Enver Paşanın bu gayretini, günümüzde PKK ile olan mücadelede acaba kim başarabilmiştir? Eğer böyle bir yiğit çıksaydı, o bölgedeki köylülere rahat bir nefes aldırsaydı, bu kişiye toplumun bakışı nasıl olurdu.
Enver Paşa, Balkanlardaki çözümü, Meşrutiyet idaresine geçilmesinde görür. 1908 yılının ikinci yarısında, Meşrutiyetin ilan edilmesi için yaptığı mücadeleye, mecburen hız verir. Çünkü İngilizler ve Rusların 9 Haziran 1908 de Reval’de yaptıkları anlaşma, kamuoyunda duyulur. O güne kadar birbirine düşman olan İngilizler ve Ruslar, Osmanlı Devletini paylaşmak için anlaşmışlardır. Durumun vahametini gören Enver Paşa, daha fazla dayanamaz. Çünkü bütün genç subaylar gibi Enver de, yakın tarihimizi iyi bildikleri için geleceğimizden endişelidir.
Bilindiği gibi, 1829 yılında Edirne’ye kadar ilerleyen Ruslarla çok ağır bir anlaşma yapılmak zorunda kalınmıştı. Bu olaydan kısa bir süre sonra 1833 yılında, Osmanlı Devletinin uzak bir vilayeti olan Mısır’ın valisi, Kavalalı Mehmet Ali Paşa idi. Osmanlıya kızdığı için, oğlu İbrahim komutasında bir ordu gönderdi. Devletin uzaktaki bir valisinin oğlu, Osmanlı ordusunu Konya’da yendi. İstanbul’a doğru ilerlemeye başladı. Bu durumdan devleti kim kurtardı dersiniz. Osmanlıyı kendi valisinden, dört sene önce ülkeyi işgale kalkışan Ruslar kurtardı. Osmanlı yönetimim durumunu kurtardıktan bir süre sonra, İngilizler ve Fransızlardan destek aldı. Rusların bizi kurtarmaları karşılığında istemeye başladıkları kabul edilemez talepleri, durdurulmaya çalışıldı. Bu defa da, yenilerin istekleri başladı. Tanzimat ilan edildi. İngiliz ve Fransızların Osmanlı Devletini korumaları devam etti. Kırım Savaşında, Osmanlı ile birlikte Ruslara karşı savaştılar.
Kırım Savaşı yenilgisini hazmedemeyen Ruslar, 1877-78 yılında tekrar harekete geçti. Yeşilköy’e kadar geldiler. Savaşın başlarında Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’ya ve Şıpka Geçidini tutan Süleyman Paşaya yardım göndermeyen Sultan II. Abdülhamit Han, ağır yenilgi üzerine, İngiliz, Fransız ve hattâ Almanları devreye soktu. Büyük bir toprak kaybıyla da olsa İstanbul ve Edirne kurtarıldı.
Bu savaştan sonra İngilizler, Rusların Osmanlı üzerindeki hareketlerini yasakladı. Ruslar bir daha üzerimize gelemediler. Doğuya yöneldiler. Doğuda da, Japonlarla yaptıkları savaşı kaybettiler. Bunun üzerine İngilizlerle anlaşmak zorunda kaldılar. İngilizler de, Almanların hızlı gelişmesinden rahatsızdılar. Dolayısıyla bu ikili menfaatleri gereği aralarında anlaştılar.
Şimdi İngilizlerle Ruslar aralarında Osmanlıyı paylaşmak için Reval’de anlaştıklarına göre, devleti kime kurtarttıracaktık. Acilen bir şeyler yapılması gerekiyordu. II. Abdülhamit Hanın büyük devletlerarasındaki denge politikası, temelden çökmüştü. Bizi paylaşmak için anlaşanlar arasında, bizi korumaları için ancak toprağımızın yarısını, taraflardan birine bizim kendiliğimizden vermemiz gerekirdi.
Bu durumu şöyle tasavvur edelim. Günümüzde ABD ve Rusya, Türkiye’yi paylaşmak için aralarında anlaşsalar, biz ne yapardık? Bizi yöneten ve ülkeyi borç batağına sokmuş, Irak’ın kuzeyindeki referandumdan sonra bir günde Kerkük’ten çıkarılan bir PKK ile bile baş edememiş yöneticilere mi güvenirdik? Böylesine başarısız konumdaki yöneticilerin, büyük devletlerin ülkeyi paylaşmalarını engellemenin bir yolunu bulmalarını, evimizde oturur bekler miydik?
Enver’in dönemindeki durum, günümüzden daha kötüydü. Alınan borçlarla saraylar (Yıldız, Dolmabahçe), kasırlar ve yalılar vs yapılmıştı. Ne ordumuz, ne de donanmamız güçlendirilmemişti. Bırakın denizaltı gemisini, bir Kuruvazörümüz bile yoktu.
Ama har vurup harman savurduğumuz borçlarımızı ödeyebilmek için, Muharrem Kararnamesiyle kurulan Duyunu Umumiye Reisliğine, vergilerimizi bile doğrudan tahsil etme yetkisini vermiştik. Hattâ vergisini ödeyemeyen Osmanlı tebaasını, devlete sormadan Duyunu Umumiyenin kendisinin kurduğu silahlı birliğinin öldürmesine izin veren bir yasa çıkarmıştık. Mısır’ın, Tunus’un, Bosna’nın işgaline de ses çıkaramamıştık.
Böyle bir yönetim örneği karşısında dururken, Enver’in keyfine bakıp, evinde veya kışlasında oturması mı uygun olurdu? Enver, devletinin ona verdiği çete kovalama görevini en üst seviyede yerine getirmiş bir kişi iken, sessiz kalabilir miydi? İşte bütün bunlar, Enver’i ve arkadaşlarını harekete geçirdi.
Selanik’e gitti, dağa çıkan Resneli Niyazi’ye katıldı. Padişah, bunların üzerine ne kadar kuvvet ve hattâ ordu gönderdiyse de, isyanı bastıramadı. Bir ay gibi kısa bir süre sonra, padişah II. Abdülhamit Han, Meşrutiyeti ilan emek mecburiyetinde kaldı. Bu olaylar sonunda Enver, artık “hürriyet kahramanı”dır.
1909 yılının Mart ayı başlarında, Berlin’e askeri ateşe olarak tayin edildi. Dolayısıyla 31 Mart Vakasında Türkiye’de değildi. Olaydan bir süre sonra geldi. Ancak kısa bir süre sonra, geri görevine gitti.
Berlin’de görevi başında iken, İtalyanlar Trablusgarp’a yani bugünkü Libya’ya asker çıkardı. Bunu haber alan Enver Paşa, kimseye haber vermeden İstanbul’a döner. Doğrudan Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’ya gider. Bazı tarihçilerin iddia ettikleri gibi, iktidarda İttihat ve Terakki’nin doğrudan kendi adamları yoktur. Kendi genç üyelerinin doğrudan göreve gelmesinin, ülkede kamplaşmaya yol açacağı düşünülür. Şevket Paşa gibi, kendi fikirlerine yakın insanlar tercih edilir. Bu sebeple Nazır ile samimiyeti vardır. Ayrıca Enver, o sırada artık sarayın damat adayıdır. Naciye Sultan ile söz kesilmiştir.
Nazıra, derhal Trablugarp’a asker göndermemiz gerektiğini söyler. Şevket Paşa, Osmanlı Devletinin orada sadece bin civarında askeri olduğunu ifade eder. Ayrıca, Trablusgarp’ın doğu sınırındaki Mısır’ın İngilizlerin, batı sınırındaki Tunus’un ise Fransızların işgalinde olduğuna dikkat çeker. Harbiye Nazırı sonra şöyle devam eder: “devlet olarak, bırakalım oraya gönderebileceğimiz bir donanmayı, Trablusgarp’a askerlerimizi taşıyacak gemilerimiz bile yok”.
Gerçekten de Osmanlı Devletinin hali perişan idi. Donanmamız, Plevne Savaşında kullanılmayarak Rusların önü açılmış, sonrasında yine İstanbul’da çakılı kalmıştı. Nitekim kısa bir süre sonraki Balkan Savaşı sırasında sadece bir Yunan kuruvazörü, Çanakkale boğazının çıkışını tuttuğu için, donanmamız boğazdan dışarı çıkamamıştı. Bu konuda fikir yürüten askeri uzmanlar, eğer donanma boğazdan dışarı çıksaydı, en fazla bir (sadece bir) saatin içerisinde tamamen yok olurdu demişlerdir.
Nitekim 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Zaferi, Almanlardan 1914 yılında alınan ve dönemin en güçlü silahları olan toplarla, mayınların desteğiyle kazanılmıştır. Yoksa, Türkün iman gücüne ve savaşma azmine rağmen, dönemin en güçlü ve en büyük savaş gemilerini batırmaya imkânları yetmeyebilirdi.
Görüldüğü gibi, Osmanlı Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa, tamamen gerçekçi davranmıştı. Hiç bir asker gönderemeyeceğimizi, Trablusgarp’ı kurtaramayacağımızı kabul etmişti. Bu sebeple, Enver Paşa’ya, “biz orayı gözden çıkardık” diyerek sözünü noktalamıştı.
Enver Paşa’nın cevabına geçmeden önce kendimizi sorgulayalım. Acaba bu ortamda biz olsaydık ne yapardık? Bu soruya cevap verirken, daha 1990 ların ortasında Bosna’da yıllar süren katliamlara (en meşhuru Srebrenitsa katliamı), güçlü Türkiye Devleti ve petrol zengini Müslüman devletler ne yaptılar, bir düşünelim. Veya benzer tarihlerde sınırımızın yanındaki Irak’ta Saddam Hüseyin, Türklere ve Kürtlere karşı kimyasal silah kullanıp katliam yaparken, Türkler ve diğer Müslümanlar neler yaptı, bir araştıralım. Sınırımıza yakın Telafer’de 2004 ve 2005’te yapılan katliamlara nota bile veremediğimizi dikkate alalım.
Türkiye’nin toprağı sayılan Süleyman Şahın mezarını, gece yarısı YPG’nin koruması altında açıp, Şahın kemiklerini kaçırdığımız sırada ordumuzun dünyanın dördüncü büyük ordusu olduğunu hatırlayalım. Bir terör örgütünün sınırımıza kadar yaklaşıp işgal ettiği Kobani’den Türkiye topraklarına top atışları yaptığını, bizim buna bir şey yapamadığımızı hatırlayalım. Kobaniyi kurtarmak için neden YPG ve PYD yi çağırdığımızı araştıralım.
Konuyu daha fazla dağıtmadan Enver Paşa’nın cevabına dönelim. Paşa aynen şöyle söyler: “Orada tek umutları biz olan mazlum insanlar var, onları yalnız bırakamayız.”
Şimdi durup, bu ortamda böyle bir cevap veren insanın kişiliği üzerine biraz fikir yürütelim. Sonra böyle cevap verebilen şahsiyetlerden kaç kişiyi tanıyoruz düşünelim.
Eğer, Enver Paşa böyle bir söz sarf etmemiştir diye düşünüyorsak, olayların devamını izleyerek, kararımızı tekrar gözden geçirelim. Enver Paşa’nın, bu cevabı verirken amacı hava atmak değildir. Yürekten konuşur. Sözünün altını doldurur. Nazırın bu cevabıyla karşılaşan Enver, “Ne yapalım, devletimiz bir şey yapamıyorsa, ben ne yapabilirim? Geri Berlin’e döneyim. Keyfime bakayım” demez. Kendisine biraz maddi destek verildiği takdirde, yanına alacağı arkadaşlarıyla birlikte, Trablusgarp’a gideceğini, Nazırın bedevi dediği Sunusilerden ordu kurarak İtalyanları durduracağını söyler. Maddi destek verilir. Yanına arkadaşlarını alır. Tebdili kıyafetlerle yola çıkarlar. Gurubun bir kısmı İngiliz toprağı olan Mısır üzerinden, az bir kısmı da, Fransız toprağı olan Tunus üzerinden kaçak olarak tehlikeli ve maceralı yolculuklardan sonra, çöl tarafından Trablusgarp’a ulaşırlar.
Bundan sonrasını gelecek makalemizde inceleyeceğiz.

Sosyal kategorisine gönderildi | ENVER PAŞA ÜZERİNE için yorumlar kapalı