ZENGİN VE FAKİR FARKININ AÇILMASININ SEBEPLERİ ÜZERİNE

ZENGİN VE FAKİR FARKININ AÇILMASININ SEBEPLERİ ÜZERİNE

 

Dünya genelindeki rakamlara baktığımızda, zenginlerle fakirlerin gelirleri arasındaki farkın açıldığını görüyoruz. Hemen bütün ülkelerde zenginler giderek daha çok zenginlerken, fakirler giderek iyice yoksullaşıyor. Bunun sebeplerini irdelemek için, enginlerin ve fakirlerin gelirlerinin kaynaklarını incelemeye çalışalım.

Fakir insanların gelirlerinin büyük çoğunluğu, bedensel güçlerini kullanarak yaptıkları çalışmalardan elde ettikleridir.

Zenginlerin gelirlerinin çok az bir bölümü, fakirlerin bedensel güçlerine ödedikleri ücretlerin karşılığında elde ettikleri üretim sayesindedir.

Zenginlerin gelirlerinin büyük çoğunluğu, rant adını verdiğimiz üretim dışı gelirlerdir.

Üretim dışı kaynakların en önemlisi, borsa gelirleridir. Bilindiği gibi, ülke ekonomisinde durgunluk yaşanırsa, ekonomik çarklarda ücretlerin payı azalır. Ücretlerdeki azalmaya karşın, şirketlerin birçoğu yüksek kârlar elde etmeyi sürdürürler.

Eğer dikkatlice incelemezsek, borsadaki hisse senetlerindeki iniş ve çıkışların, ekonominin kötü veya iyi olması ile doğru orantılı olduğunu zannederiz. Hâlbuki bazen böyle olmakla birlikte çoğunlukla doğru orantılı değildir.

Örneğin, ekonomideki durgunluğu açmak isteyen bir Merkez Bankasının, faizleri düşürerek tüketimi ve dolaylı olarak üretimi artırmak istemesine, borsa her zaman aynı tepkiyi vermez. Bazen hisse senetlerinin değerleri düşer, bazen yükselir.

Bilindiği gibi, borsalarda işlem yapan güçlü şirketler, hayali değerler yaratarak, küçük ve orta ölçekli yatırımcıları yönlendirebilirler. Böylece, genel ekonomik düşüşten bağımsız olarak, hisselerin değerleri bir süre yükselebilir. Bu şirketler, daha sonra, ellerindeki hisse senetlerini yükselmiş seviyeden satarak, büyük kârlar elde edebilirler. Daha sonra, küçüklerin ellerindeki aynı hisse senetlerini düşen değerler üzerinden satın alırlar. Güçlü şirketler aynı oyunu bıkmadan sahneleyebilirler. Siyasi yönetimler tarafından herhangi bir engelle de karşılaşmaları ihtimali de zayıftır.

Günümüzden 2400 yıl önce yaşamış Antik Helen tarihçisi Tukydides’in bir sözü bu durumla bağlantılı olduğundan hatırlatmak istiyoruz: “Adalet, dünya devam ettikçe, sadece eşit güçler arasındaki bir mesele olacaktır. Bu arada güçlüler ellerinden geleni yaparlarken, güçsüzlerse, katlanmak zorunda oldukları acılara katlanacaklardır.”

Eğer ilâhi adalet olmasaydı, durum tam da Tukydides’in dediği gibi olurdu.

Zenginlerin gelirlerinin sebeplerinden birisi de devleti yönetenlerin uygulamalarıdır. Örneğin, teşvik destekleri ve sübvansiyonlardan çoğunlukla zenginler faydalanmaktadırlar. Hâlbuki bu sübvansiyonların verildiği devlet bütçelerinde, fakirlerin de verdikleri vergilerin payı vardır. Dolayısıyla, sübvansiyonlar ve teşvikler, düşük gelirlilerin de katkıları olan bütçelerin bir bölümünün, doğrudan zenginlerin kâr hanelerine yazılması anlamına gelmektedir.

Bilhassa faizlerin kısmen yüksek olduğu ülkelerde, fakirlerin kullandıkları tüketici kredilerinin faizleri, her zaman zenginlere verilenlerin faizlerinden yüksektir. Zenginlerin aldıkları bu ucuz krediler de, onlar için, üretim dışı kazançlardan birisidir.

İmar planlarının hazırlanış ve uygulanışları da, genel anlamda zenginlerin gelirlerini artırıcı yöndedir. Zenginlerin, imar oyunlarıyla elde ettikleri kazançlar, hemen tamamen üretim dışı gelirlerdir.

Sonuçta, fakirler, bedensel emeklerinin karşılığını bile tam alamazlarken, zenginler, üretmedikleri, yani yapmadıkları işlerin paralarını alarak büyümektedirler.

Yukarıda bahsettiğimiz yöntemler, zenginlerin, artık sermaye yaratarak zenginleme yolunu pek seçmediklerini gözler önüne sermektedir. Artık zenginlemenin en etkin yolu olarak, başkalarının sermayelerine el koyma yöntemini daha çok kullanmaktadırlar.

Küreselleşme hızlandıkça, Serbest Ticaret Antlaşmaları arttı. Fakat bu antlaşmaların muhtevalarına baktığımızda, genel anlamda zengin ülkelerin lehine olduğunu müşahede etmekteyiz. Bu durum da, zenginlerin üretim dışı gelir elde etmelerine vesile olmaktadır.

Bilindiği gibi küreselleşme, servetin, ülkeler arasında serbest dolaşımını sağlamaktadır. Bu rahatlık, servet sahibi zenginlerin ellerini güçlendirmiştir. Zenginler, kendilerine daha çok teşvik veya faiz veren ülkelere servetlerini kolayca aktarmaktadırlar. Bu hızlı geçiş de, zenginlerin üretim dışı gelir sağlamalarına ve giderek, bu gelirin artmasına sebep olmaktadır.

Servetin kolay dolaşımı, üretim yapan zenginlere de avantajlar sağlamaktadır. İşçilerin daha yüksek ücret istemeleri durumunda, yatırımlarını başka ülkelere kaydırmakla tehdit ederek, ücretleri artırmamaktadırlar. Bilhassa sanayileşmiş ülkelerde, ücretlerin alım gücü son 30 yılda, düşmüştür. Bir ailede her iki eş de çalışmazsa, tek maaşla fakirlik sınırında kalınmaktadır.

Görüldüğü gibi, Serbest Ticaret Antlaşmaları ve servetin serbest dolaşımı, zenginlerle fakirlerin kazançlarının arasının açılmasına sebep olmaktadır.

Anlaşılan o ki, zenginler yani sermayedarlar, serbest piyasa kuralları içerisinde kalarak kârlarını artırmıyor. Aksine, kendileri yeni kurallar oluşturuyorlar ve kendi yaptıkları kurallarla kazanıyorlar. Kendi oluşturdukları bu sistem, ranta dayalı olmakla kalmıyor, denetimsiz olarak yürüyor. Kendi oluşturdukları bu kuralları, başka çıkış yolu olmadığı şeklindeki dayatmalarla, hem siyasetçilere hem de halka kabul ettirmeyi başardılar. Hattâ, yargı mensuplarının bakış açılarını da istedikleri gibi yönlendirdiler.

Fakir ve orta hallilerin zayıflaması, talep azalmasına sebep olmaktadır. Azalan talep, sermayeyi, finansal yöntemlerle kâr sağlamaya doğru yönlendirmektedir. Dolayısıyla sistem, kısır bir döngü içerisinde dönmektedir. Bu döngüden kurtulamadığı için sürekli krizler yaşanmaktadır.

Kurdukları sistemin, üretimi azaltarak finansal ekonomiye kayması sürdükçe, zenginlerle fakirlerin arasındaki kazanç farkının açılması hızlanarak devam edecektir. Zengin fakir farkı açıldıkça, insanlığın huzuruna konulan dinamitlerin sayısının arttığı bir gerçektir.

Ekonomi, Sosyal kategorisine gönderildi | ZENGİN VE FAKİR FARKININ AÇILMASININ SEBEPLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BASKICI AİLE RİYAKÂR, BASKICI TOPLUM HAİN ÜRETİR

BASKICI AİLE RİYAKÂR, BASKICI TOPLUM HAİN ÜRETİR

 

Bu durumu en iyi bilen, Yüce Yaradan’dır. O, yarattığı kullarına verdiği özellikleri, en yakın bilendir. Kişinin kendisinden de daha iyi bilir. Bu sebeple, insanlara özgürlük vermiştir. Hiçbir baskı altında kalmadan düşünebilme kabiliyeti vermiştir.

Allah, peygamberleri aracılığıyla, insanlara sürekli yol göstermiştir. Hangi yolu takip ederlerse, sonunda nereye çıkacaklarını anlattırmıştır. Kararı insanın kendisine bırakmıştır. Hiçbir şekilde zorlamamıştır. Nitekim Kur’an bu konuda sıkça açıklamalar yapar. Bunlardan biri şöyledir:

24 Nur Suresi 54: De ki: “Allah’a itaat edin; Peygambere de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamberin sorumluluğu kendine yüklenen, sizin sorumluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygambere düşen, sadece açık açık duyurmaktır.”

Ayet, herkesin kendi konumundan sorumlu olduğunu net olarak ifade ediyor. Her insanın yükümlülükleri olduğu gibi, peygamberlerin de sorumluluklarının olduğunu vurguluyor. Peygamberin sorumluluğu, Yüce Yaradan’ın kendisine yüklediği görevdir. Bu görevin ne olduğunu, ayetin sonunda açıkça belirtmektedir. Peygambere düşen, sadece açıkça duyurmaktır.

Hâlbuki peygamberler, insanların cennet ehli olabilmeleri için yol gösterici olarak gelmişlerdir. Dolayısıyla, insanların yanlış yolda yürümeye devam etmeleri, peygamberleri çok üzer. Bu sebeple, insanları kazanmak isterler. Kazanmak için ise, insanları zorlamaları gerekir. Fakat Allah, zorlama yapılmasına izin vermiyor. Sizin sorumluluğunuz, sadece duyurmak diyor.

Peygamberler, kendi guruplarını güçlü hissettikleri zamanlar zorlama yapsalar, onların peygamberlere ve Yüce Yaradan’a itaatlerinin kalpten olup olmadığını bilemezler. İtaat ettik diyenlerin içlerini sadece Allah bilir. Nitekim benzer bir hususta Yüce Yaradan, peygamberini şöyle uyarmaktadır.

49 Hucurat Suresi 14: Bedevîler “inandık” dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama “İslâm olduk.” deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve Resulüne itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

İnsanların konumları bu kadar net bir şekilde belli iken, bizler bazen yanlışta ısrar ediyoruz. Çevremizdeki veya emrimizdeki insanları, bize itaat etmeye zorluyoruz. Biz zorlayınca onların bizi seveceğini zannediyoruz. Veya onlara çok para veriyoruz diye bize itaat edeceklerini düşünüyoruz. Bizi böyle düşündüren en önemli etken, büyüklük kibrimiz. Kendimizin, çevremizdeki diğer insanlara göre daha güçlü olduğumuz yanılgısına düşüyoruz.

Tarih, işlerin böyle yürümediğinin örnekleriyle doludur. Ünlü Roma İmparatoru Sezar’ın ölürken söylediği “sen de mi, Brütüs” sözü kimseye örnek teşkil etmemiş ki, aynı hatalara günümüze kadar düşmeye devam ediyoruz. Brütüs, Sezar’ın çok sevdiği bir insandır. Onu kendisine hizmet için zorlayıp zorlamadığını bilmiyoruz. Ama olayın sonunda, Sezarı diğer başkaldıranlarla birlikte arkasından bıçaklamıştır.

Bu olayda net olan şey şudur; eğer arada bir sevgi olsaydı, arkadan bıçaklama olmazdı. Aksine diğer başkaldıranlara karşı Sezar’ı korumaya çalışırdı. Demek ki, Sezar’ın, Brütüs’e karşı davranışlarında bizim bilmediğimiz bir zorlama veya baskı var. Baskıya maruz kalan Brütüs, dışından Sezar’ı en çok seven, onun için ölüme bile gözünü kırpmadan giden bir insan imajı çizmiş. Riyakâr davranmış. Gerçek kimliğini içinde saklamış.

Bulduğu ilk fırsatta da, içinde sakladığı ihaneti uygulamış. Muhtemeldir ki, eğer Brütüs’ün bu çift kişilikli davranışı olmasaydı, Sezar’a komplo kuranlar, böyle bir teşebbüse girişemezlerdi. Dolayısıyla, Brütüs’ün, onlara cesaret vermiş olma ihtimali kuvvetlidir.

Hayatın gerçeklerini ve Kur’an’ı iyi bilen İslâm Mutasavvıfları, zor karşısında Müslüman olan kişilerin Müslümanlıklarının geçersiz olduğunu düşünmüşlerdir. Aslında kimin Müslüman olduğunun kimin olmadığının bilgisi, yalnızca Allah’ındır. Biz kullar, böyle bir şey söyleyemeyiz. Biz sadece kişilerin yaptıklarına göre karar veririz. İç durumlarını sadece Yüce Yaradan bilir. Muhtemeldir ki, mutasavvıflar, zorlamanın yanlışlığını göstermek için böyle ifadeler kullanmışlardır.

Hâlbuki buradaki zorlama, zorlanan insanın iyiliği için yapılmaktadır. Eğer biz, karşımızdakini, bizim menfaatimiz için zorluyorsak, hiç kurtuluşumuz yoktur. Zorladığımız insanlar bir gün bizden intikam alacaklar, ihanet edeceklerdir. Bu ihanet, Sezar olayındaki gibi ölüm şeklinde olmayabilir. Bizim menfaatimizi baltalama şeklinde olabilir. Artık o durum, ihanet edenin konumuna ve kabiliyetine kalmıştır.

Dolayısıyla bizler, ne karşımızdakinin menfaatini düşünerek, ne de kendi çıkarımız için, insanları zorlamamalıyız. Unutmayalım, kimse kimsenin günahından sorumlu değildir. Herkes kendisinden sorumludur.

34 Sebe Suresi 25: De ki: “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu olmayız.”

Eğer hayatımızın bir döneminde böyle baskılar yapmışsak, hemen yanlıştan dönmeye çalışalım. Baskı yaptıklarımızdan, doğrudan olmasa bile, çeşitli şekillerde özür dileyelim. Sonra Yüce Yaradan’ın rahmetine sığınalım. Allah, yarattığı kullarının Kendine yöneldiğini ve güzel işler yapmaya başladıklarını gördüğünde, mutlaka onları doğru yola yönlendirir. Ta ki, tövbelerinden vazgeçip yeniden eski hallerine dönene kadar. İnsanlar dönerse, Allah da döner.

8 Enfal Suresi 19: “…Yok eğer dönerseniz, biz de döneriz…” Bu ayet müminlere hitap etmektedir. Yüce Yaradan onları da uyarmaktadır.

17 İsra Suresi 8: “Olur ki Rabbiniz size merhamet eder. Ama siz tekrar dönerseniz biz de döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı bir zindan yaptık.” Bu ayet ise, yanlıştan dönerek Allah’tan merhamet ve rahmet isteyenlere hitap etmektedir.

Seçim bizim. Huzurlu veya huzursuz, korkusuz veya korkulu bir yaşamı ve sonunda cennet veya cehennemi seçmek bizim hür irademize kalmış.

Sosyal, YAŞAM kategorisine gönderildi | BASKICI AİLE RİYAKÂR, BASKICI TOPLUM HAİN ÜRETİR için yorumlar kapalı

TÜRKLERDE KADIN

TÜRKLERDE KADIN

(Not: Bu yazı Tarihin Aydınlattığı Gelecek adlı kitabımdan alıntıdır.)

Türkler, tabiat şartlarının en zor olduğu bölgelerde yaşadılar. Bu nedenle kadınlar da erkekler gibi mücadeleci bir hayat sürüyorlardı. Nitekim kadınların, atlara erkek gibi bindiklerini gören Avrupalılar çok şaşırmışlardır. Bu konuda, Arap tarihçi ve bilim insanı El Cahiz şöyle der (s.77): “Türklerin kadınları, erkekleri gibidir. Hayvanları da, kendileri gibi Türk özellikleri taşır.” Dolayısıyla Türklerde cinsiyet ayrımı çok fazla gelişmedi. Nitekim Türkçe’ de cinsiyet ayrımı yoktur. “O” denilince hepsi birden kastedilir. Erkek, dişi ayrımını anlatmak gerektiğinde, cinsiyeti söylenir. Hâlbuki erkek ve dişi konusu, diğer dillerde ayrıca nitelendirilir. Hattâ Fransızca ve Almanca ’da cisimlerde bile erkek-dişiler için ayrı ön edat vardır. Türkçe ‘de böyle hiçbir ayrım yoktur. Arapça ’da erkek ve kadınlarla ilgili kelimeler bile ayrıdır. Ama Türkçe ’de ayrım yoktur.

İslâmiyet öncesi Türklerde, kadınların aile içerisinde olduğu gibi toplumda da saygın bir yeri vardı. Kadın hem yuvasının etkili bir üyesi, hem de ailenin geçimi için birlikte çalışan insandı. Yani kadının gerek aile gerekse toplum içerisinde etkili bir konumu vardı. Türklerde kadın, bir insan olarak etkindi (fonksiyoneldi). Zaten insanları, önce kadın ve erkek şeklinde ayırmak, sonra eşitlemeye çalışmak yanlıştır. Allah, bütün varlıkları değişik yapıda hâlk ettiği gibi, her iki cinsi ve her insanı farklı özelliklerde yaratmıştır. Esas olan kişileri cinsiyetlerine göre değil, insan olarak değerlendirmektir.

Döneminin en medeni devleti olan Uygurların bayraklarını, genç bir erkek ve genç bir kızın yan yana vesikalık resimleri süsler. Halen, dünyada hiçbir milletin bayrağında böyle bir resim yoktur. Uygur Türklerinin bayrağı, Türklerin insana bakışlarını simgeleyen eşsiz bir semboldür.

Çin kaynakları, Büyük Hun Türklerinin Hakanı Mete’nin hanımı hakkında bilgi vermektedir. Atilla’nın hanımı Arıg-hanla ilgili bilgileri ise elçi Priskos’un yazılarından öğreniyoruz. J.P.Roux ve İ. Kafesoğlu’nun aktardıklarına göre, Gezginler, iki hanımın da, elçileri ayrıca kendilerinin de kabul ettiklerini o döneme göre hayretle ifade etmişlerdir.

İbrahim Kafesoğlu (s.47), Hunlarda ilkbaharın sonunda 5. ayda  (bugünkü Haziran) devlet meclisi niteliğinde büyük çaplı toplantı yapıldığını aktarır. Bu toplantılarda çeşitli gösteriler, kurban kesmeler vb. törenler olurdu. Bu sırada da ülke sorunları tartışılır ve karara bağlanırdı. Bu aynı zamanda Devlet Meclisi nitelikli toplantı sayılırdı. Tartışmalara Hakan (Tanhu) başkanlık eder, yanında da hatunu otururdu. Hakanların hanımlarını Çin kaynakları, Yin-çü ya da Yen-Shih diye adlandırmaktadır.

Çin’de yüz elli yıldan fazla egemenlik süren Tabgaçlar, Budizm dinini kabul ettikten sonra nüfuslarının azlığının da etkisiyle Çinlileşmeye başlamışlardı. Ama bu Çinlileşme Hakan olan Topa (Tabgaç) Kiao döneminde azaldı. Bunun sebebi Kiao değildi. O Budizmden yana idi. Ama Jean Paul Roux’nun aktardığına göre (s.38), Kiao’nun yaşlı ve dul karısı Hu, Türk geleneğine göre yetişmişti. Gerek eşinin sağlığında gerekse ondan sonra kendi ölene kadar (528) yaptığı naiplik süresince soyluların Türklükten ayrılmalarına izin vermedi.

Türklerde kadınlar, vücutlarını sıkıca örtmezlerdi. Ama namus kavramı vatan yani “yurt”tan sonra, en değerli olandı. Çok önem verilirdi. Toplumda da aynı anlayış egemendi. Kafesoğlu’na göre, evli bir kadına tecavüz ettikleri belirlenenlerin cezası ise çok ağırdı. Bu konuda Çinliler ve İbni Batuta kişinin bedeninin ikiye bölünerek öldürüldüğünü söylerler. (Fuhuş konusunu çoğu millet şiddetli cezalar uygulayarak önlemeye çalışmıştır. Ceza vererek önleyemeyen Eski Yunan bilim ve devlet adamı Solon ise, para cezası vermek şeklinde tedbir almıştır. Ancak Gynaikonitis denilen fuhuş yapılan evleri önleyememiştir.)

İdil Bulgarlarının hanı Almış Han, Abbasi halifesi El-Muktedir’den 921 yılında İslâmiyet’i anlatması için bilgili ve yetkili insanlar istedi. Gönderilen bu kişilerden İbn Fadlan adlı şahıs, iyi bir ileri görüşlülükle, gördüklerini kaleme almıştır. Bu dönemle ilgili birçok konuyu böylece, onun yazılarından öğreniyoruz. J.P.Roux’nun aktardığına göre (s.143) İbn Fadlan, Türk kadınlarının giyim-kuşamda ve davranışlarında rahat olduklarını yazar. Kocalarının da, kadınlarının bu durumuna onay verdiğini belirtir. Bir olay üzerine kadının kocası, karısının, sıkıca örtünmeyerek erkeklerden saklanmamasını onaylamıştır. Bu durumunun kadının kendisini tehlikeden uzak gördüğünü ve ona erişilmesini yasakladığını gösterdiğini belirtmiştir. Ayrıca koca, saklamama durumunun, karısının bir yandan kendini saklayıp, diğer yandan da kendisine erişilmesine izin vermesinden iyi olduğunu açıklar.

J.P.Roux’nun Orta Asya adlı eserinde aktardığına göre (s.273), 9. yüzyıl yazarı İbni Rüşt (felsefeci olan zat değil) ve 11. yüzyıl yazarı El-Bekri, Türklerde kadınların eşlerini seçmede özgür olduklarını söylerler. Bu durumu yukarıda İbn Fadlan’ın anlattıkları ile birleştirince, doğru olması ihtimali yüksek görünüyor.

Dede Korkut’ta da kadın için “güzel düşünür, güzel konuşur”, “kocasına iyi öğütlerde bulunur”, “kocası da onu dinler” şeklinde iyi şeylerden bahsedildiğini anlatır. Aslında bu yapı, günümüze kadarki Türklerde, genelde, aynı kalmıştır.

Türklerde kadınların ayrıcalıklı değeri, J.P.Roux’nun Orta Asya eserinde aktardığı güzel bir lirik şiirde şöyle anlatılır (s.274):; “Kırk kahraman ve bir Bey oğlu, bir güzel için ölmüş, ne olmuş ki” denir. Roux, Nizamülmülk’ün, Türklerdeki kadının durumunun İslâmiyet için tehlike oluşturduğunu düşündüğünü anlatır (s.274). Bu nedenle, halktaki anlayışı değiştirmek için uğraştığını söyler.

Türklerde kadının saygınlığı, Anadolu’da da devam etti. Gezgin İbni Batuta (1304-1377) gözlemlerinin sonucu şöyle der: “Türklerde kadınların gördükleri saygıyı gözlerimle gördüm. Gerçekten de kadınların Türklerde, erkeklerinkinden üstün bir yeri var.” Roux’ya göre (Orta Asya, s.275) Batuta, Türk kadınının bu konumundan, İslâmiyet adına, şikâyetle bahseder. İbni Batuta belki de, kendi milleti olan Arapların o dönemde kadınlarına bakışlarıyla karşılaştırdığı için, böyle bir ifade kullanmış olabilir. Ama gerçekten de, Türklerde kadınlar, erkeklere karşı saygılıdır. Erkekler de, kadınlara karşı daha çok saygılıdır. Erkeklerin saygıyı terk ettikleri tek konu, namus meselesidir.

Türklerde kadın, insan hak ve özgürlükleri sınırları içerisinde hürriyetlerden yararlanır. Türklerden bahseden hemen bütün yıllıklar ve kaynaklar, kadın konusunda Türklerin erdeminden bahsederler. Kadının ayrıcalıklı konumunun ve ona verilen değerin altını çizerler.

 Babür Türk İmparatoru Şah Cihanın, hastalıktan ölen eşi, Safevi Türklerinden Banu Begüm (Mümtaz Mahal) için yaptırdığı Tac Mahal gibi büyük bir eserin, anlam bakımından örneği azdır.

İslâmiyet, kadınlara değer verilmesini öğütleyen çok sayıda ayet getirmiştir. Kız çocuklarını diri diri gömen cahiliye dönemi Arapları için, bu değişim çok büyüktü. Halbuki gezginlerden, tarihi belgelerden anlaşıldığına göre, Türklerin İslâmiyet öncesi ve sonrasındaki anlayışlarında önemli bir fark olmadı.

Prof. Djevad’ın aktardığına göre (s.72) De Amicis, Osmanlı İmparatorluğu’nda hiç kimsenin, sokaktaki kadına el kaldırmaya kalkışmadığını söyler. Hiçbir askerin, isyan ve kargaşa zamanında bile olsa, en şamatacı ve gürültücü kadına dahi, elini bile dokunduramadığını yazar. Hele “ana”ya karşı saygı sonsuzdur, der.

Bu yazımızın konusu Türklerin kadına bakışları olduğundan İslâm’a göre kadın konusuna girmeyeceğiz. Fakat günümüz Türklerinin bu konudaki anlayışlarını etkilemesi bakımından çok kısa bir bilgi vermek istiyoruz.

İslâmiyet’ten sonra Araplarda da genç kızlar erkeklerle serbestçe sohbet eder, edep içerisinde arkadaşlık yaparlardı. Ancak Hayati Ülkü yazdığı İslâm Tarihi adlı eserinde (s.601), Emevi Halifesi II. Velid‘in (743-744) çok kısa süren iktidarı zamanında, kadınların erkeklerden ayrı yaşama usulü getirildiğini anlatır. Bu anlayışın Araplara İranlılardan geldiğini söyler. J.P.Roux’nun Nizamülmülk’ün kadınlara düşmanlığını aktarırken anlattıkları, bu iddiayı doğrular niteliktedir. Fakat İran’a da Bizanslılardan geçme ihtimali vardır. İran’dan da Selçuklulara geçmiştir. Ama sadece kadının kapanması şeklinde etkilemiş, sosyal açıdan uzun süre değişiklik olmamıştır.

Müslümanların kadına bakışını, Emeviler değiştirmiştir. Müminlerin çoğu, Emevilerin Cebriyecilik düşüncesi vb. birçok uygulamalarıyla, Müslümanlığı rayından çıkardığı görüşünde hemfikirdir. Bu demektir ki, İslâm’ın kadına bakışı şimdiki Müslümanların çoğunun algılamasından çok farklıdır.

İslâm’ın kadına bakışı konusunda “İslam’da Kadın Yönetici” başlığıyla bir makale yayınlamıştık. Daha sonraki bir yazımızda da, Kur’an’ın kız evlatlara bakışını inceleyeceğiz.

Sosyal, YAŞAM kategorisine gönderildi | TÜRKLERDE KADIN için yorumlar kapalı

DÜNYA ZENGİNLEŞTİKÇE, UFKUMUZ DARALIYOR

DÜNYA ZENGİNLEŞTİKÇE, UFKUMUZ DARALIYOR

 

Yazımızın başlığı bize aittir. Ancak biz bu sonuca, Japon asıllı Amerikalı Yoshihiro Francis Fukuyama’nın, insanlık ile ilgili olarak aktardıklarından ulaştık. Fukuyama’ya göre, çağımızda ne sanat var, ne de felsefe.

Yazar böylesine sert bir yargıyı ifade ederken, belki, insanlara konuyu dolaylı şekilde anlatınca, yeterince algılanamadığını düşünmüştür. Veya sanat ve felsefe yaptıklarını düşünen insanların, bu çalışmalarını, maddi menfaatleri doğrultusunda kullandıklarını gözlemlediği için, gerçekten bu kanaatte olabilir.

Çünkü insanların, birbirlerine ve çevrelerine yaklaşımlarında ekonomik veriler ön plana çıkmaktadır. Dünyamız küreselleştikçe, ilişkilere ekonomik veriler bağlamında bakanların sayıları, hızla artıyor.

İnsanlara ve çevremize, ekonomik verilerle bakınca, onların gerçek değerlerini sorgulamıyoruz. Onların, bize ne kazandıracaklarını gözlemlemeye çalışıyoruz. Çevremizdeki insanlarla, olaylarla ve hattâ eşyalarla ilişkilerimize, bize kazandıracaklarına veya kaybettirebileceklerine göre yön veriyoruz.

Anlayış böyle olunca, zenginler zenginlerle irtibat kurmaya çalışıyor. Fakirlere de, genellikle, kendileri gibi garibanlarla ilişki kurmaktan başka bir yol kalmıyor. Elbette bütün fakirler, kendileri gibi yoksul olanlarla irtibat kurmuyor. Bazı fakirler, zenginlerin dalkavukluğunu yaparak biraz zenginleşmek istiyorlar.

Bu davranışların sonucunda, zenginlerle fakirler arasındaki maddi fark, giderek açılıyor. Bütün insanlık, bu farkın hızla açıldığını görüyor. Bu gidişatın, dünyanın temeline konulmuş bir dinamit olduğunu hissediyor veya biliyor. Ama buna rağmen, çözüm üretilemiyor. Bu yanlışlığı, çözüm üreterek düzeltecekler, zenginlerdir. Ama onlardan ses çıkmıyor. İnsanlıktaki ve zenginlerdeki bu basiret bağlanması, ufuk daralması değilse, başka nasıl açıklayacağız.

İnsanlıktaki bu ufuk daralması, sadece, zengin-fakir arasındaki farkın başımıza açacağı çok ciddi sorunları görmemezlikten gelmemizle sınırlı değil. Başka alanlarda da kendini gösteriyor. Bilindiği gibi, hiçbir insan, kendisine karşı adaletsiz davranılmasına, haksızlık yapılmasına gönülden razı olmaz. Hepimiz, böyle bir durumla karşılaştığımızda tepki veririz. Kimimiz belirgin bir şekilde, kimimiz ise içimizden karşı çıkarız.

Adaletsizlik, maalesef, dünyamızın en önemli sorunlarındandır. Hem bir ülkenin içerisinde vatandaşlar nezdinde, hem de devletlerarasında adaletsiz davranışlar hüküm sürmektedir. İnsanlar olarak, bu adaletsizlikleri yaşıyoruz ve görüyoruz. Ama görmemiş gibi davranıyoruz.

Kendimize yapılan adaletsizliğe itiraz ediyoruz veya söyleniyoruz. Fakat aynı adaletsizliği başkalarına yapmaktan hicap duymuyoruz. Bu çifte standartlı durum, bilhassa zenginler için daha çok geçerlidir. Ülkelerin siyasi yöneticilerin vaziyeti ise, bu açıdan bakılınca çok daha kötüdür. Onların çoğunluğu, her türlü adaletsizliği yapıyorlar, fakat halka anlatırken, en adil insan oldukları yalanını söylüyorlar. Bu yalanlarına halkı inandıran siyasiler de, günümüzün en başarıları yöneticileri olarak değerlendiriliyorlar.

İnsanlığın, adaletsizliğe karşı ilgisizliği, ufuk daralması değil midir?

Zenginlerdeki bu aymazlık, fakirlerdeki bu güçsüzlük, sorunlarımızın kartopu gibi büyümesine sebep oluyor. Bu durumda, insanlığın içine düştüğü bu ufuk daralmasını, orta hallilerin yani orta sınıfın toparlaması umuluyor. Fakat onların da çoğunluğunun, geleceğe bakışını, “Tüketici Güven Endeksi” belirliyor. Onlar da kararlarını bu endeksteki değişime göre veriyorlar.

Siyasetçilerin çoğunun durumları hakkındaki düşüncemizi, biraz yukarıda ifade ettik. Ülkelerin geneline baktığımızda, siyasi partilerin aralarındaki farkın giderek azaldığını görüyoruz. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, siyasilerin, bizleri etkilemek için yaptıkları duygusal veya yalana dayalı söylemlerini hesaba katmadan konuyu irdelersek, hepsinin gözlerini, ekonomik verilere diktiklerini görürüz.

Siyasilerimizin söylemlerinde ortak olan hususlar vardır. Bunlar; faiz, döviz (ABD hariç), vergiler ve ücretler gibi konulardır. Bunlar hakkında fikir beyan etmeyen siyasi parti olmaz. Bu konularla ilgili olarak söylenenleri ve uygulananları dikkatlice incelersek, partilerin söylemleri arasındaki farkın yüzde beş-on arası olduğunu görürüz. Siyasi partiler arasındaki bu görüş benzerliği, ufuk daralması değilse nedir?

İnsanlar arasında yaygınlaşan bir başka yanlış algılama daha var. Eğer, bir insan çok para kazanıyorsa, onun çok kapasiteli ve ufku geniş bir insan olduğuna inanılıyor. Böyle olunca da, onun değerli bir iş yaptığı düşünülüyor. İşin kötü tarafı, zengin kişi, kendi konumunun böyle olduğuna kalpten inanıyor.

Zenginlerdeki bu kibirli inanç, insanlardaki bu anlayış oldukça, ufkumuz yalnızca daralmakla kalmıyor, kararıyor.

Sosyal, YAŞAM kategorisine gönderildi | DÜNYA ZENGİNLEŞTİKÇE, UFKUMUZ DARALIYOR için yorumlar kapalı

DÜNYA ZENGİNLEŞTİKÇE SUÇ İŞLEME AZALIYOR MU?

DÜNYA ZENGİNLEŞTİKÇE SUÇ İŞLEME AZALIYOR MU?

 

Hepimizin beklentisi, insanlık zenginleştikçe suç işlemenin azalmasıdır. Genel kanaat, insanların fakirlikten veya cahillikten suç işledikleri şeklindedir. Dolayısıyla, zenginleştikçe ve eğitim seviyesi yükseldikçe, suç işlemenin azalacağı var sayılır. Bu düşünce bir bakıma doğrudur. Fakat gerçekleri yansıtıp yansıtmadığına karar vermek için, bazı verilere bakmakta fayda vardır.

Bilindiği gibi, suç işlemedeki azalma, hapishanelerin azalmasını sağlar. Bir başka açıdan bakarsak, suç işlemenin azaldığı bir ülkede avukatların sayılarının da azalması gerekir.  Bu konuda ABD ve Japonya’dan rakam verelim. ABD’deki kişi başına düşen avukat sayısı, Japonya’dakinin 17 katıdır. Başka hiçbir istatistiğe bakmadan, ABD’deki suç işleme oranının Japonya’dan fazla olduğunu ifade edersek, ön yargılı davranmamış oluruz.

ABD ile Japonya, kültürdeki homojenlik açısından farklı iki devlettir. Her iki ülke insanının, kültür konusundaki algılamaları birbirinden çok farklıdır. Bütün bunlar, suç işleme miktarına etki eder. Fakat bizim yazımızın konusu açısından bakılınca, ülkenin genel olarak zenginleşmesinin, suçlarda azalma sağlamadığının net bir şekilde görülmesi anlamı çıkar.

ABD’nin eyaletlerinin çoğunda, hapishanelere ve ıslah faaliyetlerine ayılan paylar, eğitime ayrılandan fazladır. Bu durum, yönetimlerin tercihi değildir. Mecburiyettendir. Hapishanelere ayrılan pay, Türkiye gibi ülkelerde de eğitimin rutin giderleri dışında kalan ve doğrudan insanın eğitimine yönelik olan harcamalardan çok daha fazladır. Türkiye gibi kalkınmakta olan ülkelerde suç miktarları ile ilgili istatistiklere bakıldığında, genel anlamda artış görülmektedir. Ancak bu artış, bazı ülkelerde suç işlemelerin gerçekten arttığı anlamına gelmemektedir. Kalkınmakta olan ülkelerde, kayıtların giderek daha ciddi tutulmaya başlaması da, suç işlemeyi, artıyormuş gibi gösterebilir veya gerçekten de artmış olabilir.

Burada dikkat etmemiz gereken husus, dünya genelinde yaşanan genel zenginleşmenin, suç işleme oranlarını düşürmediğidir. Bazı yıllarda bazı suç çeşitlerinde düşen istatistik rakamları, daha sonraki yıllarda artabilmektedir. Fakat sadece, hapishanelerdeki suçluların sayılarına bakarak karar vermemiz bizi yanıltır. İstatistiklere, ıslah amaçlı olarak gözetimde tutulan kişilerin sayılarını da eklediğimizde, suç miktarlarında düşüş yaşanmadığı veya bazı alanlarda çok az düşüş olduğu anlaşılır.

Suç işleme oranları hakkında bizi yanıltacak en önemli unsur, çağımızdaki suç işleme yöntemlerinde görülen değişikliklerdir. Artık, suç işleyenler profesyonelleşmektedirler. Çünkü dünya genelinde, okuma-yazma oranları son dönemlerde hızla arttı. Günümüzde okula gitmeyen çocukların oranı, dünya genelinde %10 civarına düşmüştür. Bu demektir ki, insanlarımızın zekâlarını kullanma seviyeleri yükseldi. Diğer bir anlatımla, IQ seviyeleri yükseldi. Artık, bir işi doğrudan ve güç kullanarak değil, aklını kullanarak yapanlarımız çoğaldılar. İnsanlar arasında zekâlarını düzgün işler için değil, hinlik için kullananların sayıları, küreselleşme ile doğru orantılı olarak artıyor.

Örneğin, hırsızlar, profesyonelleştiler. Artık birçok riski göze alarak, evleri veya işyerlerini soyanlar azaldı. Yollarda insanların önünü keserek onların paralarını veya kıymetli eşyalarını çalma yöntemi gözden düştü. Bunları, sadece, kafasını çalıştırmayan, fakir olan veya bir süre hapiste rahatça barınmak isteyen evsiz-barksız gariban insanlar yapmayı sürdürüyor.

Zengin hırsızlar, yöntem değiştirdiler. Onlar, gariban hırsızlar gibi ufak çaplı çalmıyorlar. Fakirler günlük geçimlerini sağlamak için hırsızlık yaparlarken, zenginler, hayatlarını ve ailelerinin geleceğini garantiye almak amacıyla çalmaya çalışıyorlar. Bu sebeple, zengin hırsızlar kapsamları geliştirdiler ve miktarları çok artırdılar.

Zorla değil, ticari kuralları kullanarak çalıyorlar. Soygunculuk artık silahla yapılmıyor. Oturdukları yerden, internet kullanarak yapılıyor. Tek kullandıkları araç, klavye. Yani işleri çok kolaylaştı. Fakat her hırsızlığın elbette bir riski vardır. Dolayısıyla yakalanabilirler. Yakalandıklarında ise, avukatlar onlara yardımcı olmak için hazırdırlar. Avukatlar, sanki suçluları korumak için eğitim almışlarcasına, kanunların boşluklarından faydalanarak, onları kurtarmaya çalışıyorlar.

Fakir bir gariban, hırsızlık için bir eve girdiğinde yakalanırsa, kendine avukat tutacak kadar parası genelde olmaz. Ama klavye hırsızı, bir değil, birkaç avukatı besleyebilir.

Diğer taraftan, cinayetleri de doğrudan işlemek, garibanların işi olarak kaldı. Zenginler, kimsenin karşısına çıkarak doğrudan cinayet işlemiyorlar. Rakiplerini, bazen uzaktan atışlarla vurduruyorlar. Bu durumda çoğu zaman bilinemiyorlar. Bazen, biyolojik maddeler kullanarak yavaş yavaş ölmelerini sağlıyorlar. Bu durumda da fark edilmeleri çok zor oluyor.

Görüldüğü gibi, zenginlerin işledikleri suçların çoğu istatistiklere yansıyacak cinsten değil. Aslında suçun boyutu genişlemiş olmasına rağmen, suç olarak rakamlara yansımıyor. Eğer bunlar suç rakamlarına yansımış olsa, dünya zenginleştikçe suç işlemelerin arttığını çok net bir şekilde görebiliriz. Bu artışın, sayı açısından artmış olmasından daha çok, kapsam ve miktar bakımından da gerçekleştiğini anlarız.

Suç istatistiklerinde, yeterince belirgin olmayan bir başka husus daha var. Bilindiği gibi, savaşlar çok azaldı. Ama bu defa eşkıyalar çoğaldı. Bilhassa, Afrika, Ortadoğu ve Asya’nın bazı bölümlerinde teröristler çoğaldı. Bu bölgelerde, teröristlerin sebep olduğu çatışmalarda ölen insanların sayıları çok fazladır. Bunlar bazen istatistiklere girmemektedir.

Teröristleri, bazı zenginlerin desteklediklerini bilmeyen yoktur. Demek ki, terörist sayısındaki artışın arkasında, dolaylı da olsa, bazı zenginlerin tavırları vardır. Zenginlerin bazısı, kendileri doğrudan suç işlemek yerine, teröristleri kullanmaktadırlar. Buradan da net olarak anlaşılıyor ki, dünya zenginleştikçe suç işlemeler artmaktadır.

Fikri mülkiyet hakları konusundaki ve patent başvuruları sırasındaki hırsızlıklar ise, genellikle zor tespit edilmektedir. Bu tip hırsızlıklar, ülkeler aşırı olmaktadır. Bu sebeple de, suç işleme istatistiklerine yansımamaktadır. Yansıyanlar da, para cezası ile sonuçlandığından, suç olarak değerlendirilmeleri zorlaşmaktadır. Fikri alandaki suçları da hesaba katarsak, zenginleştikçe daha çok suç işlediğimiz, çok net bir şekilde ortaya çıkar.

Sosyal kategorisine gönderildi | DÜNYA ZENGİNLEŞTİKÇE SUÇ İŞLEME AZALIYOR MU? için yorumlar kapalı

İNSANLIĞIN SORUNLARI, İNSANLIK ANLAYIŞI İLE İLGİLİDİR

İNSANLIĞIN SORUNLARI, İNSANLIK ANLAYIŞI İLE İLGİLİDİR, BİLİM VE TEKNİKLE AŞILAMAZ

 

Dünyamızın genelinde yaşanan sorunların temelini, sosyal anlayışlar teşkil etmektedir. Bir insanın, paraya bakışı onun davranışlarını yönlendirir. Bir kişinin, gerçek anlamda dostlarının olup olmadığı, onun hayattan zevk alıp almamasında etkilidir.

Bir insandaki maddi olarak daha üst basamaklara çıkma hırsı, onun çevresine bakışında kendini gösterir. Benzer şekilde, daha üst makamlara gelme hevesi, onun çevresiyle ilişkilerini belirler. Bu şahıs, üst basamaklara tırmandıkça, hayattaki bütün amacı, bulunduğu yeri muhafaza edebilmek olur.

Bu yapıdaki insanlar için mutluluğun adı, tüketimdir. Daha çok tükettikçe mutlu olur. Bir aksaklık olduğu ve arzu ettiği kadar tüketemedikçe, mutsuz olur. Çevredeki diğer insanlarda da aynı hırslı yapı oluştukça, rekabet artar. Rekabet arttıkça, mücadele acımasızlaşır. Bu sebeple, kişinin maddi imkânlarını artırması güçleşir. Rekabetin ne getireceği belli olmadığından bir süre önce rakiplerinden ileride iken, şimdilerde geriye düşebilir. Her geriye düşüşünde, tüketimi devam etmesine rağmen, rakipleri ondan daha fazla tüketecekleri için, yine mutsuzluk hisseder. Dolayısıyla tüketebildiği için mutluluk duyanların sayısı giderek azalır.

Kendisini mutlu hissedenlerin sayılarının azalması, insanlığın en önemli sorunlarındandır.

Küreselleşme ile birlikte hızlanan insanlardaki bu mutsuzluk artışını azaltmak için, bizler bilim ve teknikten medet ummaya başladık. Tekniğin gücünün, her şeye yettiğine inanmaya başladık.  Bilimdeki ve teknikteki ilerlemeler, bizleri hem daha rahat ettirecek, hem de daha çok kazandıracak diyerek umutlandık.

Teknikteki ilerlemeler, bir dönem için bizim hayatımızı kolaylaştırdı. Endüstrileştikçe, haftalık çalışma saatleri bile düşmeye başladı. Fakat 1980’lerden itibaren küreselleşmenin etkisi arttıkça, aksine insanları daha çok hırs bastı. Daha çok çalışma isteği başladı. Haftalık çalışma saatleri, bilhassa finans sektöründen başlamak üzere arttı. Dolayısıyla teknikteki gelişmeler, insanları mutlu etmeye yaramadı. Aksine, daha mutsuz olacakları ortamlara doğru insanları sürükledi.

Bazılarımız halen, teknikteki gelişmelerin her şeyi çözeceğine inanıyor olabilir. Bu şekilde inanan insanların cevaplamaları gereken soru, yeterli enerji olmadan teknikteki gelişmelerin nasıl sürdürüleceğidir.

Gezegenimizin nüfusunun on milyara ulaştığını düşünelim. İnsanların hepsinin, günümüzdeki ortalama bir Batılı gibi yaşadıklarını var sayalım. Bu durumda, enerji ihtiyacımızı karşılamak için, tahmin edilen rakam, 100.000 nükleer santrale ihtiyacımız olduğudur. Bu rakamın bir kısmı abartılı bile olsa, ihtiyacımızın büyüklüğü korkutucudur. Çünkü gerekli parayı ve uranyum madenini bulsak bile, atıkları ne yapacağımız, çok ciddi sorundur. Muhtemel bir arızada insanları nasıl koruyacağımız, henüz cevaplanamamış önemli bir sorudur.

Santrallerle ilgili olan bu sorunları, tekniğin çözeceğini düşünenlerimiz olabilir. Bu defa sorulacak soru, bu sorunları çözmenin maliyeti ne kadar olacaktır. Eğer maliyetleri tahmin bile edemiyorsak, bu maliyetleri nasıl karşılayacağımızı bile bilmiyorsak, o zaman şu soruları kendimize sormamız gerekir.

“Sonunda bize mutluluk getirmeyeceği çok aşikâr bir şekilde şimdiden belli olan tekniği geliştirmek için, neden bu kadar devasa maliyetlere katlananım? Neden bu devasa maliyetleri karşılamak için, daha çok çalışmayı göze alalım? Bu maliyetlerin çok küçük bir kısmını fakirlerle paylaşarak kendimizi mutlu yapma imkânımız varken, daha çok harcayarak mutsuzluğun peşine düşmek akıl kârı mı?”

Bu soruları hiç düşünmeyen bazı insanlar, bilim alanında çalışan insanların zekâlarına çok güveniyorlar. Bu zeki insanların, insanlığın karşılaştığı sorunları çözeceğine inanıyorlar. Hâlbuki güvendikleri bu insanların da zekâları sınırlıdır. Fakat yine de, onların sınırsız zekâya sahip olduklarını düşünelim. Bilindiği gibi, bilim bir şeyleri yoktan var etmiyor. Bilim insanlarının çözümleri gezegenimizde ve gezegenimizin yakın çevresinde var olan sistemlerin sınırları ile sınırlı.  İnsanların, doğadan daha üstün şeyler yapabileceğine inananlar varsa, onları hayalleriyle baş başa bırakalım. Dolayısıyla zekâlarının sınırsız olduğunu düşündüğümüz bilim insanlarının yapabilecekleri de sınırlıdır.

İşin ilginç yanı, bilimde ilerledikçe, tahmin edemediğimiz tersliklerin olacağını iddia eden bilim insanları var. Nano teknolojideki ilerlemeler, bilimden medet bekleyenleri umutlandırıyor. Fakat nano ağların tahmin edilemeyen evrimi ve çoğalma riskinin, birkaç gün içerisinde eko sistemimizdeki bütün karbonu bitirebileceğinden endişe duyanlar da, yine bilim insanları.

Son dönemlerde üzerinde çalışılan “metalik hidrojen” konusunun bizleri nereye götüreceğini net bilen bilim insanı yok. Hiç beklenmedik bir şekilde gezegenimizin sonunu getirmesi ihtimali üzerinde duranlar var.

Son dönemlerdeki bilimsel çalışmalardan birisi de, fiziko-kimya üzerinedir. Bu çalışmaların da, bizi nereye götüreceği konusunda net bir şey yok. Hareketsiz olan çevremizde, meydana gelebilecek aşırı fiziko-kimyasal değişimlerin, gezegenimizin sonunu getirmeyeceğini kimse söyleyemiyor.

Burada kendimize sormamız gereken bazı sorular daha var:

“Bilim ve teknikte geçmişte yaşadığımız gelişmeler, topraklarımızda tahrifatlar yaptı. Bilimdeki gelişmeler bu bozulmayı nasıl düzeltebilecek? Düzelteceğine inansak bile, bunun maliyeti ne kadar olacak? Düzeltmek için büyük maliyetlere katlanacağımız bir şeyi bozmak, akıl kârı mı?”

Yukarıdaki soruların benzerlerini, bilimde geçmiş dönemlerde yaptığımız ilerlemeler sonucunda tahrif ettiğimiz; hava, su, biyo çeşitlilik, gıdalar, tohumlar gibi hususlarda da sorabiliriz.

Kendimize soracağımız sorulardan sonra, durup bir düşünelim. Çevremizde tanıdığımız bir insan, sonunda mutsuz olacağı bir konuyla ilgili olarak, servet harcasa, biz ona ne sıfat yakıştırırız. Böylelerine ne diyorsak, biz de aynı durumdayız. Bilhassa halkın önderiyiz diyenler, maddeten güçlü olanlar, daha üst makamlarda bulunanlar, daha beter durumdalar.

YAŞAM kategorisine gönderildi | İNSANLIĞIN SORUNLARI, İNSANLIK ANLAYIŞI İLE İLGİLİDİR için yorumlar kapalı

SINIRLARI OLAN GEZEGENİMİZDE, SINIRSIZ BÜYÜME İSTEĞİ

SINIRLARI OLAN GEZEGENİMİZDE, SINIRSIZ BÜYÜME İSTEĞİ

 

İnsanlık,  Batılı Devletlerin öncülüğünde 1970’lerden itibaren büyüme hevesine kapıldı. Sanki bir isteri haline dönüşen bu heves, acaba insanlığın faydasına oldu mu?

Konuyu anlamak için genel anlamda rakamlara bakarsak, kalkınma hamlelerinin sonunda GSYİH değerleri hızla arttı. Kişi başına düşen milli gelir miktarları arttı. Yine kişi başına tüketilen enerji miktarları hızla arttı.

Peki, istihdam artışı sağlanabildi mi? Geçen süre içerisindeki bazı yılların rakamlarına değil de genel duruma bakarsak, işsizlik oranı düşmedi. İnsanların refahı arttı mı diye bakıldığında, eğer kullanılan teknik aletler açısından değerlendirirsek, iyi yönde gelişmeler var. Fakat bu gelişmeler, sadece bedenen daha az yorulmayı sağlamış. Kişinin gerek kendi geçimini gerekse ailesinin geçimini günün şartlarına göre sağlaması açısından bakılınca, refah sağlanmamış. İnsanlar halen çok ciddi bir geçim mücadelesi içerisindeler.

Geçim mücadelesi veren insanların sayıları, 1970’li yıllara göre çok daha fazlalaşmış. Zengin ile fakirlerin kazançlarının arasındaki fark, kapanmamış. Aksine giderek hızla açılmış. Dünya nüfusunun sadece ve sadece %1’ri, dünya nimetlerinin neredeyse yarısına sahip. Dünyada yaşayan insanların %85 civarı gibi çok büyük bir kısmı, dünya nimetlerinin sadece ve sadece %15’ini paylaşmak zorunda.

Demek ki, ekonomiler büyüyor, ülkelerin ekonomik durumları iyileşiyor, fakat vatandaşın durumu iyileşmiyor.

Maddeten kalkındığı söylenen ülkeler bile işsizliği çözememişler. Endüstrileşmiş ülkelerin, tam istihdama yakın bir veriye ulaşmaları için, her yıl %7 civarında bir hızla kalkınmaları gerekiyor. Kalkınmış ülkeler için bu mümkün değil.

Konu tek kitaba sığmayacak kadar genişlikte. Dolayısıyla verilebilecek çok rakam var. Ama biz kısa makalemiz içerisinde özetlemeye çalıştığımız için, işin ciddiyetini bize anlatacak bir faaliyeti örnek vermekle yetineceğiz. UNESCO, 2002 yılında “Kalkınmayı Yıkmak, Dünyayı Yeniden Kurmak” konulu konferans düzenledi. Eğer kalkınma hevesimiz insanlığın faydasına sonuçlansaydı, UNESCO gibi bir kuruluş kalkınmayı yıkmak şeklinde bir başlıkla toplantı düzenlemezdi.

Bu büyüme hevesiyle ve aynı nüfus artışıyla devam ettiğimizi düşünelim. Yarım asır sonra, dünyamızda yaşayan insanların, ortalama bir Batılı gibi ve GDO’suz yiyecekleri yiyerek, onlar gibi enerji tüketerek yaşayabilmeleri için, tahminlere göre gezegenimizin imkânlarının 1,5-1,8 katına ihtiyacımız var. Yani yeni bir gezegene ihtiyaç var.

Bu konunun çok önemli olmasından dolayı,  farklı açılardan irdelenmesi gerekiyor. Bu sebeple biz de bu husustaki fikirlerimizi farklı açılardan bakarak ve çok kısa makalelerle aktarmaya çalışacağız.

Ancak bu yazımızda, büyüme hevesindeki istenilmeyen sonuçların, ekonomik sistemler açısından kısa bir değerlendirmesini yapmak istiyoruz.

Büyüme hevesi ve hırsı, insanları tüketime yönlendirmektedir. Böylece toplumlar, tüketim toplumları şekline dönüşmektedir. Tüketim hırsı, önce kapitalizm ile başlamıştır. Fakat maalesef, kapitalizme karşı bir fikri akım olarak doğan Marksizm’de de aynı hırs vardır. Eğer ortada bir suç var ise, bu ekonomik sistemde değildir. Suç tüketim hırsındadır. Nükleer silahın kapitalisti veya sosyalisti olmaz.

Her iki sistemin de uygulamalarına bakarsak, sanki sosyalizmin, insanda ve doğada yaptığı tahribat, kapitalizme göre -en azından bazı liderlerin dönemlerinde- daha fazla olmuş.

Bilindiği gibi kapitalizm, üretim gücünü sınırsızca artırmayı hedefler. Bu hedefine ulaşmak için piyasa mekanizmaları dediği yöntemleri kullanır. Sosyalizm de üretim gücünü sınırsızca artırmayı hedefler. Ama bunu güya proletarya dediği işçi sınıfının yönetimine verir.

Kapitalizm, toplumu dikkate almaz. Toplumun ortak olan maddi ve manevi değerlerini düşünmez. Kapitalizm, bireyi öne çıkarır. Bireylerin içerisinden de, uyanık olup öne çıkarak güçlenen bireyi kutsar. Dünyayı ticari bir nesne gibi görür. Böyle bir anlayışın, dünyayı iyi para verecek birilerine satmayacağını yahut da, farkına varmadan da olsa, gezegenimizin imkânlarını yok etmeyeceğini nasıl bilebiliriz.

İşin ilginç tarafı, sosyalizm de, toplumu dikkate almaz. Toplumdaki ortak olan maddi ve manevi değerleri hesaba katmaz. Sosyalizm, işçi sınıfını öne çıkarır. Onları kutsar. Fakat yönetimlerde hiç işçi bulunmaz. Onların adına başkaları yönetir. Bunlar uyanık oldukları için başkalarını ezerek öne çıkan insanlardır. Bunlar da dünyayı kendi yönetimlerine verilmiş bir miras gibi görür. Bu anlayışta olanların, aynı kapitalistler gibi, dünyanın imkânlarını yok etmeyeceklerine veya başka uyanık insanlarla karşılaştıklarında, “ortak yönetelim” teklifiyle gitmeyeceklerine nasıl inanalım.

Genel kategorisine gönderildi | SINIRLARI OLAN GEZEGENİMİZDE, SINIRSIZ BÜYÜME İSTEĞİ için yorumlar kapalı

ALLAH’IN TEK DİNİ, ALLAH’IN EMİR VE YASAKLARINA UYMAKTIR

ALLAH’IN TEK DİNİ, ALLAH’IN EMİR VE YASAKLARINA UYMAKTIR

 

Başlıktaki konuyla bağlantılı olarak bu sitede daha önce makaleler yayınlamıştık. Bunlardan birisi “Dinimizi Değiştirmeyi Değil, İlk Kaynaklarından Beslenmesini Hedeflemeliyiz” idi. Bu yazımızda Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm ve Budizm’in ilk kaynaklarındaki benzerlikler üzerinde bazı örnekler vermiştik.

Yazımızın sonunda takip edilebilecek bir yöntem örneğini şöyle vermiştik:

“Bu sebeple, dinlerin ilk kaynaklarındaki saflığı, insanlara aktaracak ve otorite olarak kabul görecek kurumlar kurulana kadar, şahıslar şöyle bir yol takip edebilirler.

Olayları ve konuları anlamaya çalışan bir kişi, karşılaştığı olayları karşısındakinin vicdanıyla görebilmeye uğraşmalıdır. Sonra, konuları kendi vicdanıyla düşünebilmelidir. Bunlara ilaveten, her davranışını oluştururken, bu düzenin bir yaratıcısı ve kurucusu olduğunu, bunları bizim istifademize sunan bir Yüce Yaradan’ın varlığını ve bu Yüce Yaradan’ın insanların hepsini gözleyerek, yaptıklarından haberdar olduğunun şuuruna varmalıdır.”

Diğer bir makalemiz “Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık Rayından Çıktıysa, Suçlu Din midir” başlığını taşıyordu. Yazımızda, dinlerle ilgili olarak karşılaştırmalar yaptıktan sonra,  dinlerdeki tahrifatların sebebini dinlerin kendisinde olduğunu iddia ederek, ateist düşünceye meyleden insanların düşüncelerinden de örnekler vererek konuyu irdelemeye çalıştık.

Bu makalemizin sonun da şöyle bağlamıştık:

“Demek ki, dinin insanlardan istediği şeylerde yanlışlık yok. Hata, insanların kendi menfaatleri için, dinin emirlerini uyguluyormuş görünürken, gerçekte ise, tersini uygulamalarından gelmektedir. Diğer bir anlatımla, Allah’ın adını kullanarak insanları kandırmalarından gelmektedir. İnsanların bu yapısını bilen Yüce Yaradan, böyle yapılmaması için, konuyu on emrin içerisine alarak, insanları uyarmaktadır. Aslında, insanların dinin emirlerini uyguluyor görünüp uygulamamaları bile, kendi başına, adil bir hesap sorucuya çok ciddi bir ihtiyaç olduğunu gösterir.”

Şimdi konuyu, yukarıda bahsettiğimiz makalelerdeki verdiğimiz örneklerin dışında irdelemeye çalışalım.

2 Bakara Suresi 130: “ İbrahim’in milletinden, kendine kıyan beyinsizden başka kim yüz çevirir? Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık, hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.”

131: Rabbi ona, “İslâm ol!” emrini verince, o “Ben âlemlerin Rabbine teslim oldum.” dedi.

132: Bu dini İbrahim, kendi oğullarına vasiyyet etti, Yakub da öyle yaptı: “Ey oğullarım! Muhakkak ki, bu dini size Allah seçti, başka dinlerden uzak durun, yalnızca Müslüman olarak can verin!” dedi.

133: Yoksa siz de olaya şahit mi oldunuz; Yakub’a ölüm hali gelip çattığı zaman, oğullarına; “Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?” dediği zaman, oğulları; “Senin Allah’ına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın Allah’ına, tek olan o Allah’a ibadet edeceğiz. Biz ancak O’na boyun eğen Müslümanlarız.” dediler.

Bakara Suresinin 131inci ayeti “İslâm ol” emrinin anlamını net bir şekilde açıklıyor. İslâm olmak, “Âlemlerin Rabbine teslim olmak” demektir.

Diğer iki ayette de, Yakup Peygamber’in ağzından yapılan anlatımla, “Müslüman” kelimesinin anlamı net bir şekilde açıklanıyor. Müslüman, tek olan Allah’a ibadet eden ve Ona boyun eğen insana verilen sıfattır.

Kur’an’daki diğer bir anlatım Hz. İsa ve Havarilerin ağzından yapılmış.

3 Ali İmran Suresi 52: İsa onların inkârlarını hissedince: “Allah yolunda yardımcılarım kim?” dedi. Havariler: “Allah yolunda yardımcılar biziz. Allah’a iman ettik. Şahit ol ki, biz muhakkak Müslümanlarız.” dediler.

Yukarıdaki ayete göre de (benzer ifadeler Maide Suresi 111 inci ayette de var), Müslüman kimse, Allah’a iman eden kimsedir. Yüce Yaradan’ın en çok kızdığı insanların, Allah tarafından kendilerine ulaşan bir gerçeği gizleyen kimseler olduğunu, aşağıdaki ayet bize net olarak ifade ediyor:

Bakara Surei 140: Yoksa siz, “İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakub ile Yakuboğulları da Yahudi, ya da Hıristiyan idiler” mi diyorsunuz? De ki: “Sizler mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” Allah tarafından kendisine ulaşan bir gerçeği gizleyen kimseden daha zalim kimdir? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

Demek ki, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshak, Hz. Yakup ve Yakupoğulları, Yahudi veya Hıristiyan değildiler. Bu sınıflandırma tamamen biz insanların kendi kendimize yaptığımız bir guruplandırma. Bizim böyle farklı isimlerle dinleri guruplandırmamızın geçerli bir tarafı yok. Aksine bunu bilerek yapıyorsak, bizden daha zalim kimsenin olmadığını Yüce Yaradan bize bildiriyor.

Peki, gerçekleri bilerek değiştirenler sadece sade vatandaşlar mı diye düşündüğümüzde aşağıdaki ayet bize yol gösteriyor:

57 Hadid Suresi 27: “Sonra bunların peşinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik, ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. (Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükafatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir.”

Demek ki, her dindeki ruhbanlar gurubu, Allah’ın bir tavsiyesi ve emri üzerine oluşmamışlar. Kendiliklerinden böyle bir görev üstlenmişler. Başlangıçtakilerin amaçları Allah’ın rızasını kazanmak imiş. Fakat sonradan içlerinden bir çoğu fasık kimseler arasına katılmışlar.

Aslında tek başına bu ayet bile, dinlerin başlangıcının aynı olduğunu, fakat sonradan, fasık olan bazı ruhbanların dindeki anlayışları değiştirdiklerini anlatmaya yeterlidir.

O halde Allah’ın dini tektir, o da, Allah’a boyun eğerek Onun emir ve yasaklarına uymaktır. Allah indinde bu uygulamanın adı “İslâm”dır.

3 Ali İmran Suresi 85: “Kim İslâm’dan (Allah’a teslim olmaktan) başka bir din ararsa ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de zarar edenlerden olacaktır.”

Bazı insanlar, yaşamları boyunca farklı düşünmüş olabilirler. Kendilerinden önceki nesillerin yaptıkları hataların etkisiyle, dinleri birbirinden ayrı imiş gibi düşünerek farklı isimlerle guruplandırmış olabilirler. Bu durumda olanlar umutsuz olmamalıdırlar. Çünkü Yüce Yaradan aşağıdaki ayetindeki ifadesini birçok ayetinde vurgulamaktadır:

18 Kehf Suresi 58: “Bununla beraber rahmet sahibi olan Rabbin çok bağışlayıcıdır, tövbe eden kullarına rahmeti boldur…”

Tövbeleri kabul edecek, yaptığımız güzel işleri mükâfatlandıracak, kötü işler yapmayı sürdürdüğümüzde cezalandıracak olan tek güç, sadece ve sadece Yüce Yaradan’dır.

Dini kategorisine gönderildi | ALLAH’IN TEK DİNİ, ALLAH’IN EMİR VE YASAKLARINA UYMAKTIR için yorumlar kapalı

HER İNSANIN SÖYLEDİKLERİ, ELEŞTİRİLEBİLİR

HER İNSANIN SÖYLEDİKLERİ, ELEŞTİRİLEBİLİR

 

Başlıktaki kanaate, Kur’an yol göstericiliği ile ulaştık.

4 Nisa Suresi 82: “Onlar hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı.”

Bilindiği gibi, düzenlerinin bozulacağını düşünenler, Kur’an’ı, Hz. Muhammed’in kendisinin uydurduğunu iddia etmişlerdi. Yahudiler, Hz. Peygamberin, Yahudi hahamlardan etkilendiğini söylemişlerdir. Bu duruma örnek olarak, birkaç konuyu öne sürmüşlerdir. Biri, ilk kıblenin Kudüs olmasıdır. Diğeri, Yahudilikteki kefaret günü olan Yom Kipur’u, Hz. Muhammed’in oruç tutma ve tövbe günü ilan ettiği iddiasıdır. Bir başka savunmaları, haftanın yedinci gününün Yahudilerin Şabat günü gibi kutlandığı şeklinde idi.

Hıristiyanların iddiaları ise, Hz. Muhammed’in, Hıristiyan keşişlerden etkilendiği şeklindeydi. İslâm’ın öğretilerinin, Hıristiyanlığın ana Kilisesinden kopan Nesturi ve Aryüscü ekolün söylemlerinin benzeri olduğunu iddia ediyorlardı.

İşte böyle bir ortamda Yüce Yaradan, Kur’an’ın, Kendi kelâmı olduğunu vurgulamak için, “Allah’tan başkası tarafından yazdırılsaydı, içinde çok çelişkiler olurdu” diyerek, insanları hem uyarmakta hem de yol göstermektedir. Bu ayetten anlıyoruz ki, eğer Kur’an, Yüce Yaradan’ın son peygamberi tarafından bile yazılmış olsaydı, çelişkileri çok olurdu.

Demek ki, Allah’tan başkası tarafından yazılan makalelerde veya kitaplarda çelişkiler mutlaka vardır. Yazanlar, isterse, Allah’ın peygamberlerinin bizzat kendileri olsunlar, farketmiyor.

Nitekim bu durumu en iyi bilen kişi, Allah’ın sevdiği peygamberi Hz. Muhammed olmuştur. Hz. Peygamber, okuduğunuzda gerçek olduğundan kuşkunuzun olmayacağı bir hadisinde şöyle demiştir: “Kim ki, benim söylediklerimden Allah’ın kelâmıdır dediklerimin dışında, benim kendi söylediklerimi yazmış ise, onu imha etsin, yırtıp atsın. Çünkü sizler, aranızda davalaşıyorsunuz. Sonra bana geliyorsunuz. Ben de anlattıklarınıza göre karar veriyorum. Fakat belki, bazınız bazınıza göre meseleyi daha güzel anlatmış olabilir ve ben etkilenerek yanlış karar vermiş olabilirim. Kim ki, kardeşinin hakkını yediyse, o kendisini bilir. Derhal kardeşinin hakkını versin. Yoksa o hak, onun midesinde ateşten bir top olur.”

Buradan da anlaşılıyor ki, başta bu makalenin yazarı ben olmak üzere, her insanın kendi ilmiyle yazdıklarında çelişkiler mutlaka vardır. Çünkü bizim ilmimiz, Yüce Yaradan’ın yanında okyanusta bir katre kadardır.

Bu farkı, sorgulayarak düşünen her insan onaylar. Günümüzde bilinen en küçük zerre olan atomların yapılarından, iki yüz milyon samanyolundan oluştuğu düşünülen kâinatta kusursuz işleyen bir düzeni yaratmak için, bu farkın olması gerekir. Meninin milyonda biri kadar küçük bir sudan parmak izleri tamamen farklı, duygusal yapıları birbirine benzemez insanların yaratılması için böylesine muazzam ilim gerekir. Gelmiş geçmiş bütün insanlar akıllarını birleştirse, sadece bir mısır tanesini bile, yoktan üretemeyiz.

Bu durumu anlamamak için inatla çabalayan insanlara, Yüce Yaradan şöyle sesleniyor:

18 Kehf Suresi 109. Deki: “Eğer Rabbimin sözlerini (ilmini) yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, deniz muhakkak tükenecekti, bir mislini daha yardımcı getirsek bile.”

20 Taha Suresi 98: “Sizin ilâhınız, ancak kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır.”

O halde, gerek geçmişte yaşamış her insanın, gerekse günümüzde yaşayan herkesin söylemleri ve yazdıkları eleştirilebilir. Fakat bu eleştiriler, hiçbir zaman hakarete varmamalıdır. Eleştirilerin değerini, bilgi temeline dayanıp dayanmadıkları belirler.

Bu açıdan bakınca, en değerli eleştiri, kendi kendimize yaptığımız eleştiridir. Çünkü biz, kendimizin yaptıklarımız ve söylediklerimiz hakkında, Yüce Yaradan’dan sonra en doğru bilgiye sahibiz. Sebebi de, geçmişimizdeki her şeyi bilerek yapmamızdır. Hz. Muhammed’in söylediği gibi, kimin hakkını yediysek biz biliriz. Eğer o hakkı vermezsek veya o kişiye verme imkânımız kalmadıysa, başka türlü telâfi etmezsek, o hak bizi cehenneme götüren yolun taşlarını oluşturur. Hem bu dünyada, hem de ahirette cehennemi yaşamamıza sebep olur.

O halde, her davranışımızda, her söylemimizde, Yüce Yaradan’dan yardım dileyelim. Kalpten gelen bir inanışla, Onun yol göstericiliğini niyaz edelim. Bizler insanız, dolayısıyla hatalarımız bitmez. Fakat göreceğiz ki, Allah bize yol gösterdikçe, hatalarımız azalacaktır.

KUR'AN ÜZERİNE, YAŞAM kategorisine gönderildi | HER İNSANIN SÖYLEDİKLERİ, ELEŞTİRİLEBİLİR için yorumlar kapalı

AKLINI KİRAYA VERENLERİN BAZI ORTAK ÖZELLİKLERİ

AKLINI KİRAYA VERENLERİN BAZI ORTAK ÖZELLİKLERİ

 

Tarih boyunca, insanların önemli bir kısmı akıllarını kiraya vermişlerdir. Günümüzde de bu durum sürmektedir. Dünyamız küreselleştikçe, aklını kiraya verenlerin azalması beklenirken, azaldığını söylemek maalesef zor.

Bir insanın fakir veya zengin olması, aklını kiraya vermesi hususunda bir ölçü teşkil etmiyor. Benzer şekilde, toplum içerisindeki sosyal konumu da, aklını kiraya verme için bir ölçü değil. Aklını sadece erkekler kiraya vermiyorlar, kadınlar için de aynı durum geçerli. Muhtemelen oran olarak birbirlerine yakınlar. Bazen, hareketlerin niteliğine göre, erkekler veya kadınlar çoğunlukta olabiliyor.

İnsanların yaşları bazen ölçü olabiliyor. 25 yaşının altındaki gençler içerisinden aklını kiraya verenlerin oranı, diğer yaşlara göre daha fazla. Ama bundan, diğer yaşlardaki insanlar kendi akıllarını kullanıyorlar anlamını çıkarmamız mümkün değil. Kendisinin hayat tecrübesine sahip olduğunu zanneden nice yaşlı insan, aklını gençlerinkinden daha sorgusuz olarak kiraya verebiliyor.

Aklını kiraya verme açısından, insanların eğitimleri de ölçü olmuyor. Hiç eğitim görmemiş insanlar da, üniversite bitirmiş kişiler de aklını kiraya verebiliyorlar. Hattâ eğitimin en üst basamağı olan profesörlük unvanına ulaşmış insanlardan da, aklını kiraya verenler var. Elbette oran olarak, hiç okula gitmemiş olanlara göre çok daha az sayıdalar.

Peki, aklını kiraya verenlerin bazı özellikleri neler? Bu özellikler bazen, kişinin fakir veya zengin olmasına, ruhi yapısına, din ile bağlantısının şiddetine göre değişebiliyor.

Fakirler, kulağa hoş gelen sözlerle, dünyanın dertlerine derman bulduklarını söyleyenlere meylediyorlar. Eğer bu hoş sözlerin içerisine mistisizm de girmişse, konu kutsal hale geliyor. Bu kutsallığı, kendi anlayışına göre şekillendirenlere aklını severek kiraya veriyor.

Zenginlerden arayış içerisinde olanlar, aklını kiraya vermekte bir beis görmüyorlar. Bilhassa kolay para kazanan zenginler ve makam sahipleri, alanlarının dışında yön bulmakta zorlanıyorlar. Günümüzde, borsalarda en riskli türev ürünlere para yatıranlar, sahtekâr bankerlere para kaptıranlar arasında, zenginler ve makam sahipleri, sıradan vatandaşlara hep öncülük etmişlerdir.

Yine benzer şekilde, ABD’de Osho denilen Bhagwan Shree Rajneesh’in, Türkiye’de Adnan Oktar’ın, çeşitli bölgelerde Hare Krishna, İlâhi Işık Misyonu gibi hareketlerin takipçileri arasında, zenginler, eğitim seviyesi ve makamları yüksek olanlar önemli bir yer tutmaktadır.

Aslında kafalarının içerisi, kendi işi dışındaki anlayışlar açısından boş olanlar akıllarını kiraya vermektedirler. Bunlar, kendiliklerinden kiraya vermeyebiliyorlar. Maruz kaldıkları etkin bir propaganda sonrasında veriyorlar. Bunların maruz kaldıkları yanıltıcı söylemlerin bazıları şöyle;

Karizmatik lider olgusu oluşturulup, onun sürekli öne çıkarılması. Liderin ve onun hakkında bahsedenlerin, aklını kiralamak istedikleri insanlarla sıkça konuşarak, fark ettirmeden beynini yıkamaları. Yazılı ve görsel basın aracılığıyla abluka altına alınması. Karizmatik liderin sevgi dolu olduğunun işlenmesi, bu anlamda çocuklar ve gençlere yönelik davranışlarının örneklendirilmesi. Sıkça düzenlenen sosyal etkinlikler sebebiyle, kişinin sorgulama ve özgür düşünme ihtimalinin azaltılması.

Diğer taraftan, topluma uyum sağlamakta zorlanan bir insan için, aklını kiraya verdiği liderin cemaati içindeki yaşam tarzı, bazen, bir sığınak olabiliyor.

Kendi şahsiyeti hakkında kararsız olan kişi de, aklını kiraya vermekte zorlanmıyor. Toplumda pek itibar görmediğini düşünen bir insan, dini meselelerle uğraşarak, toplumda saygınlık kazanacağını düşünürse, aklını kiraya verebiliyor.

Aralarına katılacağı toplumdan maddi menfaat bekleyenler de, akıllarını kiraya verebiliyorlar veya vermiş görünüyorlar.

Bir hareketin içerisine 25 yaşından önce girmiş olanlar, içerideki birçok yanlışı görseler bile, kendileri ile çelişmemek için, akıllarını kiraya vermeyi sürdürebiliyorlar. Eğer kişi 18 yaşından önce harekete katılmışsa, yanlışları bizzat görse bile, aklını kiraya vermekten çekinmeyebiliyor.

Bir hareketin içerisine, kendisinden önce anne ve/veya babası girmişse ve kendisi aynı harekette aileden ikinci-üçüncü kuşak ise, aklını kiraya verme ihtimali artıyor.

Bizim bazı özelliklerini sıraladığımız aklını kiraya verenleri yapıları hakkında, okuyucuların çok daha güzel analizler yapacaklarına inanıyorum. Bu nedenle, devamını sizlere bırakıyorum.

Burada asıl vurgulanması gereken husus; insanlığın geleceğinin, aklını kiraya verenlerin azalması ve sorgulayarak hareket edenlerin çoğalması oranında güzelleşeceğidir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | AKLINI KİRAYA VERENLERİN BAZI ORTAK ÖZELLİKLERİ için yorumlar kapalı