“DOST ACI SÖYLER” SÖZÜ ÜZERİNE

“DOST ACI SÖYLER” SÖZÜ ÜZERİNE

 

Başlıktaki atasözü, biraz farklı kelimelerle de olsa, hemen her millette vardır. Bu söylem, karşılıklı taraflar için geçerlidir. Bizim dostlarımızın, bizde gördükleri yanlışları söylemelerini ifade ettiği gibi, bizim de, dost olarak gördüğümüz insanları uyarmamızı anlatır.

Bir insanın yanlışlarını söylemek, onu eleştirmek demektir. Dostlar da, karşılarındaki insanın kendileriyle olan bağına güvenerek, sözlerini evirip çevirmezler. Dolaylı yollardan değil, doğrudan söylerler. Bilindiği gibi, insanların büyük çoğunluğu, tenkit edilmekten hoşlanmazlar. Bilhassa, doğrudan yapılan eleştirileri hiç sevmezler. Bu sebeple, dostların sözleri insanlara “acı” gelir.

Hâlbuki dost, acı da olsa gerçekleri söyleyerek, bizim kendimizi düzeltmemizi beklemektedir. Atasözünün bizlerden istediği, dostlarımızın tenkitlerine kulak vermemizdir. Şimdi, geçmiş yaşantımızı daha bir dikkatle gözden geçirelim. Göreceğiz ki, bizi sevmeyenler, bizim hatalarımızı yüzümüze karşı söylememişler. Bizimle tek başına iken bizi uyarmamışlar. Tartıştığımız insanlardan bizi sevmeyenler, hırslarına yenilerek, başkalarının yanında bizleri kötülemek için hatalarımızı yüzümüze vurmuşlar.

Geçmiş olayları düşünmeye devam ettiğimizde göreceğiz ki, bize düşman olanların içerisinden daha akıllı olanlar, hırslarına hâkim olarak davranmışlar. Bizimle tek başına iken konuşurlarken, bizim hatalarımızı söylemedikleri gibi, aksine onları, güzel davranışlar olarak göstermeye çalışmışlar. Böyle yaparak, bizim, aynı hataları devam ettirmemize vesile olmuşlar. Böylece bizim toplum içerisinde itibar kaybetmemizi beklemişler. Eğer biz, gerçek dostlarımızı değil de onları dinlemişsek, gerçekten de itibar kaybetmişiz. Ama kaybettiklerimizin hiç farkına varamamışız. Bazen, acı söyleyen dostlarımızı terk etmişiz. Tatlı konuşan insanlardan bazılarını samimi bularak, onları yeni dostlar olarak edinmişiz.

Şimdi, geçmişimizi film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçirirken, bazı yerlerinde durdurup düşünelim. Ben dâhil çoğumuz, bu şekilde yeni dostlar edindikçe, meğer batağa daha çok saplanmışız. Hepimizin hayatında bu durumun çok sayıda örnekleri vardır. Bu nedenle burada vermeyi gerek görmüyorum. Düşünen ve sorgulayan her insan, kendi geçmişindeki böyle anları tespit edebilir.

Peki, dostlarımız bizi uyardıkları halde, neden onları dinlemeyerek, kendimizi düzeltmemiş olabiliriz? Bu durumda ilk sorumluluk, bizi uyaran dostumuzdadır. Yahut da biz bir dostumuzu ikaz ettiysek, bizdedir. Hâlbuki bizim, bir dostumuzu eleştirmemizin tek bir amacı vardır. O da, dostumuzun kendini düzeltmesini sağlamaktır. Eğer düzelme olmadıysa, bizler dost dediğimiz insana, gerçek bir dost gibi davranamamışız demektir.

Bizim yaptığımız ya da bize yapılan tavsiyelerin pek bir işe yaramamasının bir diğer sebebi, insanlardaki genel anlayıştır. İnsan olarak bizler, bizi eleştiren, sıkça tavsiyelerde bulunan insanları, pek sevmeyiz. Bu nedenle de, tavsiyelere kulak vermeyiz. Nitekim bu anlayışımızı, “bir musibet, bin nasihatten evladır” atasözü net bir şekilde ortaya koymaktadır. Atasözünün ifadesine göre insanlar, nasihatleri, yani tavsiyeleri dinlemiyorlar. Fakat bir belâ ile karşılaştıklarında, hemen düşünmeye başlıyorlar. Gördükleri zararın büyüklüğü, kendilerine geçmişte yapılan tavsiyeleri tekrar hatırlamalarını ve olayları birbirine bağlamalarını artırıyor. Hiç dinlemedikleri nasihatlerin değerini anlıyorlar. Aslında ben dâhil, büyük çoğunluğumuz bu durumdayız.

Bizlerin, karşılaştığımız eleştirilere kulak vermememizin bir başka sebebi daha var. Geçmişte yaşadıklarımızı, yine gözlerimizin önünden geçirelim. Göreceğiz ki, hemen her insan, kendi aklını en üstün görmektedir. Nitekim atalarımız bu durumu da şu veciz ifadelerle net bir şekilde ortaya koymuşlar: “Akıllar pazara çıkmış, herkes kendi aklını almış.”

Bize yapılan tenkitleri dinlemememizin bir başka nedeni daha var. Dikkat edecek olursak, dostlarımızı eleştirirken, kimi zaman, tavsiyelerimizi, tepeden bakan bir tarzda yaptığımızı görürüz. Karşımızdakini dostumuz olarak kabul etmemize rağmen, bu davranış yanlışlığına düşebiliyoruz.

Bizim bu makalemizde asıl irdelemek istediğimiz husus, bu davranış hatamızdır.

Eğer biz, karşımızdakini gerçekten bir dost olarak görüyorsak, daha farklı davranmalıyız. Yapacağımız tavsiyeleri, önce sevgi ile yoğurmalıyız. Sonra ifade tarzımıza dikkat ederek, güzel bir şekilde sunmalıyız. Eğer biz böyle yaparsak, tavsiyelerimizin işe yaramaya başladığını, dostumuzun kendini düzeltmeye doğru yöneldiğini görme ihtimalimiz artacaktır.

Diğer taraftan, dostumuza yaptığımız tavsiyelerimizi dikkatle seçelim. Nasihatlerimizi, kendi hayatımızdan örneklerle donatalım. Yaşadıklarımızdan kesitler sunalım. Böyle yaptığımızda tavsiyelerimizin daha çok işe yaradığını görebiliriz.

Dostlarımızla konuşurken, kendi yaptığımız bazı yanlışlardan, bizi uyaran dostlarımızın sayesinde nasıl kurtulmaya çalıştığımızı anlatalım. Dostlarımızın bize yaptıkları tavsiyelerini uygularken ki karşılaştığımız zorluklardan bahsedelim. Dostlarımızın geçmişte bize yaptığı bazı tavsiyelerden, henüz tutamadıklarımızdan ve düzeltemediğimiz yönlerimizden bahsedelim. Yani, yine bir atasözünde ifade edildiği gibi, önce iğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batıralım.

Dostlarımızın ikazlarını tam olarak yerine getirememiş olmamıza rağmen, geçmişteki bazı yanlışlarımızdan kurtulduğumuz için, bize tavsiyede bulunan o dostlarımız hakkında güzel şeyler söyleyelim.

İnsanlığın günümüzdeki durumu maalesef, bu açıdan pek başarılı değil. Hepimiz hepimizi eleştiriyoruz. Bu tenkitlerimizde, yukarıda ifade ettiğimiz inceliklerden eser yok. Eleştirilerimiz, kıyasıya bir rekabet içerisinde. Hemen hiçbirimizin eleştirisi işe yaramıyor. İnsanların büyük çoğunluğu, böyle durumlarda, birbirlerini dinlemiyorlar. Karşımızdaki konuşurken, bizim kafamızda kendi fikrimiz dolaşıyor. Dolayısıyla yapılan konuşmalar, bir atasözünde olduğu gibi, bir kulağımızdan girip, diğer kulağımızdan çıkıyor. Beynimizde yer tutmuyor. Bu nedenle, dostların eleştirileri sonrasında kendisini düzeltebilenlerin sayıları çok az.

Bu sayının artabilmesi için yöntemlerimizi değiştirmeye çalışalım. Eleştirdiğimiz bir insanın, öncelikle, onu sevdiğimizi anlamasını sağlayalım. Gerek yapacağımız tenkitlerin, gerekse tavsiyelerimizin, onun iyiliği için olduğuna önce biz inanalım, sonra onun da anlaması için biraz bekleyelim. Karşımızdakinin buna inandığına kani olduktan sonra söyleyelim. Çünkü buna inanmazsa, söylediklerimiz havada kalır.

Dost olarak gördüğümüz bir kişiye, yaptığımız tavsiyenin bir faydasının olması için, bir başka husus daha var. Eğer biz, daha önceki bir zamanda, onun bize yaptığı nasihatleri dinlememiş ve uygulamamış isek, bizim ona söylediklerimizin işe yaramasını bekleyemeyiz. Dolayısıyla, dostlarımızın bize yaptıkları eleştirilere ve tavsiyelerine, gerekli özeni göstermeye gayret edelim.

Dostların birbirlerine yaptıkları tavsiyeleri etkileyen bir başka konu daha var. Bir dostumuz bize bir nasihatte bulunduğunda, ona cevap veriş tarzımız da çok önemlidir. Bizim cevap veriş tarzımızdaki bir tersliğe, karşımızdakinin vereceği cevap şekli de önemlidir. Biz ters bir şekilde cevap verdiğimiz halde, bize karşı sevgiyle karşılık vermeye devam ediyorsa, onu dinleme ihtimalimiz artar. O da aynı sertlikle ve “ben sadece senin iyiliğini düşünmüştüm, ama sen iyilikten ne anlarsın ki” tarzında cevap verirsek, konuşmalarımızı bir duvarla yapmış gibi oluruz.

Okuyucularımızın, bizim burada aktardığımız yöntemlerin dışında, kendi geliştirdikleri özel yöntemleri olabilir. Onlar, bizim yazdıklarımızdan çok daha başarılı sonuç alacak sistemli çözümler üretmiş olabilirler. Dolayısıyla, her insan, düşündükçe, kendi şartlarına en uygun olan yöntemleri bulacaktır. Yeter ki, eleştiri ve tavsiyelerinde samimi olsunlar.

Dostun sevgiyle söylediği acı sözler, baldan tatlı olur. Dostunu saygıyla dinleyen kişi için, reçetedeki acılar, hastalığı iyileştirici ilaç olur.

Sosyal, YAŞAM kategorisine gönderildi | “DOST ACI SÖYLER” SÖZÜ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

PLANLARIMIZDA HER İKİ DÜNYAYI DÜŞÜNÜRSEK BAŞARIMIZ ARTAR

PLANLARIMIZDA HER İKİ DÜNYAYI DÜŞÜNÜRSEK BAŞARIMIZ ARTAR

 

Yaşadığımız sürece hepimiz, gelecek için bazı planlar yaparız. Kimimiz planladığımız hedeflere ulaşırız. Hattâ daha fazlasını elde ederiz. Çoğumuzun planları tutmaz. Kimimiz ise, tam tersine mevcut halimizden daha geriye düşeriz.

Bu çeşitliliğin sebeplerinden birisi, bizim yaptığımız planların, ne kadar gerçekçi olduğuyla bağlantılıdır. Bir diğeri, planlamada kullandığımız yöntemdir. Sadece kısa vade planlar yaparsak aksama ihtimali fazla olur.

Demek ki, planları, hem mümkün olduğunca gerçekçi yapmaya çalışacağız, hem de sadece kısa vadeli yapmayacağız. Bu dünyadaki işlerimizde daha başarılı olabilmek için; kısa, orta ve uzun vade planları birlikte yapacağız. Her üç vadedeki planlarımız arasında sıkı bir bağlantı olacak. Kısa vadedeki bir planımız, orta vadedeki hedefimizle çelişiyorsa, vazgeçeceğiz. Veya değiştireceğiz.

Eğer yukarıda bahsettiğimiz kısa, orta ve uzun vade planlarımızın hedefi, sadece bu dünya hayatındaki nimetlerden pay kapma üzerine olursa, eksik kalır. Belki planlarımızın birçoğu tutar, başarılı oluruz. Ama bu dünyadan göçüp gidince bize hiçbir faydası olmaz. Hattâ bu dünyada da bizi mutlu yapmaz. Çünkü aklımız ve duygularımız planlarımıza kilitlendiğinden, hayatımız sürekli bir endişe içerisinde geçer. Planlarımızdaki her aksaklık, bizde gerilim yapar. Aksaklık meydana gelmese bile olma ihtimali de bizi gerer.

Sonunda bütün planlarımız tutsa bile, geriye dönüp baktığımızda kendimizi mutsuz, dostsuz ve tek başına hissederiz.

Bu sebeple, bu dünyada yaptığımız gelecek planlarımızın içerisine, gelecek yaşamımızda yani ahiret hayatımızda ulaşmak istediğimiz hedefi de katmalıyız. Yüce Yaradan Kur’an’ında bu dünya hayatımızın, ahiret yaşamımız yanında uzun bir yoldaki bir yol ağzı kadar olduğunu ifade ediyor. Allah, ahirete huzuruna vardığımızda bizim bu dünyada kaldığımız süreyi şöyle tanımlayacağımızı ifade eder:

23 Müminun Suresi 112: (Allah inkârcılara) “Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?” diye sorar.

113: “Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte bilenlere sor.” derler.

Önceki, “Af Dileyecek” şeklinde başlayan yazımızda belirttiğimiz gibi, bizler hangi yaşta olursak olalım, zaten, yaşadığımız geçmiş günleri düşündüğümüzde, göz açıp kapayana kadar geçtiğini hissederiz. Yani daha bu dünyada iken, ahirette söyleyeceğimizi hissederiz. Bizim bu düşüncemizi, Yüce Yaradan ayetlerin devamında tasdik etmektedir:

114: (Allah) buyurur ki: Sadece az bir süre kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş olsaydınız!

“Biz bilmiyorduk, hiç ahirete gidip geri gelip bize anlatan da olmadı” demeyelim diye, Allah, bize sonraki ayetinde yol gösteriyor:

115: “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”

Şimdi oturalım düşünelim. Bilim insanlarının verdiği bilgilerin ışığında, evrendeki büyüklüğü ve mükemmel düzeni sorgulayalım. Buna gücümüz yetmezse, çevremizi sorgulayalım. Cansın varlıklar dediğimiz taş- toprağın içerisinde ne cevherler olduğunu inceleyelim. Bitkilerdeki düzene bakalım. Hayvanlardaki özelliklere ve sosyal yaşamlarındaki düzenin hiç bozulmadan nasıl yürüdüğünü düşünelim. Sonra insanlara dönelim. Her insanın duygusal yönünün farklı olduğunu, her insanın parmak izinin farklı olduğunu hayretle müşahede edelim. Sonra kendimizi inceleyelim.

Bütün bunları ayna karşısında yaparsak, kendimizi, acilen, ahiret planlarını da dünyevi planlarımızla birlikte ele almamız gerektiğine ikna ederiz. Ahiret hayatını da dikkate alarak plan yapmamızın en önemli farkı, her hareketimizi gözleyen, her düşüncemizi bilen bir Yüce Yaradan’ın varlığını hissetmemizdir. Böylece, kimse görmeden yaptığımız iyiliklerin, hattâ, yaptığımız kişinin bile farkına varmadığı iyiliklerimizin boşa gitmediğini biliriz. Böylece, bir gün iyiliklerimize karşılık verileceğini düşünerek rahatlarız.

Diğer taraftan, hiç kimse bilmeden yaptığımız kötülüklerin hesabının da sorulacağını düşüneceğimizden, kendimize çeki düzen veririz. Dolayısıyla planlarımızı hem bu dünyada hem de ahirette huzurlu olmak için yaparsak, bize yardımcı olacak bir Yüce Yaradan’ın varlığını biliriz. Onun yardımıyla inşallah her iki cihanda da güzelliklere ulaşırız.

Bazen nefsimize yani duygularımıza hâkim olamayız. Sadece bu dünya nimetleri peşine düşeriz. İşte yaptığımız hataların bizi umutsuzluğa düşürdüğü zamanlarda, hemen ahiret planlarını önceliğe alıp uygularsak, bizi affedebilecek bir Yüce Yaradan’ın olduğunu düşünerek, kendimizi düzeltiriz. Raydan çıkan planlarımızı tekrar rayına oturturuz.

Dolayısıyla, eğer ahiret ile ilgili hedeflerimizi de planlarımıza eklersek, hayatımızın bundan sonrası için yapacağımız planlar daha bir önemli hale gelir. Bu durum kalan zamanımızı daha önemli kılar. Artık zamanımızı daha verimli kullanıp, daha ciddi planlar yapmaya başlarız.

Kalan zamanımızı verimli kullanmaya, planlarımızı hem bu dünya hem ahiret huzuru için yapmaya, yaptığımız planları daha ciddi uygulamaya başladıkça, her iki dünya mutluluğuna doğru daha hızlı yol almaya başladığımızı görürüz.

YAŞAM kategorisine gönderildi | PLANLARIMIZDA HER İKİ DÜNYAYI DÜŞÜNÜRSEK BAŞARIMIZ ARTAR için yorumlar kapalı

AF DİLEYECEK YÜCE BİR MAKAMIN VARLIĞI, KALAN ÖMRÜMÜZÜ ANLAMLANDIRIR

AF DİLEYECEK YÜCE BİR MAKAMIN VARLIĞI, KALAN ÖMRÜMÜZÜ ANLAMLANDIRIR

 

İster genç ister yaşlı olalım, hepimiz, yaşantımızın geçmiş bölümüne dönüp baktığımızda, o güne kadarki hayatımızın, göz açıp kapayana kadar geçtiğini düşünürüz. Yarına sağ çıkacağımızın hiçbir garantisi olmamasına rağmen, gelecek günlerimizin çok uzun olacağını düşünerek hesaplar yaparız.

Ölüme yaklaştığını düşünen zengin ve yaşlı bir insana, dünya nimetleri için verdiği mücadelelerle ilgili olarak tavsiyelerini soracak olsak, “bu kadar mücadele ettik de ne oldu, hepsi boşmuş” cevabını alırız. Ya mirasçılarına kızıyordur, ya da çevresindeki dalkavuklara sinirleniyordur. Veya kendisine zaman ayıramadığından ve hiç dostu olmadığından yakınıyordur. Eğer bu kişi, bir de başkalarının haklarını bilerek yemiş, onlara bilerek zulmetmiş ise, pişmanlığı had safhadadır. Kendisini, mirasçılarının ve etrafındaki dalkavukların hamalı olarak görmektedir.

Bizler zayıf yaratılmış varlıklarız. Nefsimize yani duygularımıza yenilmemiz an meselesidir. Her zaman, varlığımızdan daha fazlasına sahip olmak isteriz. Yüce Yaradan Kur’an’da bu hırsımızdan şöyle bahseder.

17 İsra Suresi 100: (Ey Muhammed!) De ki: “Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, fakirlik korkusunu yine de elden bırakmazdınız.” Doğrusu insan çok cimridir.

4 Nisa Suresi 53: “Yoksa onların mülkten bir payı mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdeğin zerresini bile vermezlerdi.”

Çoğumuz duygularımıza yenildik. Hepimiz hatalar yaptık. Geçmiş ömrümüz, göz açıp kapayana kadar geçtiği için geleceğimizi çabukça toparlamak istiyoruz. Yaptığımız hataları görüyor ancak, nasıl kendimizi toparlayacağımızı bilemiyoruz. Eğer af dileyerek bize yol göstermesini isteyeceğimiz merci, insan olsaydı, ne yapardık? Dünyanın hazinelerine sahip olsa bile, başkalarına çekirdeğin zerresini bile vermeyen bir insandan, nasıl af ve rahmet beklerdik? Başkasından destek almadan, kendi kendimize nasıl toparlanırdık?

Fakat çok şükür ki, af dileyebileceğimiz ve rahmeti geniş bir Yüce Yaradan var. Eğer böyle bir yaratıcı olmasaydı, biz aynı hataların içerisinde yuvarlanır giderdik. Hayatımızın sonunda ayna karşısına geçip, gözlerimizin içerisine bakarak, geçmiş günlerimizi film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirme imkânımız olsaydı, belki de, tıpkı, çevremizdekilerin bizden nefret ettikleri gibi, kendimizden nefret ederdik.

Kur’an’da Yüce Yaradan’ın rahmet etme vasfını anlatan çok sayıda ayet var. İsteyen internet üzerinden kolayca araştırabilir. Biz, bir önceki yazımız olan “Faaliyetlerimiz Kişilerin Takdiri İçin Olmamalı” adlı makalemizdeki Hz. Musa ile ilgili olayı, bir başka bakış açısıyla ve konumuzla bağlayarak irdeleyeceğiz.

Kasas Suresinin 15inci ayetinden itibaren anlatılan olaylar, Hz. Musa’nın yaşadıklarından bir kesittir. İstemeden de olsa bir adamı öldüren Hz. Musa, yakalanmamak kanundan için kaçmaktadır ve çok çaresizdir. Hz. Musa yaşadığı bu öldürme olayından önce, aynı surenin 14üncü ayetine göre, Allah tarafından hâkimiyetle ilim verilmişti. Yani, kendisine hâkimiyetle ilim verilmiş bir kişi iken adam öldürmüştü. Tahmin edileceği gibi, kendisine ilim ve hâkimiyet verilen bir insanın yapacağı hatanın cezası, diğer insanlara göre daha fazla olur.

Hz. Musa’nın, bu durumda iken dâhi,  yaptığı iyiliklerin sonrasında, Yüce Yaradan tarafından kollanması ve nimet verilmesi, biz insanlardan bazılarımıza yol gösterici mahiyettedir. Eğer, kötü bir geçmişimiz varsa, yasa dışı işler yaparak suç işlemiş isek, biz de Hz. Musa gibi, kendimizi affettirecek fırsatlar aramalıyız. Bulduğumuz her fırsatta, kalpten gelen bir gönüllülükle iyilik yapmalıyız. Bu iyiliklerin, sadece maddi yardım anlamında olmadığını da, Hz. Musa’nın genç kızlara yardımından anlıyoruz.

Eğer biz fırsat arar ve bulduğumuz imkânları değerlendirerek Yüce Yaradan’ı memnun edersek, O, bize hayal bile edemeyeceğimiz güzellikleri verecektir. Bize bu dünyada güzellikler verebilecek tek güç, Allah’tır. Ahirette de güzelliklere kavuşturacak olan, sadece ve sadece Yüce Yaradan’dır.

İyilik yapmak için fırsat nasıl arayacağız diye düşünebiliriz. Kasas Suresi 23üncü ayet, bu konuda da bize yol gösteriyor. Bir önceki yazımızda bahsettiğimiz ayet şöyle: “Ne zaman ki Medyen suyuna vardı, orada (hayvanlarını) sulayan bir gurup insan gördü. Ötelerinde iki kadın buldu, (hayvanlarını sulamaktan) sakınıp duruyorlardı. “Derdiniz nedir?” dedi. “Biz çobanlar çekip gitmeyince sulayamayız ve bizim babamız pek ihtiyar bir adamdır.”

Ayetten anlaşıldığına göre, genç kızlar, Hz. Musa’yı görünce yardım istemiyorlar. Medyen suyuna varan Hz. Musa, ortamı inceleyince, bir şeylerin yanlış olduğunu görüyor. Aslında kendisi de susuz olduğu için ortamı incelemeyip, doğrudan suya yönelebilirdi. Ama kendisini affettirecek fırsat bulabilmek için ortamı inceliyor. Bir şeylerin yanlış olduğunu görünce, durumu anlamak için genç kızlara soruyor. Cevabı alınca, “çobanlar bana itiraz ederler mi, başıma iş açılır mı” diye düşünmeden hayvanları alıyor, çobanların yanında suluyor.

Biz de kötü bir geçmişe sahip isek, iyilik yapmak için böyle fırsatlar arayacağız. Bulduğumuz fırsatları da, korkusuzca değerlendireceğiz. Yardım ettiklerimizden teşekkür beklemeyeceğiz. Yüce Yaradan’dan da, teşekkür beklemeyeceğiz. Ona, bize yeni fırsatlar oluşturması için dua edeceğiz. Biz gönülden bir davranışla böyle hareket etmeye devam edersek, Allah’ın bize kat kat fazlasıyla karşılık verdiğine şahit olabiliriz.

Sonuç olarak, bizler, yaşadığımız günümüze hakkını verir ve fırsatları değerlendirirsek, işte o zaman, hem kalan ömrümüzü anlamlandırmış oluruz, hem de geçmişimizin kötülüğünden kurtuluruz ve ahiretimiz için endişelerimiz azalır. Bu çabamızda daha başarılı olabilmemiz için, çevremizi bizim gibi düşünenlerle donatalım. Bizler gibi iyilik için fırsat arayanlarla birlikte olalım ve aramızda istişare ederek hareket edelim.

Allah’ım, Senin affına ve rahmetine mazhar olabilmemiz için bizlere, iyilik yapabileceğimiz fırsatlar oluştur.

Allah’ım, Senin oluşturduğun fırsatları iyi değerlendirebilmemiz için, bizlere irade gücü ver, zihin açıklığı ver, mücadele azmi ver.

Senin her şeye gücün yeter.

YAŞAM kategorisine gönderildi | AF DİLEYECEK YÜCE BİR MAKAMIN VARLIĞI, KALAN ÖMRÜMÜZÜ ANLAMLANDIRIR için yorumlar kapalı

FAALİYETLERİMİZ KİŞİLERİN TAKDİRİ İÇİN OLMAMALI

FAALİYETLERİMİZ KİŞİLERİN TAKDİRİ İÇİN OLMAMALI

 

Yazımızla ilgili hususta kitaplar yazılabilir. Ancak biz burada üç farklı örnek vererek konuyu irdelemeye çalışacağız.

Antik Helen tarihçisi Tukydides, eserinin başlangıcında düşüncelerini şöyle ifade etmiş: “Ben bu eserimi, mevcut yaşayan insanlar okusunlar ve beni takdir etsinler diye yazmıyorum. İnsanlık var oldukça benim bu eserimden faydalansınlar diye yazıyorum.”

Gerçekten de 2500 yıla yakın süredir insanlık, Tukydides’in eserinden faydalanıyor. Tarihçinin, yaşadığı dönemde ne kadar takdir edildiğini bilmiyoruz. Ama günümüzde takdir edildiğini, insanların eserden faydalandığını biliyoruz.

Eğer Tukydides, eserini, yaşayan insanların takdir etmeleri için yazsaydı, belki bugüne kadar eser gelmezdi. Gelse bile beğenilmeme ihtimali kuvvetliydi.

Bu hususta vereceğimiz ikinci örnek, Türklerden. Balkan Bulgar Türkleri, 8inci asrın ortaları ile 9uncu yüz yılın ortalarına kadar, Bizanslılarla sıkı irtibatları oldu. Bulgar Türklerinin en ünlü hakanı, Kurum Han idi. Kurum Han, 811 yılında Bizans İmparatoru Nikephoros’u yendi.

Bu savaştan yaklaşık iki asır sonra Leon Grammaticos, olayları yazan bir eser verdi. Leon, kendi zamanına kadar aktarılan bilgiler ışığında, kitabını yazmıştı. Fakat sonradan, Türklerin Anadolu’ya girerek ilerlemeye başladıkları dönemde, bazı tarihçiler aynı kitaba ekleme yaptılar. Kurum Hanın, Nikephoros’un başını kestirerek, içinde şarap içtiğini eklediler.

Hâlbuki aynı Kurum Han ile ilgili olarak İbrahim Kafesoğlu yaptığı araştırmalarla başka sonuçlara varmıştır. Kafesoğlu, G. Feher ve V. Beşevliev’den aktardığına göre, Direklerdeki 2inci Bulgar kitabesinde, Bulgar Türklerinin Hakanı Kurum Han, şöyle demektedir: Doğru insanı ve yalancıyı Tanrı bilir. Bulgarlar, Hıristiyanların (Bizanslılar) iyiliği için çok çalıştılar. Ancak onlar bunu çabuk unuttu. Fakat Tanrı biliyor.”

Kitabeden anlaşıldığına göre, Balkan Bulgar Türkleri, karşılık beklemeden iyilikler yapmışlar. Onların bu iyilikleri yaşayan Hıristiyanlar tarafından takdir edilmemiş. Ama onlar bu iyilikleri Tanrının bildiğini düşündüklerinden, hiç gocunmamışlar. İyilik yapmaya devam etmişler.

Onların bu iyiliklerine karşın, asırlar sonra, aleyhlerinde yalanlar uydurulmuş. Ama günümüzde aklı başında hiç kimse, aleyhlerinde söylenen yalanlara inanmıyor. Yani yalanlar, gerçekleri örtememiş.

Bu konuda vereceğimiz bir başka örnek, Kur’an’da bize anlatılan olaylardan alınma. Kur’an’da (28)Kasas Suresi 15inci ayette anlatıldığına göre, Hz. Musa, kendinden yardım isteyen bir hemşerisine yardım ederken, istemeden bir adamın ölümüne sebep olur. Firavunun adamları tarafından cezalandırılmamak için çöllere doru kaçar. Aynı surenin 22inci ayetinde verilen bilgiye göre, Medyen cihetine yöneldiğinde, “ola ki Rabbim beni doğru yola çıkarır” diye dua eder.

Aynı surenin 23üncü ayeti, Hz. Musa’nın orada yaşadıklarını şöyle anlatır: “Ne zaman ki Medyen suyuna vardı, orada (hayvanlarını) sulayan bir gurup insan gördü. Ötelerinde iki kadın buldu, (hayvanlarını sulamaktan) sakınıp duruyorlardı. “Derdiniz nedir?” dedi. “Biz çobanlar çekip gitmeyince sulayamayız ve bizim babamız pek ihtiyar bir adamdır.”

Ayet gayet net açıklama yapmış. Bir tarafta iyice ihtiyarlamış bir adam var. Onun erkek çocukları yok. İki kız çocuğu var. Onlar da genç kız konumundalar. Belki çobanların kendilerine serkeşlik yapmalarından çekiniyorlar. Onlar oradayken, hayvanlarını su kenarına indiremiyorlar. Belki de, susadıkları için suya doğru gitmeye çalışan hayvanlarını, engellemeye çalışıyorlar.

Olayın devamı 24üncü ayette anlatılıyor: “Bunun üzerine ikisinin (hayvanlarını) sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi ve “Ey Rabbim! Ben cidden, bana indirdiğin hayra muhtacım (fakirim)” dedi.

Ayetten anlaşıldığına göre, Hz. Musa, genç kızların cevapları üzerine, onlara hiçbir şey söylemeden hayvanları önüne kattı, suya götürdü. Hayvanlar doyasıya sularını içtikten sonra, geri getirip genç kızlara teslim etti. Sonra onlardan herhangi bir teşekkür beklemeden, ilerideki bir ağacın gölgesine gidip oturdu ve Yüce Yaradan’a dua etti.

Görülüyor ki, Hz. Musa, yaptığı iyiliğin karşılığını insanlardan istemeyerek Rabbine dua etti. Duasında da, yaptığı iyiliğin karşılığında doğrudan bir şey istemedi. Onun yerine biz olsaydık, onun gibi çaresiz durumda olmasaydık bile, kuvvetle ihtimal ki, Yüce Yaradan’dan doğrudan karşılık isterdik.

Hâlbuki Hz. Musa o anlarda çok çaresiz bir konumda idi. Yakalanma korkusuyla kaçıyordu. Hiçbir varlığı yoktu. Ama Hz. Musa, en çaresiz konumunda iken, en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde ne genç kızlardan ne de Allah’tan doğrudan karşılık istemedi. Buradan da anlıyoruz ki, en çaresiz anlarında olmasına rağmen, bu iyiliği kalpten gelen bir anlayışla gönüllü olarak yapmıştır.

Kur’an’da anlatılan bu olayda, Hz. Musa’nın yaptığı duası da, bize çok güzel bir örnektir. O, yaptığı bu iyiliğin karşılığında, kendisine bir ücret veya başka bir şey istemiyor. Aksine, kendisine böyle iyilikler yapabileceği fırsatlar verilmesini, Yüce Yaradan’dan niyaz ediyor. İstemeden de olsa, adam öldürdüğü için, Allah’tan, kendisine yeni iyilik imkânları oluşturmasını istiyor ve böyle imkânlara muhtaç olduğunu belirtiyor. Böylece, insanlara iyilikler yaparak, kendisini Allah’a affettirmeye çalışıyor.

Surenin devam eden ayetlerine baktığımızda, Hz. Musa’nın bu güzel davranışının karşılığını, Yüce Yaradan’ın, çok daha güzel bir şekilde verdiğini anlıyoruz. Allah, Hz. Musa’nın hiç hayal edemeyeceği bir şekilde, ona, ücretli bir iş, salih bir eş, aile ortamında yaşayacağı bir ev, her zaman kendisine yol gösterecek bir baba temin ediyor.

Demek ki, biz, gönlümüzden gelerek ve karşılık beklemeden bir iyilik yaparsak, Yüce Yaradan, mutlaka bizi ödüllendiriyor.

KUR'AN ÜZERİNE, Sosyal kategorisine gönderildi | FAALİYETLERİMİZ KİŞİLERİN TAKDİRİ İÇİN OLMAMALI için yorumlar kapalı

KELAMCILARLA FİLOZOFLARIN YÖNTEMLERİNDEKİ BENZERLİKLER  

KELAMCILARLA FİLOZOFLARIN YÖNTEMLERİNDEKİ BENZERLİKLER

 

Belgeli tarih boyunca, ilahiyatçılar ile filozoflar arasında sürekli tartışmalar olmuştur. Filozoflar, ilahiyatçıları sığ düşünmekle ve şekilci olmakla suçlamışlardır. İlahiyatçılar ise, filozofları dinden çıkmakla itham etmişlerdir. Çok daha ağır olan bu iddia sebebiyle, biz bu yazımızda, önce ilahiyatçıların filozoflara olan itirazlarını ele alacağız. Ele alacağımız itirazların çoğuna, biz de katılıyoruz. İlahiyatçıların eleştirilerini inceledikten sonra da, ilahiyatçıların, filozoflara itiraz ederlerken kullandıkları yöntemleri, kendilerinin de takip edip etmediklerini irdeleyeceğiz.

İlahiyatçılar, filozofların, meselelere duyu (beş duyu) ve akıl ile yaklaşmalarını eleştirirler. İlahiyatçılara göre, duyular en somut görme aracı olmalarına rağmen, bazen bizi yanıltırlar. Bu savunma, bizce de doğrudur. Çünkü insanların beş duyusunun sınırları vardır. Algılama sınırlarının dışındakileri bilemezler. Nitekim bir köpeğin ve bir kedinin koku ve işitme özelliklerinin sınırları, insanlarınkinden çok daha geniştir. Ayrıca gördüğümüz bir olayın perde arkasındaki gelişmeler çok farklı olabilir.

Dolayısıyla, insanlar teorilerini, duyuları üzerine inşa ederlerse, yanılmaları ihtimali vardır. Filozofları bu açıdan tenkit eden ilahiyatçıların bazıları, kendilerinin ifade ettikleri altıncı his denilen soyut bir duygunun, diğer beş duyudan üstün olduğunu söylerler. Bu söylemleri ile acaba, filozofları suçladıklarından daha mı kabul edilir bir temele dayanmaktadırlar.

İlahiyatçılar, filozofları eleştirirlerken, onların, kendilerinde vehmettikleri kadar bilgi sahibi olmadıklarını ifade ederler. Bu eleştiri, bizce de doğrudur. Filozoflardaki bu vehme karşılık, bazı Müslüman bilginlerde de, benzer vehimlerin olduğunu kendi eserlerine bakarak anlamaktayız. Nitekim İbn Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye adlı eserinin fetih (açılış) kısmında, kendisini Hz. Muhammed’in son varisi (Hatem-i Velayet-i Muhammedi) olarak ifade etmektedir. Kendisinden başkalarının da Hz. Muhammed’e varis olabileceğini, fakat hiçbirinin Hz. Muhammed’in amellerinin, makamlarının ve ilimlerinin külliyetine erişemeyeceğini söylemektedir. Acaba, bu ifadesinde dayandığı temel, filozoflarınkinden daha mı sağlam, yoksa daha mı çürüktür?

Arabi, kitabındaki fetih bölümünde, eserindeki bilgilerin ve idrakin, bir çalışma veya akli gayretler ile elde edilemeyeceğini belirtmektedir. Ona göre kitaptakiler, Allah’ın ona kapıları açmasıyla verilmiştir.

Biz, böyle bir şey olmaz diyemeyiz. Bahsettiği şeyler gerçekten olmuş olabilir veya rüyasında gerçekleşebilir. Her şeye gücü yeten Yüce Yaradan, bundan daha fazlasını ve bizim hayal edemeyeceğimiz şeyleri gerçekleştirir. Fakat bu olayda, sorgulanabilecek iki husus var.

Birincisi, böyle bir vaka meydana gelmiş ise bile, bu açıkça söylenilmez ve yazıya hiç dökülmez. Asırlar sonrasına kalacak şekilde yazıya dökmek, övünmeye ve kibre girer. Allah, övüngenleri ve kibirlileri sevmediğini, Kur’an’ında sıkça ifade ediyor.

İkincisi, bilindiği gibi, peygamberler ve son peygamber Hz. Muhammed de, insan idiler. Dolayısıyla ilimleri, Allah’ın kendilerine verdiği kadardır. Hz. Muhammed’e indirilen Kur’an’ın, daha önceki peygamberlere gönderilen bütün bilgiyi toplaması ve birleştirmesi, Hz. Muhammed’e bütün bilgilerin verildiği anlamına gelmez. Eğer öyle olsaydı, Hz. Muhammed, bu açıklamaları kendi sağlığında yapardı. Hattâ kayda geçirtirdi ve İbni Arabi’ye ya da başkasına bırakmazdı.

Diğer taraftan, Arabi’nin eserlerinde bahsettiği hakikat bilgisi, eşyanın Allah’ın katında bilindikleri halleridir demektedir ve bu hakikatin kendisine verildiğini ifade etmektedir. Bu ifadelerin, filozoflarınkinden daha sağlam temele dayandığı söylenemez. Bilindiği gibi, gelecekle ilgili bütün bilgi ve karar Allah’ın Zatınındır. Yüce Yaradan, bu bilgilerden dilediğine verir, dilediğine vermez.

3 Ali İmran Suresi 179: “Allah, müminleri içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir, pisi temizden ayıracaktır. Ve Allah sizi gayba vakıf kılacak da değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçip (gaybı bildirir). O halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve günahlardan korunursanız, sizin için büyük bir mükâfat vardır.”

Allah’ın, gayb ile ilgili bilgileri Hz. Muhammed’e verdiğini gösteren bir ayet yoktur. Aksine aşağıdaki ayet, Hz. Muhammed’e gaybın bilgisinin verilmediğini ifade etmektedir.

6 Enam Suresi 50: De ki: “Size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?”

Yüce Yaradan’ın, Kur’an’ı indirdiği son peygamberi dâhil, peygamberlerine vermediği bilgileri ve gaybın haberlerini, şeyhlere, evliya olarak bilinenlere, bazı ilahiyatçılara verdiğini düşünmek, filozofların verdiği cevaplardan çok daha temelsiz cevaplar elde etmekten başka bir işe yaramaz.

İlahiyatçıların, filozoflara yaptıkları bir başka eleştiri, kavramlara yüklenen mahiyetler açısındandır. Filozofların, nefsin mahiyeti, Allah’ın cevher olması gibi meselelerde akıl yürütmelerine itiraz ederler. Bu husus, bizce de doğrudur. Bilmediğimiz konular hakkında, sadece akıl ile ulaşacağımız yer, bizi yanıltmaktan başka bir şeye yaramaz. Fakat ilginç olan, filozoflara itiraz eden kelamcıların, nefsin ve Allah’ın mahiyeti gibi aynı konularda, kendilerinin de fikir yürütmeyi sürdürüyor olmalarıdır. Kelamcılar, ilaveten, ruh konusunda da düşünce üretmeye çalışıyorlar.

Kelamcıların, filozoflara itirazlarından bir diğeri, filozofların çoğu zaman, aklın hükmüyle vehmin hükmünü birbirine karıştırdıkları şeklindedir. Bu iki hüküm benzeşmektedir. Filozoflardaki bu kargaşanın doğruluğunu, tıbbın yanında filozofluğu da olan İbni Sina, mealen şöyle açıklar: “İnsandaki düşünce kuvvetini ruh ve akıl kullanırsa düşünce kuvveti, vehim kullanırsa mütehayyile (hayal kurma gücü) olur.” Bu açıdan bakılınca kelamcıların bazılarının söylemlerinde, vehimlerinin etkisi büyüktür.

Filozofların, kendilerini avamın anlamayacağını, bilhassa metafizik konuları anlamak için halkın kapasitesinin yetmeyeceğini söylemelerini, ilahiyatçılar şiddetle eleştirirler. Filozofların bu söylemlerinin, onları kibre ve sapıklığa götürdüğünü söylerler. Bu iddialarını da güçlendirmek için, Kur’an’dan ayetleri (örneğin Bakara 26) delil göstermeye çalışırlar. İlginç olan, filozoflar, halkın metafizik konuları anlamayacağını söylerlerken, ilahiyatçılar, onlardan da ileri giderek, halkın kutsal kitapları da anlamayacağını ifade etmektedirler. Halkın Kur’an’ı anlamayacağını söyleyenlerin arasında, okuma yazma öğrenmiş olmakla birlikte, ilim tahsil etmemiş şeyhlerin de olmasını ve onlardan icazet almaya çalışan ilim tahsil etmişlerin varlığını okuyucuların takdirlerine bırakıyorum.

Filozoflara, ilahiyatçıların yaptıkları ağır bir eleştiri de, filozofların kendilerinden önceki bazı filozofları taklit ettikleri şeklindedir. Peki, filozofları böylesine itham eden ilahiyatçılar için, onlar, kendilerinden önceki ilahiyatçıları taklit etmiyorlar dersek ne kadar geçerli olur?

İlahiyatçılar, filozofların, ellerinde kesin delil olmadığı halde, şeriat ehline muhalif davranmalarını eleştirmektedirler. Bu açıdan bakınca, ilahiyatçıların filozofları suçladıkları ve yukarıda saydığımız hususlarla ilgili olarak, kesin delilleri vardır denilebilir mi? İlginç olan, ilahiyatçıların birçoğu, suçladıkları filozofların eserlerini tam okumadan fikir beyan ettikleri için, birçok konuda aynı şeyi savunduklarının bile farkına varmamışlardır. Bu konuda, İbni Sina’yı zındıklıkla suçlayan İmam Gazali’nin söylemlerinin birçoğunun, Sina ile benzerlikleri bir örnek teşkil etmektedir.

Kelamcılarla filozoflar arasındaki tartışmaların temellerinin birbirine benzediğini, İbn Haldun da tespit etmiştir. Ona göre kelamcılar, mantığı, bir ölçü ve bir alet olarak kabul etmiş ve filozofları bu delillere dayanarak suçlamışlardır. Demek ki, birbirlerini suçlayan ilahiyatçılar ve filozoflar, aynı mantığı kullanmışlardır. İki tarafın da kullandığı, muhtemelen Aristo mantığıdır.

Anlaşılan o ki, ilahiyatçılar ile filozofların tartışmaları, kısır bir döngünün içerisinde kalmıştır. Kimin kimi ve niye suçladığı, karışmıştır. Birbirlerinin eserleri ve sözleri hakkında yeterince bilgi sahibi olmadan önyargıyla hareket ettikleri için, benzer şeyleri savunanlar bile, birbirlerini veya kendilerinden önce yaşamış insanları suçlamışlardır.

Her iki tarafın da temel yanlışı, halkın gündeminde olmayan, afaki konuları tartışmalarıdır. Bu hususlar, insan aklı yetmeyeceği için, kişiden kişiye değişen hayali kavram tartışmalarıdır. Böyle konuları tartışmanın, insanlığa, insanların erdemli olmasına ve toplumun huzuruna hiçbir katkısı yoktur.

Genel, Sosyal kategorisine gönderildi | KELAMCILARLA FİLOZOFLARIN YÖNTEMLERİNDEKİ BENZERLİKLER   için yorumlar kapalı

ZENGİN VE FAKİR FARKININ AÇILMASININ SEBEPLERİ ÜZERİNE

ZENGİN VE FAKİR FARKININ AÇILMASININ SEBEPLERİ ÜZERİNE

 

Dünya genelindeki rakamlara baktığımızda, zenginlerle fakirlerin gelirleri arasındaki farkın açıldığını görüyoruz. Hemen bütün ülkelerde zenginler giderek daha çok zenginlerken, fakirler giderek iyice yoksullaşıyor. Bunun sebeplerini irdelemek için, enginlerin ve fakirlerin gelirlerinin kaynaklarını incelemeye çalışalım.

Fakir insanların gelirlerinin büyük çoğunluğu, bedensel güçlerini kullanarak yaptıkları çalışmalardan elde ettikleridir.

Zenginlerin gelirlerinin çok az bir bölümü, fakirlerin bedensel güçlerine ödedikleri ücretlerin karşılığında elde ettikleri üretim sayesindedir.

Zenginlerin gelirlerinin büyük çoğunluğu, rant adını verdiğimiz üretim dışı gelirlerdir.

Üretim dışı kaynakların en önemlisi, borsa gelirleridir. Bilindiği gibi, ülke ekonomisinde durgunluk yaşanırsa, ekonomik çarklarda ücretlerin payı azalır. Ücretlerdeki azalmaya karşın, şirketlerin birçoğu yüksek kârlar elde etmeyi sürdürürler.

Eğer dikkatlice incelemezsek, borsadaki hisse senetlerindeki iniş ve çıkışların, ekonominin kötü veya iyi olması ile doğru orantılı olduğunu zannederiz. Hâlbuki bazen böyle olmakla birlikte çoğunlukla doğru orantılı değildir.

Örneğin, ekonomideki durgunluğu açmak isteyen bir Merkez Bankasının, faizleri düşürerek tüketimi ve dolaylı olarak üretimi artırmak istemesine, borsa her zaman aynı tepkiyi vermez. Bazen hisse senetlerinin değerleri düşer, bazen yükselir.

Bilindiği gibi, borsalarda işlem yapan güçlü şirketler, hayali değerler yaratarak, küçük ve orta ölçekli yatırımcıları yönlendirebilirler. Böylece, genel ekonomik düşüşten bağımsız olarak, hisselerin değerleri bir süre yükselebilir. Bu şirketler, daha sonra, ellerindeki hisse senetlerini yükselmiş seviyeden satarak, büyük kârlar elde edebilirler. Daha sonra, küçüklerin ellerindeki aynı hisse senetlerini düşen değerler üzerinden satın alırlar. Güçlü şirketler aynı oyunu bıkmadan sahneleyebilirler. Siyasi yönetimler tarafından herhangi bir engelle de karşılaşmaları ihtimali de zayıftır.

Günümüzden 2400 yıl önce yaşamış Antik Helen tarihçisi Tukydides’in bir sözü bu durumla bağlantılı olduğundan hatırlatmak istiyoruz: “Adalet, dünya devam ettikçe, sadece eşit güçler arasındaki bir mesele olacaktır. Bu arada güçlüler ellerinden geleni yaparlarken, güçsüzlerse, katlanmak zorunda oldukları acılara katlanacaklardır.”

Eğer ilâhi adalet olmasaydı, durum tam da Tukydides’in dediği gibi olurdu.

Zenginlerin gelirlerinin sebeplerinden birisi de devleti yönetenlerin uygulamalarıdır. Örneğin, teşvik destekleri ve sübvansiyonlardan çoğunlukla zenginler faydalanmaktadırlar. Hâlbuki bu sübvansiyonların verildiği devlet bütçelerinde, fakirlerin de verdikleri vergilerin payı vardır. Dolayısıyla, sübvansiyonlar ve teşvikler, düşük gelirlilerin de katkıları olan bütçelerin bir bölümünün, doğrudan zenginlerin kâr hanelerine yazılması anlamına gelmektedir.

Bilhassa faizlerin kısmen yüksek olduğu ülkelerde, fakirlerin kullandıkları tüketici kredilerinin faizleri, her zaman zenginlere verilenlerin faizlerinden yüksektir. Zenginlerin aldıkları bu ucuz krediler de, onlar için, üretim dışı kazançlardan birisidir.

İmar planlarının hazırlanış ve uygulanışları da, genel anlamda zenginlerin gelirlerini artırıcı yöndedir. Zenginlerin, imar oyunlarıyla elde ettikleri kazançlar, hemen tamamen üretim dışı gelirlerdir.

Sonuçta, fakirler, bedensel emeklerinin karşılığını bile tam alamazlarken, zenginler, üretmedikleri, yani yapmadıkları işlerin paralarını alarak büyümektedirler.

Yukarıda bahsettiğimiz yöntemler, zenginlerin, artık sermaye yaratarak zenginleme yolunu pek seçmediklerini gözler önüne sermektedir. Artık zenginlemenin en etkin yolu olarak, başkalarının sermayelerine el koyma yöntemini daha çok kullanmaktadırlar.

Küreselleşme hızlandıkça, Serbest Ticaret Antlaşmaları arttı. Fakat bu antlaşmaların muhtevalarına baktığımızda, genel anlamda zengin ülkelerin lehine olduğunu müşahede etmekteyiz. Bu durum da, zenginlerin üretim dışı gelir elde etmelerine vesile olmaktadır.

Bilindiği gibi küreselleşme, servetin, ülkeler arasında serbest dolaşımını sağlamaktadır. Bu rahatlık, servet sahibi zenginlerin ellerini güçlendirmiştir. Zenginler, kendilerine daha çok teşvik veya faiz veren ülkelere servetlerini kolayca aktarmaktadırlar. Bu hızlı geçiş de, zenginlerin üretim dışı gelir sağlamalarına ve giderek, bu gelirin artmasına sebep olmaktadır.

Servetin kolay dolaşımı, üretim yapan zenginlere de avantajlar sağlamaktadır. İşçilerin daha yüksek ücret istemeleri durumunda, yatırımlarını başka ülkelere kaydırmakla tehdit ederek, ücretleri artırmamaktadırlar. Bilhassa sanayileşmiş ülkelerde, ücretlerin alım gücü son 30 yılda, düşmüştür. Bir ailede her iki eş de çalışmazsa, tek maaşla fakirlik sınırında kalınmaktadır.

Görüldüğü gibi, Serbest Ticaret Antlaşmaları ve servetin serbest dolaşımı, zenginlerle fakirlerin kazançlarının arasının açılmasına sebep olmaktadır.

Anlaşılan o ki, zenginler yani sermayedarlar, serbest piyasa kuralları içerisinde kalarak kârlarını artırmıyor. Aksine, kendileri yeni kurallar oluşturuyorlar ve kendi yaptıkları kurallarla kazanıyorlar. Kendi oluşturdukları bu sistem, ranta dayalı olmakla kalmıyor, denetimsiz olarak yürüyor. Kendi oluşturdukları bu kuralları, başka çıkış yolu olmadığı şeklindeki dayatmalarla, hem siyasetçilere hem de halka kabul ettirmeyi başardılar. Hattâ, yargı mensuplarının bakış açılarını da istedikleri gibi yönlendirdiler.

Fakir ve orta hallilerin zayıflaması, talep azalmasına sebep olmaktadır. Azalan talep, sermayeyi, finansal yöntemlerle kâr sağlamaya doğru yönlendirmektedir. Dolayısıyla sistem, kısır bir döngü içerisinde dönmektedir. Bu döngüden kurtulamadığı için sürekli krizler yaşanmaktadır.

Kurdukları sistemin, üretimi azaltarak finansal ekonomiye kayması sürdükçe, zenginlerle fakirlerin arasındaki kazanç farkının açılması hızlanarak devam edecektir. Zengin fakir farkı açıldıkça, insanlığın huzuruna konulan dinamitlerin sayısının arttığı bir gerçektir.

Ekonomi, Sosyal kategorisine gönderildi | ZENGİN VE FAKİR FARKININ AÇILMASININ SEBEPLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BASKICI AİLE RİYAKÂR, BASKICI TOPLUM HAİN ÜRETİR

BASKICI AİLE RİYAKÂR, BASKICI TOPLUM HAİN ÜRETİR

 

Bu durumu en iyi bilen, Yüce Yaradan’dır. O, yarattığı kullarına verdiği özellikleri, en yakın bilendir. Kişinin kendisinden de daha iyi bilir. Bu sebeple, insanlara özgürlük vermiştir. Hiçbir baskı altında kalmadan düşünebilme kabiliyeti vermiştir.

Allah, peygamberleri aracılığıyla, insanlara sürekli yol göstermiştir. Hangi yolu takip ederlerse, sonunda nereye çıkacaklarını anlattırmıştır. Kararı insanın kendisine bırakmıştır. Hiçbir şekilde zorlamamıştır. Nitekim Kur’an bu konuda sıkça açıklamalar yapar. Bunlardan biri şöyledir:

24 Nur Suresi 54: De ki: “Allah’a itaat edin; Peygambere de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamberin sorumluluğu kendine yüklenen, sizin sorumluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygambere düşen, sadece açık açık duyurmaktır.”

Ayet, herkesin kendi konumundan sorumlu olduğunu net olarak ifade ediyor. Her insanın yükümlülükleri olduğu gibi, peygamberlerin de sorumluluklarının olduğunu vurguluyor. Peygamberin sorumluluğu, Yüce Yaradan’ın kendisine yüklediği görevdir. Bu görevin ne olduğunu, ayetin sonunda açıkça belirtmektedir. Peygambere düşen, sadece açıkça duyurmaktır.

Hâlbuki peygamberler, insanların cennet ehli olabilmeleri için yol gösterici olarak gelmişlerdir. Dolayısıyla, insanların yanlış yolda yürümeye devam etmeleri, peygamberleri çok üzer. Bu sebeple, insanları kazanmak isterler. Kazanmak için ise, insanları zorlamaları gerekir. Fakat Allah, zorlama yapılmasına izin vermiyor. Sizin sorumluluğunuz, sadece duyurmak diyor.

Peygamberler, kendi guruplarını güçlü hissettikleri zamanlar zorlama yapsalar, onların peygamberlere ve Yüce Yaradan’a itaatlerinin kalpten olup olmadığını bilemezler. İtaat ettik diyenlerin içlerini sadece Allah bilir. Nitekim benzer bir hususta Yüce Yaradan, peygamberini şöyle uyarmaktadır.

49 Hucurat Suresi 14: Bedevîler “inandık” dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama “İslâm olduk.” deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve Resulüne itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

İnsanların konumları bu kadar net bir şekilde belli iken, bizler bazen yanlışta ısrar ediyoruz. Çevremizdeki veya emrimizdeki insanları, bize itaat etmeye zorluyoruz. Biz zorlayınca onların bizi seveceğini zannediyoruz. Veya onlara çok para veriyoruz diye bize itaat edeceklerini düşünüyoruz. Bizi böyle düşündüren en önemli etken, büyüklük kibrimiz. Kendimizin, çevremizdeki diğer insanlara göre daha güçlü olduğumuz yanılgısına düşüyoruz.

Tarih, işlerin böyle yürümediğinin örnekleriyle doludur. Ünlü Roma İmparatoru Sezar’ın ölürken söylediği “sen de mi, Brütüs” sözü kimseye örnek teşkil etmemiş ki, aynı hatalara günümüze kadar düşmeye devam ediyoruz. Brütüs, Sezar’ın çok sevdiği bir insandır. Onu kendisine hizmet için zorlayıp zorlamadığını bilmiyoruz. Ama olayın sonunda, Sezarı diğer başkaldıranlarla birlikte arkasından bıçaklamıştır.

Bu olayda net olan şey şudur; eğer arada bir sevgi olsaydı, arkadan bıçaklama olmazdı. Aksine diğer başkaldıranlara karşı Sezar’ı korumaya çalışırdı. Demek ki, Sezar’ın, Brütüs’e karşı davranışlarında bizim bilmediğimiz bir zorlama veya baskı var. Baskıya maruz kalan Brütüs, dışından Sezar’ı en çok seven, onun için ölüme bile gözünü kırpmadan giden bir insan imajı çizmiş. Riyakâr davranmış. Gerçek kimliğini içinde saklamış.

Bulduğu ilk fırsatta da, içinde sakladığı ihaneti uygulamış. Muhtemeldir ki, eğer Brütüs’ün bu çift kişilikli davranışı olmasaydı, Sezar’a komplo kuranlar, böyle bir teşebbüse girişemezlerdi. Dolayısıyla, Brütüs’ün, onlara cesaret vermiş olma ihtimali kuvvetlidir.

Hayatın gerçeklerini ve Kur’an’ı iyi bilen İslâm Mutasavvıfları, zor karşısında Müslüman olan kişilerin Müslümanlıklarının geçersiz olduğunu düşünmüşlerdir. Aslında kimin Müslüman olduğunun kimin olmadığının bilgisi, yalnızca Allah’ındır. Biz kullar, böyle bir şey söyleyemeyiz. Biz sadece kişilerin yaptıklarına göre karar veririz. İç durumlarını sadece Yüce Yaradan bilir. Muhtemeldir ki, mutasavvıflar, zorlamanın yanlışlığını göstermek için böyle ifadeler kullanmışlardır.

Hâlbuki buradaki zorlama, zorlanan insanın iyiliği için yapılmaktadır. Eğer biz, karşımızdakini, bizim menfaatimiz için zorluyorsak, hiç kurtuluşumuz yoktur. Zorladığımız insanlar bir gün bizden intikam alacaklar, ihanet edeceklerdir. Bu ihanet, Sezar olayındaki gibi ölüm şeklinde olmayabilir. Bizim menfaatimizi baltalama şeklinde olabilir. Artık o durum, ihanet edenin konumuna ve kabiliyetine kalmıştır.

Dolayısıyla bizler, ne karşımızdakinin menfaatini düşünerek, ne de kendi çıkarımız için, insanları zorlamamalıyız. Unutmayalım, kimse kimsenin günahından sorumlu değildir. Herkes kendisinden sorumludur.

34 Sebe Suresi 25: De ki: “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu olmayız.”

Eğer hayatımızın bir döneminde böyle baskılar yapmışsak, hemen yanlıştan dönmeye çalışalım. Baskı yaptıklarımızdan, doğrudan olmasa bile, çeşitli şekillerde özür dileyelim. Sonra Yüce Yaradan’ın rahmetine sığınalım. Allah, yarattığı kullarının Kendine yöneldiğini ve güzel işler yapmaya başladıklarını gördüğünde, mutlaka onları doğru yola yönlendirir. Ta ki, tövbelerinden vazgeçip yeniden eski hallerine dönene kadar. İnsanlar dönerse, Allah da döner.

8 Enfal Suresi 19: “…Yok eğer dönerseniz, biz de döneriz…” Bu ayet müminlere hitap etmektedir. Yüce Yaradan onları da uyarmaktadır.

17 İsra Suresi 8: “Olur ki Rabbiniz size merhamet eder. Ama siz tekrar dönerseniz biz de döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı bir zindan yaptık.” Bu ayet ise, yanlıştan dönerek Allah’tan merhamet ve rahmet isteyenlere hitap etmektedir.

Seçim bizim. Huzurlu veya huzursuz, korkusuz veya korkulu bir yaşamı ve sonunda cennet veya cehennemi seçmek bizim hür irademize kalmış.

Sosyal, YAŞAM kategorisine gönderildi | BASKICI AİLE RİYAKÂR, BASKICI TOPLUM HAİN ÜRETİR için yorumlar kapalı

TÜRKLERDE KADIN

TÜRKLERDE KADIN

(Not: Bu yazı Tarihin Aydınlattığı Gelecek adlı kitabımdan alıntıdır.)

Türkler, tabiat şartlarının en zor olduğu bölgelerde yaşadılar. Bu nedenle kadınlar da erkekler gibi mücadeleci bir hayat sürüyorlardı. Nitekim kadınların, atlara erkek gibi bindiklerini gören Avrupalılar çok şaşırmışlardır. Bu konuda, Arap tarihçi ve bilim insanı El Cahiz şöyle der (s.77): “Türklerin kadınları, erkekleri gibidir. Hayvanları da, kendileri gibi Türk özellikleri taşır.” Dolayısıyla Türklerde cinsiyet ayrımı çok fazla gelişmedi. Nitekim Türkçe’ de cinsiyet ayrımı yoktur. “O” denilince hepsi birden kastedilir. Erkek, dişi ayrımını anlatmak gerektiğinde, cinsiyeti söylenir. Hâlbuki erkek ve dişi konusu, diğer dillerde ayrıca nitelendirilir. Hattâ Fransızca ve Almanca ’da cisimlerde bile erkek-dişiler için ayrı ön edat vardır. Türkçe ‘de böyle hiçbir ayrım yoktur. Arapça ’da erkek ve kadınlarla ilgili kelimeler bile ayrıdır. Ama Türkçe ’de ayrım yoktur.

İslâmiyet öncesi Türklerde, kadınların aile içerisinde olduğu gibi toplumda da saygın bir yeri vardı. Kadın hem yuvasının etkili bir üyesi, hem de ailenin geçimi için birlikte çalışan insandı. Yani kadının gerek aile gerekse toplum içerisinde etkili bir konumu vardı. Türklerde kadın, bir insan olarak etkindi (fonksiyoneldi). Zaten insanları, önce kadın ve erkek şeklinde ayırmak, sonra eşitlemeye çalışmak yanlıştır. Allah, bütün varlıkları değişik yapıda hâlk ettiği gibi, her iki cinsi ve her insanı farklı özelliklerde yaratmıştır. Esas olan kişileri cinsiyetlerine göre değil, insan olarak değerlendirmektir.

Döneminin en medeni devleti olan Uygurların bayraklarını, genç bir erkek ve genç bir kızın yan yana vesikalık resimleri süsler. Halen, dünyada hiçbir milletin bayrağında böyle bir resim yoktur. Uygur Türklerinin bayrağı, Türklerin insana bakışlarını simgeleyen eşsiz bir semboldür.

Çin kaynakları, Büyük Hun Türklerinin Hakanı Mete’nin hanımı hakkında bilgi vermektedir. Atilla’nın hanımı Arıg-hanla ilgili bilgileri ise elçi Priskos’un yazılarından öğreniyoruz. J.P.Roux ve İ. Kafesoğlu’nun aktardıklarına göre, Gezginler, iki hanımın da, elçileri ayrıca kendilerinin de kabul ettiklerini o döneme göre hayretle ifade etmişlerdir.

İbrahim Kafesoğlu (s.47), Hunlarda ilkbaharın sonunda 5. ayda  (bugünkü Haziran) devlet meclisi niteliğinde büyük çaplı toplantı yapıldığını aktarır. Bu toplantılarda çeşitli gösteriler, kurban kesmeler vb. törenler olurdu. Bu sırada da ülke sorunları tartışılır ve karara bağlanırdı. Bu aynı zamanda Devlet Meclisi nitelikli toplantı sayılırdı. Tartışmalara Hakan (Tanhu) başkanlık eder, yanında da hatunu otururdu. Hakanların hanımlarını Çin kaynakları, Yin-çü ya da Yen-Shih diye adlandırmaktadır.

Çin’de yüz elli yıldan fazla egemenlik süren Tabgaçlar, Budizm dinini kabul ettikten sonra nüfuslarının azlığının da etkisiyle Çinlileşmeye başlamışlardı. Ama bu Çinlileşme Hakan olan Topa (Tabgaç) Kiao döneminde azaldı. Bunun sebebi Kiao değildi. O Budizmden yana idi. Ama Jean Paul Roux’nun aktardığına göre (s.38), Kiao’nun yaşlı ve dul karısı Hu, Türk geleneğine göre yetişmişti. Gerek eşinin sağlığında gerekse ondan sonra kendi ölene kadar (528) yaptığı naiplik süresince soyluların Türklükten ayrılmalarına izin vermedi.

Türklerde kadınlar, vücutlarını sıkıca örtmezlerdi. Ama namus kavramı vatan yani “yurt”tan sonra, en değerli olandı. Çok önem verilirdi. Toplumda da aynı anlayış egemendi. Kafesoğlu’na göre, evli bir kadına tecavüz ettikleri belirlenenlerin cezası ise çok ağırdı. Bu konuda Çinliler ve İbni Batuta kişinin bedeninin ikiye bölünerek öldürüldüğünü söylerler. (Fuhuş konusunu çoğu millet şiddetli cezalar uygulayarak önlemeye çalışmıştır. Ceza vererek önleyemeyen Eski Yunan bilim ve devlet adamı Solon ise, para cezası vermek şeklinde tedbir almıştır. Ancak Gynaikonitis denilen fuhuş yapılan evleri önleyememiştir.)

İdil Bulgarlarının hanı Almış Han, Abbasi halifesi El-Muktedir’den 921 yılında İslâmiyet’i anlatması için bilgili ve yetkili insanlar istedi. Gönderilen bu kişilerden İbn Fadlan adlı şahıs, iyi bir ileri görüşlülükle, gördüklerini kaleme almıştır. Bu dönemle ilgili birçok konuyu böylece, onun yazılarından öğreniyoruz. J.P.Roux’nun aktardığına göre (s.143) İbn Fadlan, Türk kadınlarının giyim-kuşamda ve davranışlarında rahat olduklarını yazar. Kocalarının da, kadınlarının bu durumuna onay verdiğini belirtir. Bir olay üzerine kadının kocası, karısının, sıkıca örtünmeyerek erkeklerden saklanmamasını onaylamıştır. Bu durumunun kadının kendisini tehlikeden uzak gördüğünü ve ona erişilmesini yasakladığını gösterdiğini belirtmiştir. Ayrıca koca, saklamama durumunun, karısının bir yandan kendini saklayıp, diğer yandan da kendisine erişilmesine izin vermesinden iyi olduğunu açıklar.

J.P.Roux’nun Orta Asya adlı eserinde aktardığına göre (s.273), 9. yüzyıl yazarı İbni Rüşt (felsefeci olan zat değil) ve 11. yüzyıl yazarı El-Bekri, Türklerde kadınların eşlerini seçmede özgür olduklarını söylerler. Bu durumu yukarıda İbn Fadlan’ın anlattıkları ile birleştirince, doğru olması ihtimali yüksek görünüyor.

Dede Korkut’ta da kadın için “güzel düşünür, güzel konuşur”, “kocasına iyi öğütlerde bulunur”, “kocası da onu dinler” şeklinde iyi şeylerden bahsedildiğini anlatır. Aslında bu yapı, günümüze kadarki Türklerde, genelde, aynı kalmıştır.

Türklerde kadınların ayrıcalıklı değeri, J.P.Roux’nun Orta Asya eserinde aktardığı güzel bir lirik şiirde şöyle anlatılır (s.274):; “Kırk kahraman ve bir Bey oğlu, bir güzel için ölmüş, ne olmuş ki” denir. Roux, Nizamülmülk’ün, Türklerdeki kadının durumunun İslâmiyet için tehlike oluşturduğunu düşündüğünü anlatır (s.274). Bu nedenle, halktaki anlayışı değiştirmek için uğraştığını söyler.

Türklerde kadının saygınlığı, Anadolu’da da devam etti. Gezgin İbni Batuta (1304-1377) gözlemlerinin sonucu şöyle der: “Türklerde kadınların gördükleri saygıyı gözlerimle gördüm. Gerçekten de kadınların Türklerde, erkeklerinkinden üstün bir yeri var.” Roux’ya göre (Orta Asya, s.275) Batuta, Türk kadınının bu konumundan, İslâmiyet adına, şikâyetle bahseder. İbni Batuta belki de, kendi milleti olan Arapların o dönemde kadınlarına bakışlarıyla karşılaştırdığı için, böyle bir ifade kullanmış olabilir. Ama gerçekten de, Türklerde kadınlar, erkeklere karşı saygılıdır. Erkekler de, kadınlara karşı daha çok saygılıdır. Erkeklerin saygıyı terk ettikleri tek konu, namus meselesidir.

Türklerde kadın, insan hak ve özgürlükleri sınırları içerisinde hürriyetlerden yararlanır. Türklerden bahseden hemen bütün yıllıklar ve kaynaklar, kadın konusunda Türklerin erdeminden bahsederler. Kadının ayrıcalıklı konumunun ve ona verilen değerin altını çizerler.

 Babür Türk İmparatoru Şah Cihanın, hastalıktan ölen eşi, Safevi Türklerinden Banu Begüm (Mümtaz Mahal) için yaptırdığı Tac Mahal gibi büyük bir eserin, anlam bakımından örneği azdır.

İslâmiyet, kadınlara değer verilmesini öğütleyen çok sayıda ayet getirmiştir. Kız çocuklarını diri diri gömen cahiliye dönemi Arapları için, bu değişim çok büyüktü. Halbuki gezginlerden, tarihi belgelerden anlaşıldığına göre, Türklerin İslâmiyet öncesi ve sonrasındaki anlayışlarında önemli bir fark olmadı.

Prof. Djevad’ın aktardığına göre (s.72) De Amicis, Osmanlı İmparatorluğu’nda hiç kimsenin, sokaktaki kadına el kaldırmaya kalkışmadığını söyler. Hiçbir askerin, isyan ve kargaşa zamanında bile olsa, en şamatacı ve gürültücü kadına dahi, elini bile dokunduramadığını yazar. Hele “ana”ya karşı saygı sonsuzdur, der.

Bu yazımızın konusu Türklerin kadına bakışları olduğundan İslâm’a göre kadın konusuna girmeyeceğiz. Fakat günümüz Türklerinin bu konudaki anlayışlarını etkilemesi bakımından çok kısa bir bilgi vermek istiyoruz.

İslâmiyet’ten sonra Araplarda da genç kızlar erkeklerle serbestçe sohbet eder, edep içerisinde arkadaşlık yaparlardı. Ancak Hayati Ülkü yazdığı İslâm Tarihi adlı eserinde (s.601), Emevi Halifesi II. Velid‘in (743-744) çok kısa süren iktidarı zamanında, kadınların erkeklerden ayrı yaşama usulü getirildiğini anlatır. Bu anlayışın Araplara İranlılardan geldiğini söyler. J.P.Roux’nun Nizamülmülk’ün kadınlara düşmanlığını aktarırken anlattıkları, bu iddiayı doğrular niteliktedir. Fakat İran’a da Bizanslılardan geçme ihtimali vardır. İran’dan da Selçuklulara geçmiştir. Ama sadece kadının kapanması şeklinde etkilemiş, sosyal açıdan uzun süre değişiklik olmamıştır.

Müslümanların kadına bakışını, Emeviler değiştirmiştir. Müminlerin çoğu, Emevilerin Cebriyecilik düşüncesi vb. birçok uygulamalarıyla, Müslümanlığı rayından çıkardığı görüşünde hemfikirdir. Bu demektir ki, İslâm’ın kadına bakışı şimdiki Müslümanların çoğunun algılamasından çok farklıdır.

İslâm’ın kadına bakışı konusunda “İslam’da Kadın Yönetici” başlığıyla bir makale yayınlamıştık. Daha sonraki bir yazımızda da, Kur’an’ın kız evlatlara bakışını inceleyeceğiz.

Sosyal, YAŞAM kategorisine gönderildi | TÜRKLERDE KADIN için yorumlar kapalı

DÜNYA ZENGİNLEŞTİKÇE, UFKUMUZ DARALIYOR

DÜNYA ZENGİNLEŞTİKÇE, UFKUMUZ DARALIYOR

 

Yazımızın başlığı bize aittir. Ancak biz bu sonuca, Japon asıllı Amerikalı Yoshihiro Francis Fukuyama’nın, insanlık ile ilgili olarak aktardıklarından ulaştık. Fukuyama’ya göre, çağımızda ne sanat var, ne de felsefe.

Yazar böylesine sert bir yargıyı ifade ederken, belki, insanlara konuyu dolaylı şekilde anlatınca, yeterince algılanamadığını düşünmüştür. Veya sanat ve felsefe yaptıklarını düşünen insanların, bu çalışmalarını, maddi menfaatleri doğrultusunda kullandıklarını gözlemlediği için, gerçekten bu kanaatte olabilir.

Çünkü insanların, birbirlerine ve çevrelerine yaklaşımlarında ekonomik veriler ön plana çıkmaktadır. Dünyamız küreselleştikçe, ilişkilere ekonomik veriler bağlamında bakanların sayıları, hızla artıyor.

İnsanlara ve çevremize, ekonomik verilerle bakınca, onların gerçek değerlerini sorgulamıyoruz. Onların, bize ne kazandıracaklarını gözlemlemeye çalışıyoruz. Çevremizdeki insanlarla, olaylarla ve hattâ eşyalarla ilişkilerimize, bize kazandıracaklarına veya kaybettirebileceklerine göre yön veriyoruz.

Anlayış böyle olunca, zenginler zenginlerle irtibat kurmaya çalışıyor. Fakirlere de, genellikle, kendileri gibi garibanlarla ilişki kurmaktan başka bir yol kalmıyor. Elbette bütün fakirler, kendileri gibi yoksul olanlarla irtibat kurmuyor. Bazı fakirler, zenginlerin dalkavukluğunu yaparak biraz zenginleşmek istiyorlar.

Bu davranışların sonucunda, zenginlerle fakirler arasındaki maddi fark, giderek açılıyor. Bütün insanlık, bu farkın hızla açıldığını görüyor. Bu gidişatın, dünyanın temeline konulmuş bir dinamit olduğunu hissediyor veya biliyor. Ama buna rağmen, çözüm üretilemiyor. Bu yanlışlığı, çözüm üreterek düzeltecekler, zenginlerdir. Ama onlardan ses çıkmıyor. İnsanlıktaki ve zenginlerdeki bu basiret bağlanması, ufuk daralması değilse, başka nasıl açıklayacağız.

İnsanlıktaki bu ufuk daralması, sadece, zengin-fakir arasındaki farkın başımıza açacağı çok ciddi sorunları görmemezlikten gelmemizle sınırlı değil. Başka alanlarda da kendini gösteriyor. Bilindiği gibi, hiçbir insan, kendisine karşı adaletsiz davranılmasına, haksızlık yapılmasına gönülden razı olmaz. Hepimiz, böyle bir durumla karşılaştığımızda tepki veririz. Kimimiz belirgin bir şekilde, kimimiz ise içimizden karşı çıkarız.

Adaletsizlik, maalesef, dünyamızın en önemli sorunlarındandır. Hem bir ülkenin içerisinde vatandaşlar nezdinde, hem de devletlerarasında adaletsiz davranışlar hüküm sürmektedir. İnsanlar olarak, bu adaletsizlikleri yaşıyoruz ve görüyoruz. Ama görmemiş gibi davranıyoruz.

Kendimize yapılan adaletsizliğe itiraz ediyoruz veya söyleniyoruz. Fakat aynı adaletsizliği başkalarına yapmaktan hicap duymuyoruz. Bu çifte standartlı durum, bilhassa zenginler için daha çok geçerlidir. Ülkelerin siyasi yöneticilerin vaziyeti ise, bu açıdan bakılınca çok daha kötüdür. Onların çoğunluğu, her türlü adaletsizliği yapıyorlar, fakat halka anlatırken, en adil insan oldukları yalanını söylüyorlar. Bu yalanlarına halkı inandıran siyasiler de, günümüzün en başarıları yöneticileri olarak değerlendiriliyorlar.

İnsanlığın, adaletsizliğe karşı ilgisizliği, ufuk daralması değil midir?

Zenginlerdeki bu aymazlık, fakirlerdeki bu güçsüzlük, sorunlarımızın kartopu gibi büyümesine sebep oluyor. Bu durumda, insanlığın içine düştüğü bu ufuk daralmasını, orta hallilerin yani orta sınıfın toparlaması umuluyor. Fakat onların da çoğunluğunun, geleceğe bakışını, “Tüketici Güven Endeksi” belirliyor. Onlar da kararlarını bu endeksteki değişime göre veriyorlar.

Siyasetçilerin çoğunun durumları hakkındaki düşüncemizi, biraz yukarıda ifade ettik. Ülkelerin geneline baktığımızda, siyasi partilerin aralarındaki farkın giderek azaldığını görüyoruz. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, siyasilerin, bizleri etkilemek için yaptıkları duygusal veya yalana dayalı söylemlerini hesaba katmadan konuyu irdelersek, hepsinin gözlerini, ekonomik verilere diktiklerini görürüz.

Siyasilerimizin söylemlerinde ortak olan hususlar vardır. Bunlar; faiz, döviz (ABD hariç), vergiler ve ücretler gibi konulardır. Bunlar hakkında fikir beyan etmeyen siyasi parti olmaz. Bu konularla ilgili olarak söylenenleri ve uygulananları dikkatlice incelersek, partilerin söylemleri arasındaki farkın yüzde beş-on arası olduğunu görürüz. Siyasi partiler arasındaki bu görüş benzerliği, ufuk daralması değilse nedir?

İnsanlar arasında yaygınlaşan bir başka yanlış algılama daha var. Eğer, bir insan çok para kazanıyorsa, onun çok kapasiteli ve ufku geniş bir insan olduğuna inanılıyor. Böyle olunca da, onun değerli bir iş yaptığı düşünülüyor. İşin kötü tarafı, zengin kişi, kendi konumunun böyle olduğuna kalpten inanıyor.

Zenginlerdeki bu kibirli inanç, insanlardaki bu anlayış oldukça, ufkumuz yalnızca daralmakla kalmıyor, kararıyor.

Sosyal, YAŞAM kategorisine gönderildi | DÜNYA ZENGİNLEŞTİKÇE, UFKUMUZ DARALIYOR için yorumlar kapalı

DÜNYA ZENGİNLEŞTİKÇE SUÇ İŞLEME AZALIYOR MU?

DÜNYA ZENGİNLEŞTİKÇE SUÇ İŞLEME AZALIYOR MU?

 

Hepimizin beklentisi, insanlık zenginleştikçe suç işlemenin azalmasıdır. Genel kanaat, insanların fakirlikten veya cahillikten suç işledikleri şeklindedir. Dolayısıyla, zenginleştikçe ve eğitim seviyesi yükseldikçe, suç işlemenin azalacağı var sayılır. Bu düşünce bir bakıma doğrudur. Fakat gerçekleri yansıtıp yansıtmadığına karar vermek için, bazı verilere bakmakta fayda vardır.

Bilindiği gibi, suç işlemedeki azalma, hapishanelerin azalmasını sağlar. Bir başka açıdan bakarsak, suç işlemenin azaldığı bir ülkede avukatların sayılarının da azalması gerekir.  Bu konuda ABD ve Japonya’dan rakam verelim. ABD’deki kişi başına düşen avukat sayısı, Japonya’dakinin 17 katıdır. Başka hiçbir istatistiğe bakmadan, ABD’deki suç işleme oranının Japonya’dan fazla olduğunu ifade edersek, ön yargılı davranmamış oluruz.

ABD ile Japonya, kültürdeki homojenlik açısından farklı iki devlettir. Her iki ülke insanının, kültür konusundaki algılamaları birbirinden çok farklıdır. Bütün bunlar, suç işleme miktarına etki eder. Fakat bizim yazımızın konusu açısından bakılınca, ülkenin genel olarak zenginleşmesinin, suçlarda azalma sağlamadığının net bir şekilde görülmesi anlamı çıkar.

ABD’nin eyaletlerinin çoğunda, hapishanelere ve ıslah faaliyetlerine ayılan paylar, eğitime ayrılandan fazladır. Bu durum, yönetimlerin tercihi değildir. Mecburiyettendir. Hapishanelere ayrılan pay, Türkiye gibi ülkelerde de eğitimin rutin giderleri dışında kalan ve doğrudan insanın eğitimine yönelik olan harcamalardan çok daha fazladır. Türkiye gibi kalkınmakta olan ülkelerde suç miktarları ile ilgili istatistiklere bakıldığında, genel anlamda artış görülmektedir. Ancak bu artış, bazı ülkelerde suç işlemelerin gerçekten arttığı anlamına gelmemektedir. Kalkınmakta olan ülkelerde, kayıtların giderek daha ciddi tutulmaya başlaması da, suç işlemeyi, artıyormuş gibi gösterebilir veya gerçekten de artmış olabilir.

Burada dikkat etmemiz gereken husus, dünya genelinde yaşanan genel zenginleşmenin, suç işleme oranlarını düşürmediğidir. Bazı yıllarda bazı suç çeşitlerinde düşen istatistik rakamları, daha sonraki yıllarda artabilmektedir. Fakat sadece, hapishanelerdeki suçluların sayılarına bakarak karar vermemiz bizi yanıltır. İstatistiklere, ıslah amaçlı olarak gözetimde tutulan kişilerin sayılarını da eklediğimizde, suç miktarlarında düşüş yaşanmadığı veya bazı alanlarda çok az düşüş olduğu anlaşılır.

Suç işleme oranları hakkında bizi yanıltacak en önemli unsur, çağımızdaki suç işleme yöntemlerinde görülen değişikliklerdir. Artık, suç işleyenler profesyonelleşmektedirler. Çünkü dünya genelinde, okuma-yazma oranları son dönemlerde hızla arttı. Günümüzde okula gitmeyen çocukların oranı, dünya genelinde %10 civarına düşmüştür. Bu demektir ki, insanlarımızın zekâlarını kullanma seviyeleri yükseldi. Diğer bir anlatımla, IQ seviyeleri yükseldi. Artık, bir işi doğrudan ve güç kullanarak değil, aklını kullanarak yapanlarımız çoğaldılar. İnsanlar arasında zekâlarını düzgün işler için değil, hinlik için kullananların sayıları, küreselleşme ile doğru orantılı olarak artıyor.

Örneğin, hırsızlar, profesyonelleştiler. Artık birçok riski göze alarak, evleri veya işyerlerini soyanlar azaldı. Yollarda insanların önünü keserek onların paralarını veya kıymetli eşyalarını çalma yöntemi gözden düştü. Bunları, sadece, kafasını çalıştırmayan, fakir olan veya bir süre hapiste rahatça barınmak isteyen evsiz-barksız gariban insanlar yapmayı sürdürüyor.

Zengin hırsızlar, yöntem değiştirdiler. Onlar, gariban hırsızlar gibi ufak çaplı çalmıyorlar. Fakirler günlük geçimlerini sağlamak için hırsızlık yaparlarken, zenginler, hayatlarını ve ailelerinin geleceğini garantiye almak amacıyla çalmaya çalışıyorlar. Bu sebeple, zengin hırsızlar kapsamları geliştirdiler ve miktarları çok artırdılar.

Zorla değil, ticari kuralları kullanarak çalıyorlar. Soygunculuk artık silahla yapılmıyor. Oturdukları yerden, internet kullanarak yapılıyor. Tek kullandıkları araç, klavye. Yani işleri çok kolaylaştı. Fakat her hırsızlığın elbette bir riski vardır. Dolayısıyla yakalanabilirler. Yakalandıklarında ise, avukatlar onlara yardımcı olmak için hazırdırlar. Avukatlar, sanki suçluları korumak için eğitim almışlarcasına, kanunların boşluklarından faydalanarak, onları kurtarmaya çalışıyorlar.

Fakir bir gariban, hırsızlık için bir eve girdiğinde yakalanırsa, kendine avukat tutacak kadar parası genelde olmaz. Ama klavye hırsızı, bir değil, birkaç avukatı besleyebilir.

Diğer taraftan, cinayetleri de doğrudan işlemek, garibanların işi olarak kaldı. Zenginler, kimsenin karşısına çıkarak doğrudan cinayet işlemiyorlar. Rakiplerini, bazen uzaktan atışlarla vurduruyorlar. Bu durumda çoğu zaman bilinemiyorlar. Bazen, biyolojik maddeler kullanarak yavaş yavaş ölmelerini sağlıyorlar. Bu durumda da fark edilmeleri çok zor oluyor.

Görüldüğü gibi, zenginlerin işledikleri suçların çoğu istatistiklere yansıyacak cinsten değil. Aslında suçun boyutu genişlemiş olmasına rağmen, suç olarak rakamlara yansımıyor. Eğer bunlar suç rakamlarına yansımış olsa, dünya zenginleştikçe suç işlemelerin arttığını çok net bir şekilde görebiliriz. Bu artışın, sayı açısından artmış olmasından daha çok, kapsam ve miktar bakımından da gerçekleştiğini anlarız.

Suç istatistiklerinde, yeterince belirgin olmayan bir başka husus daha var. Bilindiği gibi, savaşlar çok azaldı. Ama bu defa eşkıyalar çoğaldı. Bilhassa, Afrika, Ortadoğu ve Asya’nın bazı bölümlerinde teröristler çoğaldı. Bu bölgelerde, teröristlerin sebep olduğu çatışmalarda ölen insanların sayıları çok fazladır. Bunlar bazen istatistiklere girmemektedir.

Teröristleri, bazı zenginlerin desteklediklerini bilmeyen yoktur. Demek ki, terörist sayısındaki artışın arkasında, dolaylı da olsa, bazı zenginlerin tavırları vardır. Zenginlerin bazısı, kendileri doğrudan suç işlemek yerine, teröristleri kullanmaktadırlar. Buradan da net olarak anlaşılıyor ki, dünya zenginleştikçe suç işlemeler artmaktadır.

Fikri mülkiyet hakları konusundaki ve patent başvuruları sırasındaki hırsızlıklar ise, genellikle zor tespit edilmektedir. Bu tip hırsızlıklar, ülkeler aşırı olmaktadır. Bu sebeple de, suç işleme istatistiklerine yansımamaktadır. Yansıyanlar da, para cezası ile sonuçlandığından, suç olarak değerlendirilmeleri zorlaşmaktadır. Fikri alandaki suçları da hesaba katarsak, zenginleştikçe daha çok suç işlediğimiz, çok net bir şekilde ortaya çıkar.

Sosyal kategorisine gönderildi | DÜNYA ZENGİNLEŞTİKÇE SUÇ İŞLEME AZALIYOR MU? için yorumlar kapalı