FAKİRLER, ORTA HALLİLER, ZENGİNLER

FAKİRLER, ORTA HALLİLER, ZENGİNLER

 

Aristo, bir site devletinde demokrasinin iyi işlemesi için orta hallilerin sayısının artması gerektiğini söylemiş. Gerekçe olarak da, fakirlerin ve zenginlerin duygusal olduklarını yani menfaatlerine göre davrandıklarını belirtmiş. Aristo, orta hallilerin mantıklarıyla hareket ettiklerini, bu nedenle demokrasinin iyi işleyeceğini savunmuş.

Aristo’nun yaptığı bu tariflerden, sadece yoksul ve varlıklı tanımına bakacak olursak, bunların, tamamen kendi menfaatleri peşinde koşan insanlar olduklarını düşünürüz. Bu durum, elbette her insan için geçerli değildir. Fakirlerin içerisinde de izan ve edep sahibi oldukları için menfaatlerini düşünmeyen insanlar vardır. Kimi zenginler ise, arif insan olduklarından hem kibirlenmezler, hem de menfaatleri peşinde koşmazlar. İslâmiyet’teki Hanefi mezhebine ismi verilen Ebu Hanife, çok zengin bir insandı.

Fakirleri ve zenginleri, çıkarlarını düşünmeye sevk eden en önemli etken, o ülkenin yöneticilerinin tavırlarıdır. Günümüzdeki şekliyle, sadece iktidardakilerin değil, muhalefettekilerin de sergiledikleri siyasi ve tarafgir anlayış, insanları menfaatperest olmaya yönlendirmektedir. Demokratik sistemle yönetilmeyen ülkelerde ise zenginler menfaatperest olmak zorundadır, fakirlerin ise esamisi okunmaz.

Günümüzde, bilhassa fikren kalkınamamış ülkelerdeki siyaset anlayışı, Aristo’nun yaptığı tanımı, genel anlamda –istisnalar hariç- doğrular niteliktedir.

Çağımızda, siyasetin yanlı uygulamalarının oluşturduğu, bir başka tehlikeli gidişat daha vardır. Artık orta halliler de, vasıf değiştirmeye başlamışlardır. Orta hallilerin bazıları, zenginlere özenmektedirler. Onlar gibi olmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla zenginler gibi düşünüp, duygusal davranmakta ve kendi menfaatlerinin peşine düşmektedirler. Bu durum, asırlar öncesinde başlayan ve küreselleşme dolayısıyla dünya çapında etkili olan maddeci anlayışın bir sonucudur.

Orta hallilerinin böylesine değişime uğradığı ülkeler için, tehlike çanları çalıyor demektir. Böyle ülkelerde güven sarsılır. Neredeyse, kimse kimseye güvenemez hale gelir. İnsanlar birbirlerine karşı tiyatro oynarlar. Şahısların kurumlara güvenleri çok azalacağı gibi, kurumlar da vatandaşına, çıkarcılar olarak bakar. Dolayısıyla; ne adalete, ne ekonomiye, ne siyasetçi ve yöneticiye, ne asker ve polise güvenin kalmadığı bu ülke kargaşanın, terörün içerisine doğru yuvarlanır. Eğer zenginler, halen işin ciddiyetinin farkına varmazlarsa, bu durumdan kurtulmasının tek ihtimali kalır. O da, orta hallilerin içerisinden mantıklarıyla hareket eden düzgün insanların duruma müdahale etmesi ve menfaati peşinde koşmayanların sayılarının artmasıdır.

Fakirlerin, orta hallilerin ve zenginlerin davranışları ile anlayışları, ülkeden ülkeye farklılık gösterebilir. Bu üç gurubu da etkileyen hususlardan birisi, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, siyasi yöneticilerin tavırlarıdır. Bu gurupların davranışlarına tesir eden bir başka husus, bulundukları coğrafi konumdur. Bir ülkenin vatandaşları, kendilerini çevreleyen komşu ülkelerin insanlarının anlayışlarından etkilenirler. Bu etkilenmenin az veya çok olması, ülkeler arasındaki ekonomik ve kültürel ilişkilerin oranına bağlıdır. Coğrafi konumdan etkilenmesi çok az olan ve istisna olarak görülebilecek bir halk, İsrail Devletinin vatandaşlarıdır. Çünkü onlar, dünyanın çeşitli bölgelerinden özel bir amaçla yola çıkıp, bu bölgeye gelmişlerdir. İrtibatlarını, coğrafi çevreleriyle değil, geldikleri bölgelerle ve sadece kendileriyle yapmışlardır. Ayrıca çevrelerindeki ülkeleri düşman olarak tanımladıkları için, kendi içlerine kapanmışlardır.

İnsanların bu guruplardan hangisinin içerisinde olacağını, yani gelir durumunu belirleyen etkenlerden birisi de, doğduğu ülkenin şartlarıdır. Yapılan araştırmalara göre, insanların gelirlerinin miktarının %60’ı, o şahsın doğduğu ülkenin şartlarına bağlı imiş. Benzer şekilde kişinin gelir durumu da –bu hususta net bir istatistik bulamamama rağmen- önemli ölçüde içerisinde doğduğu ailesinin konumuna bağlı olduğu inancındayım.

Bir ülkedeki, bu üç gurubun mensuplarının davranışlarını etkileyen bir diğer husus, aralarındaki maddi farkın miktarı ve oranıdır. Aralarındaki zenginlik farkı azaldıkça, davranışları birbirine benzeşmeye yönelir. Fark arttıkça, hem menfaatini düşünenler çoğalır, hem de aralarındaki düşmanlık tehlikeli boyutlara doğru büyür.

Bir ülkedeki, fakirlerin, orta hallilerin ve zenginlerin davranışları, bulundukları ortama göre değişim gösterir. Bilindiği gibi zenginlerin, kendileri gibi varlıklılarla aralarında yaptıkları işlerdeki uygulamaları farklıdır, kendileri dışındakilere davranışları ve bakışları farklıdır. Bu tavır değişkenliği, diğer guruplar için de geçerlidir.

Bu gurupları daha iyi tanımlamak için, hayatın içerisinden örnekleyerek, mavi yakalılar, beyaz yakalılar ve patronlarla üst yöneticiler olarak tanımlarsak, esasa müteallik bir hata yapmamış oluruz. Çevremizde, her üç guruptan da insanlar vardır. Bunların davranışlarını dikkatlice incelersek, mavi yakalıların kendi aralarında, beyaz yakalıların kendi aralarında, patronların da yine kendi aralarında daha samimi olduklarını müşahede ederiz. Fakat bir guruptaki insanın diğer guruptaki biriyle olan tavrına bakarsak, çoğunluğunun birbirlerine tiyatro oynadıklarını görürüz.

İşte bu üç gurubun insanlarının, birbirleriyle ilişkilerinde sergiledikleri tiyatro ne kadar gerçeklikten uzaklaşırsa, o ülkenin geleceğine karamsar bakılması aynı oranda artar. Bu gurupların birbirlerine karşı davranışlarındaki farklılıktan, en çok faydalanan zenginler olurlar. Öyle ki, zenginlerin, yani patronların ve siyasetteki üst yöneticilerin, diğer guruplara karşı söylemleri ile yaptıkları uygulamalar arasındaki fark arttıkça, zenginlikleri ve makamları artmaktadır.

Yazımızın başlarında da belirtiğimiz gibi, bizim yaptığımız bir genellemedir. Bu üç guruba mensup insanların içerisinde, yapılan genellemeden farklı anlayıştaki insanlar mevcuttur. Bu farklı anlayıştakilerin davranışları, birbirlerine düşmanca bir tavırda olmadığı gibi, çıkarlarını düşünmeden insanlığa örnek olacak şekilde, birbirlerine benzer niteliktedir.

Zaten bizim, bu yazıda dikkat çekmek istediğimiz husus da, bu durumdur. Amacımız, bu gurupların mensuplarının bazılarının sergilediği, böylesine güzellikteki benzer davranışların ve anlayışların, ulviyetini gözler önüne sermektir. Gurupların anlayışları arasındaki benzeşme arttıkça, insanlar menfaatlerine göre değil, insanlığın gereklerine göre davranışları artacaktır. Dolayısıyla, o ülkedeki huzur artacaktır. Huzurlu ülke sayısı arttıkça, dünyadaki huzur da artacaktır. Dolayısıyla insanlık, huzura doğru emin adımlarla yol alacaktır.

Genel kategorisine gönderildi | FAKİRLER, ORTA HALLİLER, ZENGİNLER için yorumlar kapalı

DEMOKRASİ, MİLLİ BAĞIMSIZLIK VE SERBEST KÜRESELLEŞME

DEMOKRASİ, MİLLİ BAĞIMSIZLIK VE SERBEST KÜRESELLEŞME

 

Demokrasi sisteminin amacı (uygulama farklı da olsa), insanlar arasındaki eşitsizliği azaltarak istikrarı sağlamak olarak tanımlanabilir.

Serbest küreselleşmenin ilk savunucuları, küreselleşmenin dünya üzerindeki zenginliği artıracağını ifade etmişlerdir. Gerçekten de tek yönlü uygulanan serbest küreselleşmenin dünyayı getirdiği nokta, zenginlerin gelirlerini artırmıştır. Ama fakirlerin gelirlerindeki artış, zenginlere oranla çok daha düşük olmuştur. Böylece fakir ve zengin arasındaki varlık farkı devamlı açılmıştır.

Görüldüğü gibi, demokrasinin amacı ile serbest küreselleşmenin amacı arasında çelişki vardır. Bazı ülkelerde uygulanan demokrasi sisteminin zenginlerin lehine olması, amaçlardaki çelişkiyi yok saymamızı sağlamaz.

Milli bağımsızlık kavramından beklenilen, diğer ülkelere ve onların yatırımlarına bağlı kalmadan, kendi kendine yeten bir sistem oluşturmaktır. Bu amaca ulaşmak isteyen bir ülke, amacını sadece bu hedefe kilitlemelidir. Dolayısıyla, ülke içerisindeki istikrarın bozulması veya eşitsizliğin artması, ikinci derecede öneme haizdir. Bu haliyle milli bağımsızlık isteği, hem demokrasi ile hem de serbest küreselleşme ile çelişir.

Benzer şekilde, serbest küreselleşme anlayışı da, hem demokrasi ile hem de milli bağımsızlık ile çelişmektedir. Küreselleşme anlayışını temsil eden sermayenin çok büyük bir bölümü, ülkeleri, “bir gecede sermayelerini yurt dışına çıkarmakla” tehdit eder. Ne zaman bir ülkenin yönetimi, sermayenin istemediği bir şekilde karar alırsa, bu tehditle karşılaşır. Yöneticilerin aldığı kararlar, ister vergi konusunda ister teşvik hususunda olsun, sermayenin menfaatine olmazsa derhal itiraz ederler. Hattâ üretim ve pazarlama konularındaki kararları da beğenmezlerse, tehditlerini yinelerler. Giderek daha çok konuya müdahale etmeye çalışırlar. Dolayısıyla yatıkları bu tehditler, hem demokrasiye hem de milli bağımsızlığa yapılmış olur ve bu iki anlayışı işlemez hale getirir.

Burada akla gelecek bir soru, ülkelerinde demokrasi olduğuna inanan insanların, serbest küreselleşmeye niçin olumlu baktıklarıdır. Hattâ milli bağımsızlıklarını savunan bazı insanların, serbest küreselleşmeyi reddetmemelerinin sebepleri de sorulabilir.

Bu sorulara daha gerçekçi cevap verebilmek için, konuya çeşitli açılardan yaklaşmaya çalışacağız

Bilindiği gibi, ülkelerin zenginleri, diğer ülkelerin zenginleriyle ticaret yaparlar. Gerek pazarlama, gerekse üretim konularında ortak işler yürütürler. Çünkü aynı amacı taşırlar. Hemen hepsinin gayesi, kendi kazançlarını artırmaktır. Sermayenin, mensubu oldukları veya yatırım yaptıkları ülkelerin kazancını artırma istekleri, ikinci hattâ üçüncü derecede öneme sahiptir. Zenginlerin, kârlarını artırabilmek için, birbirlerine ihtiyaçları vardır. Nitekim bir ülkenin zengininin, bir başka ülkenin yoksul insanıyla ortak şirketler kurması veya birlikte yatırım yapması düşünülemez. Aynı ülke içerisinde bile böyle bir durum gerçekleşmez. Sadece bilgi sahibi fakir bir insanın patentine ihtiyaç duyan zengin bir kişi birlikte çalışabilirler.

Takdir edileceği gibi, bir ülkede demokrasi anlayışının yerleşmesi, halkın, fert olarak demokrat davranışları bizzat kendi hayatında sergilemesiyle doğru orantılıdır. Evinde, işinde veya sosyal faaliyetlerinde demokrat olmayan fertlerin çoğunluğu oluşturduğu ülkelerdeki demokrasi şeklen mevcuttur. Bu şekilde şeklen demokrasinin olduğu ülkelerde, zenginler, istedikleri takdirde, halkın gönlünü daha kolay kazanırlar. Her türlü yöntemi kullanarak elde ettikleri haksız kazançlarını, aklayabilirler. Hak etmeden sahip oldukları varlıklarının çok önemsiz bir bölümünü halka dağıtarak, “fakir babası” unvanını bile alabilirler. Sultanlıkla yani gerçek anlamda krallıkla yönetilen ülkelerdeki zenginlerin işi, bu açıdan, çok daha kolaydır.

Demokrasi anlayışının halk tarafından içselleştirildiği ülkelerde, helal yollarla değil haksız kazanç peşinde olan zenginlerin işleri, biraz daha zordur. Diğer ülkelerdekilere göre, daha ince taktikler izlemeleri gerekir. Öncelikle, küreselleşmenin faydaları, halkı ikna edecek şekilde, hem abartılarak hem de bazı bilgileri istedikleri gibi değiştirmek suretiyle anlatılır. Küreselleşmenin, istihdamı artıracağı vurgulanır. Yatırımların çoğalacağı, piyasadaki malların bollaşacağı anlatılır.

Halkın bu anlatılanlara inanmaları için, bazı geçerli gibi görünen sebepler vardır. Çünkü insanların genellikle zeki ve kabiliyetlilerden oluşan bir kısmı (çok az sayıda da olsalar), başka ülkelere giderek oralarda iş bulabilmektedir. İnsanların bir kısmı, ülkelerine gelen yabancı firmaların kurdukları ve az sayıda olan, pazarlama şirketlerinde veya fabrikalarda çalışma imkânı bulmaktadır. İnsanların bir kısmı, ülkelerine gelen turistlerin yaptıkları harcamalardan, az da olsa, pay almaktadır.

Bütün bunların sonucunda halkın içerisinden, küreselleşmenin faydalı olduğuna inananların sayıları giderek artar. Serbest küreselleşmenin faydalı olduğunu düşünmeyen insanların bir bölümü ise, milli bağımsızlık ve gerçek demokrasi için, küreselleşmenin kendilerine başka şans tanımadığına inanır hale gelir. Dolayısıyla, bu gelişmelerin, çağın ve hayatın tabii akışı olduğu kanaati oluşur.

Eğer zenginler, halkı serbest küreselleşmeye ikna etmek istiyorlarsa, halkla aynı ortamlarda yaşamamaları gerekir. Takdir edileceği gibi, komşumuz bize göre çok zengin ise, göze batar. Eğer zenginlerin evi, arabası gibi varlıkları bizimki ile mukayese edilemeyecek kadar lüks ise, o zenginlere düşman oluruz.

Bu sebeple, serbest küreselleşme anlayışı genişledikçe, zenginler yaşadıkları ortamları değiştirmeye başladılar. Fakirler ve orta hallilerden uzak, yani gözden ırak mekânlarda yaşamaya başladılar. Halk onların bazılarını sadece, televizyonlarda ve basında görür oldu. Televizyon kanalları ve basın organlarının sahiplerinin çoğu zaten zenginlerdir. Dolayısıyla kendilerini halka şirin gösterecek her türlü vasıtaya sahiptirler. Onların yardımsever ve hattâ doğasever davranışlarını seyreden halkın zenginlere düşman olma ihtimali çok azalır.

Kendimizin bir köyde veya küçük bir kasabada yaşadığımızı düşünelim. Çevremizdeki insanların yaşam şartları birbirine yakındır. Komşumuzun, bir akrabamızın ve hattâ kasabanın bize uzak bir yerindeki bir insanın, giyeceği gösterişli bir elbise bile, dikkatimizi çeker. Bu şahıs, evini ve arabasını güzelleştirirse, bu defa herkesin dikkatini üzerinde toplar. Kıskançlıkla birlikte düşmanlık duygumuz oluşmaya başlar.

Hâlbuki zenginler ayrı ve gözden ırak mekânlarda, orta halliler ile yoksullar da ayrı ortamlarda kendi aralarında yaşarlarsa, toplumdaki eşitsizliği yeterince fark edemeyiz. Zenginler arasında bazen olabilecek çatışmanın bir sonucu olarak, televizyon ve basında bir kısım zenginlerin aleyhine yayınlar görürüz. Çok seyrek de olsa, izleyebildiğimiz bazı gaddar zenginlerin varlığı bile, bizim yaşantımızı doğrudan etkilemediği için, önemsemeyiz.  Dolayısıyla, durumu kanıksarız ve mevcut eşitsizliği gerçeğinden çok daha küçük olarak algılarız.

Bazı zenginlerin ve onlarla birlikte hareket eden siyasilerin, halkı ikna etmek için sahip oldukları araçlar ve maddi kaynaklar her geçen gün artmaktadır. Bu artıştan pay kapmak isteyen, dolayısıyla, onlara hinlik yollarını gösterecek bilgiye sahip avukatların ve finansçıların sayıları da artmaktadır. Bunların, gerçekleri ustalıkla karartmaları, serbest küreselleşmeye itiraz edilmesini fikren zorlaşmaktadır.

Günümüzde, hiçbir ülke, “bizim milli bağımsızlığımız var” düşüncesiyle insan onuruna ve insan haklarına aykırı davranma hakkına sahip olamamalıdır. Küreselleşme de geri döndürülmemelidir. Ancak, küreselleşme ve demokrasi anlayışları, olması gereken mecralarına döndürülmelidir. Her ikisi de, insanlar ve ülkeler arasındaki eşitsizliği azaltarak, insanlığın huzurunu ve istikrarını oluşturma hedefine yöneltilmelidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | DEMOKRASİ, MİLLİ BAĞIMSIZLIK VE SERBEST KÜRESELLEŞME için yorumlar kapalı

EĞİTİM SEVİYESİ İLE GELİRLER ARASINDAKİ BAĞLANTI

EĞİTİM SEVİYESİ İLE GELİRLER ARASINDAKİ BAĞLANTI

 

Eğitim gören insanlara neden eğitim seviyelerini artırmaya çalıştıklarını sorduğumuzda, büyük çoğunluğunun verdiği cevap “geleceğimi maddi gelir açısından garantiye almak” olmaktadır. Tarihe baktığımızda genel anlamda doğru sonuçları olan bir cevaptır. Bu anlayıştan farklı bir bakış açısı, Kayseri bölgesinde anlatılır. Derler ki, Kayserili çocuğunu küçük yaşta başkasının yanına çırak verirmiş. Bakarmış, eğer hem ezilmesine itiraz etmiyor hem de ticarete yatkın ise, bir süre sonra kendi yanına alır yetiştirirmiş. Eğer ticarete yatkın değilse, onu, “bari okusun da bir işe girsin, günlük maişetini kazansın” diye eğitim görmesi için okula gönderirmiş.

Günümüzde ise Kayserilinin de hesabı tutmamaktadır. İşsizlik en çok gençlerde görülmektedir. İşsiz gençlerin içerisinde ise, eğitim görmüşler en kalabalık gurup olmaya başlamıştır. Bu durum dünya genelinde aynıdır. Lise mezunu insanların ortalama gelirleri, hemen bütün kalkınmış ülkelerde düşmüştür. Bu düşüş, son 30 yılda daha da hızlanmıştır.

Bu durumun çeşitli sebepleri vardır. Bir tanesi, bazı üniversite mezunlarının, lise mezunlarının işlerine talip olmalarıdır. Bir diğeri, işlerini üniversite mezunlarına kaptıran liselilerin çoğunluğunun, kendilerinden daha az eğitim görmüş kişilerin yaptıkları işleri beğenmeyerek talip olmamalarıdır. Diğer taraftan liseliler, çalışma şartları daha rahat olabilen teknik işlerde çalışacak bilgi ve beceri seviyesine sahip olmadıklarından, öyle kadrolara da talip olamamaktadır.

Eğitim görmüş kişilerin gelirlerindeki düşüş, sadece liselilerde görülmeyip üniversite mezunlarında da gözlenmektedir. Aynı oranda olmasa bile, üniversitelilerin de gelirleri düşmektedir. Bilhassa son 10 yılda bu düşüş hızlanmıştır. Gerçeği aileler yaşamaktadır. Fakat enflasyondan arındırılmış haliyle, üniversitelilerin gelirlerinin ortalaması incelendiğinde, bu düşüşü her araştırmacı görebilmektedir. Bu düşüş ABD’de daha az gibi görünmesine rağmen, orada da, onda bir oranında gerileme vardır. Aslında ortalama ücretlerdeki gerçek düşüş oranı ABD’de de daha fazladır. Rakamın daha az görünmesinin önemli bir sebebi, ülkeye dışarıdan gelen kapasiteli üniversite mezunlarının varlığıdır. Beyin göçü denilen bu hadise, en çok ABD de olmaktadır. Ama diğer maddeten kalkınmış ülkeler için de geçerlidir.

İşin ilginç tarafı yapılan hesaplamaların yöntemi bizce hatalıdır. Çünkü hesaplamalar, sadece çalışan insanların kazançları üzerinden yapılmaktadır. İş bulamayan kişiler hesaba katılmamıştır. Bilindiği gibi, bütün ülkelerde, lise mezunu gençlerdeki işsizlik oranı, genel oranın iki katından çok fazladır. Üniversite mezunlarındaki işsizlik oranı da, genel oranın iki katına yaklaşmıştır. Dolayısıyla eğitim görmüş işsizlerin olmayan kazançları da hesaba katıldığında, yani işte çalışanların kazançları, işsizlere de paylaştırıldığında, durumun daha vahim olduğu anlaşılmaktadır. Bilhassa maddeten kalkınmış ülkelerde, su tesisatı tamircileri, elektrik tesisatı tamircileri gibi insanlar, eğitim görmüş insanlara göre çok daha fazla gelir elde etmektedirler.

Görüldüğü gibi, insanları okutmak, artık onların gelirlerini artırmamaktadır. Bu gençler okudukları süre içerisinde katma değer üretecek herhangi bir iş yapmamaktadırlar. Bu insanları okutmak için paralar harcanmaktadır. Ailelerinin imkânı olmayanlar burs alarak borçlanmaktadır. Konunun bu yüzünü de dikkate aldığımızda, durumun ciddiyetinin daha iyi kavranması beklenilir. Ancak geçmişteki ekonomik buhranlardan ders almayanların, bu durumdan ders almalarını beklemek biraz hayalperestlik olmaktadır. Sanki 2008 deki buhranı tetikleyen mortgage olaylarının benzeri, eğitim burslarında yaşanmadıkça, ders alınmayacak gibi görülmektedir.

Eğitim görmüş insanların gelirlerindeki düşüşün bir başka sebebi, mevcut ekonomik sistemin kendisidir. Günümüzdeki haliyle, kapitalist sistemde artık değeri üreten bilgi değildir, sermayedir. Bazı uç örneklerin varlığı, genel durumdaki bu gerçeği değiştirmez. Bilgili insanların, sermaye desteği olmadan bilgilerini uygulamaya geçirmeleri ihtimali çok düşüktür. Hattâ, araştırmalarını bile doğru dürüst yapabilmeleri ihtimali bile çok zayıftır. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz Kayserililerin anlayışı burada devreye girmektedir. Yani okuyan insanların çoğunluğu zaten, hayat mücadelesinde başarılı olma ihtimali daha az insanlardan oluşmaktadır. Bu yapıdaki, en azından riske girmekte zorlanan bu insanların sermaye desteği olmadan başarmaları ihtimali çok küçüktür.

Eğitim görmüş insanların içerisinde de gelir açısından farklılık vardır. Aynı eğitimi görmüş insanların içerisinden bayanlar, erkeklere göre daha az ortalama gelire sahiptirler. Bilhassa aynı dönem baz alındığında bu durum daha net görülür.

Okumuş insanların gelirlerinin tamamı, doğrudan çalışmayla elde edilmemektedir. Bu gelirlerin bir bölümü, maaşlarının dışında elde ettikleri sair gelirlerdir. Bunlar borsa ve faiz gibi gelirlerdir. Bu ek gelirler, okumuş insanların ortalama gelirlerinin daha yüksek gibi görülmesine neden olmaktadır.

Böyle gelirler de olmasa orta halliler ile ikinci derecede zenginler arasındaki fark, daha da açılacaktır. Ancak, karşılaşılacak bir ekonomik buhranda, ilk düşüşler borsada yaşanmaktadır. Bu sebeple eğitim görmüş insanların birikimleri bir anda elden çıkmaya başlamaktadır.

Bütün bunlar, orta vadede, okumuşlar ile sermayedarların gelirleri arasındaki farkın açılmasına sebep olmaktadır. İlk bakışta bazı zenginlerin de, ekonomik buhrandan zararla çıktıkları için aradaki farkın fazla açılmayacağı düşünülebilir. Ancak farkın açılmasının sebebi, ekonomik buhranlardan sonra, zenginlerin kendilerini daha hızlı toparlama imkânlarının olmasıdır.

Okumuşlarla zenginlerin aralarının açılmasının bir başka nedeni, sağlık konusudur. Ekonomik buhranlar döneminde, maddeten kalkınmış ülkelerdeki eğitimli insanların sağlık harcamaları daha çok artmaktadır. Bazen iflas seviyesine kadar inmektedir.  Bu konuda ABD’de yapılan bir araştırmada, son ekonomik buhrandaki bütün iflasların %62,1rinin sağlık nedenli olduğu görülmüştür. Bunun bir sebebi, buhran dönemlerinde devletin gelirlerinde düşüş yaşanmasıdır. Devlet ilk tedbir olarak, sağlık harcamalarında kısıntıya gitmektedir. Diğer taraftan ise, hasta sayısı artmaktadır. Buhran sırasında işini, borçla aldığı arabasını veya evini kaybeden, dolayısıyla duygusal sıkıntılar yaşayan kişinin hasta olması ihtimali artmaktadır. Buna karşılık, devletin azalan sağlık harcamalarının azalması ters etki yapmaktadır. Ayrıca işsiz kalanların sağlık sigortaları da bir süre sonra kesilmektedir.

Ekonomik buhranların, eğitimli kişi üzerindeki tesirinin bir başka yönü daha vardır. Ekonomik durgunluk dönemlerinde, iş bulmakta zorlanan liseli gençlerin bazıları, çareyi üniversiteye gitmekte görüyorlar. Bu şekilde çözüm bulan gençlerin gittikleri üniversitenin kalitesi genellikle daha düşük oluyor. Dolayısıyla, mezun olduktan sonra bunların iş bulmaları daha zor oluyor.

Ekonomik buhranların vurduğu eğitimli insanlar arasında, 55 yaşını aşmış olanlar daha çok sıkıntı çekmekteler. Bu yaşlardaki insanların yeni bir iş bulmaları için geçen zaman ortalama bir yıl olmaktadır. Hâlbuki bu yaşlar, gençlere göre daha çok paraya ihtiyacın olduğu yaşlardır. Bu yaşlar, ev ve araba gibi konularda borçların olduğu, çocukların eğitimleri için en çok paranın harcandığı yıllardır. Bu sıkıntılara ilaveten, hastalıklara yakalanma riskinin arttığı yıllardır.

Anlaşılan o ki, insanları eğitmek onların gelirlerini beklenilen ölçüde artırmıyor. Bu duruma düşülmesinin birinci müsebbibi, günümüzde uygulanan kapitalist ekonomik sistemdir. Mevcut sistem, insanları birbirine rakip yaptığı için insanlar sermayelerini paylaşmıyorlar. Bilgilerini de paylaşmıyorlar.

İkinci sebebi ise, uygulanan eğitim yöntemidir. Eğitimdeki yanlışlığı vurgulamak için yaşanmış bir olayı aktaralım. Anlatacağımız olay, dünyanın en iyi eğitim veren üniversitelerinin içerisinde her zaman ilk üçe giren Harvard Üniversitesinin, mezuniyet töreni sırasında geçer. Öğrencileri denemek isteyen bir kişi, eline bir pil, tek kablo ve bir lamba alır. Mezun olan öğrencilerin ilk ona girenlerinden başlar sormaya. Onlardan, verdikleri ile lambayı yakmalarını ister. Normal şartlarda lambayı yakmak için iki kablo gerekmektedir. Bu nedenle dereceye girmiş öğrencilerin içerisinden lambayı yakabilen çıkmaz. Sonunda siyah derili bir öğrenci yakmayı başarır. Kablonun bir ucunu pilin bir kutbuna, diğer ucunu lambaya bağlar. Sonra lambanın altını doğrudan pilin öbür kutbuna oturtur. Böylece devre tamamlanır ve lamba yanar. Yapılınca çok basit gibi görülen bu çözüm diğer çok zeki öğrencilerin aklına gelmemiştir. Lambayı tek kablo ile yakmayı başaran öğrenciye yaşadığı hayat sorulur. Öğrenci, Harvard’ın maliyetini karşılayabilmek için bir süre piyasada çalıştığını söyler.

Videoya alınan bu olay bize gösteriyor ki, en iyi üniversitenin en iyi öğrencisi olmak, bilgi açısından bile, hayatta başarılı olmaya yetmiyor. Karşılaştığı yeni bir sorunu çözmekte zorlanıyor. Dolayısıyla sermaye karşısında yeniliyor.

Daha önce eğitim hususunda yazdığımız bir makalemizde ifade etmiştik. En başarılı diye bilinen üniversitelerin bilgisayar bölümlerinden mezun olan zeki öğrenciler, sermayenin kâr hırsının kurbanı oluyorlar. İnternetteki arama motorlarında gezinen insanlara reklamları tıklatabilmenin yollarını araştırtıyorlar. Yine ekonomiyle ilgili bölümlerden mezun olmuş zeki gençlerin çoğu, finans sektöründeki sermayenin emrine giriyorlar. Bilgilerini, borsalarda insanları cezbedecek yeni yöntemler oluşturmak için kullanıyorlar. Böylece kendilerinin oluşturduğu hayali değerleri, insanların satın almalarını sağlıyorlar. Bir ekonomik durgunluk anında, oluşturdukları hayali değerler çöküyor. Onlara inanarak satın alan insanlar kaybediyor, ama onların çoğu kazanmaya devam ediyor.

Hâlbuki eğitim görmüş zeki insanların yapması gereken şey, başta eğitim görmüşler olmak üzere, diğer insanların kazançlarını ve huzurlarını artırmaya çalışmak olmalıdır. Geçmişteki bunun güzel örnekleri vardır. Nitekim yine bir makalemizde verdiğimiz bir rakam, bir araştırmadan sonuç alınması durumunda, araştırmayı yapanlar 1 birim kazanırlarsa, toplum ortalama 5 birim kazanmaktadır.

Fakat dünyada uygulanan ekonomik sistem, giderek insanları bencilleştirdiğinden, eğitimli zeki insanlar bu görevi yerine getirmeyi pek düşünmez olmuşlardır. Bunun sonucunda eğitimlilerin ortalama gelirleri düşmektedir. Sistem böyle devam ederse, düşmeye devam etmesi kaçınılmazdır.

 Eğer, eğitim görmek insanların gelirlerini artırmak bir yana, yarısının işsiz kalmalarına vesile oluyorsa, bu gençler ileride toplumun ve dünyanın huzurunu nasıl etkilerler?

YAŞAM kategorisine gönderildi | EĞİTİM SEVİYESİ İLE GELİRLER ARASINDAKİ BAĞLANTI için yorumlar kapalı

DEVLET, MİLLET VE FERT ARASINDAKİ DENGE ÜZERİNE

DEVLET, MİLLET VE FERT ARASINDAKİ DENGE ÜZERİNE

 

İnsanların kurduğu bir kurum olan devletin amacı, insanların aralarındaki sosyal düzeni sağlayarak, huzurlu bir ortam oluşturmaktır. Eğer, insanlar yaratılışta aynı yapıda olsalardı, böyle bir kurum oluşturulamazdı. Sosyal düzen kurulamazdı.

İnsanların böyle bir kurumu oluşturabilmesi ve sürdürebilmesi imkânını veren tek amil, insanların yaratılışından gelen farklı özelliklerdir. Yüce Yaradan, bu konuyu Zuhruf Suresinin 32inci ayetinde açıklıyor: “…  Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye biz onların bir kısmını diğerlerinden derecelerle üstün kıldık…”

Demek ki, Allah, insanları farklı özelliklerde yaratmasaydı ve insanların geçimliklerini Yüce Yaradan taksim etmeseydi, biz sosyal bir düzen kuramazdık. İnsanlar birbirlerine iş gördüremezdi.

Diğer taraftan Yüce Yaradan, insanları (ve hayvanları), tek başına değil, toplum içerisinde yaşayacak özelliklerde yaratmış. Ayrıca, Allah, bizleri birbirimizle tanışıp anlaşalım diye kavimlere ayırdığını ifade ediyor. Bize verdiği, toplum içerisinde birlikte yaşama özelliğimize rağmen, dünya hayatımızla ilgili olarak yapacağı imtihanda, insanları tek tek muhatap alacağını belirtmiş. Kur’an’da insanla ilgili yapılan anlatımlarda, insanın zatına ve onun onuruna önem verilmiş.

Dolayısıyla devlet, millet ve ferdin birbirlerine üstünlüğü yoktur. Bu sebeple, aralarında uzlaşma olması şarttır. Bu uzlaşmada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, insan onurunu muhafaza etmek olmalıdır.

Ancak bazı ortamlarda, öncelik sırası değişebilir. Bazen birinin hakları öne çıkabilir. Örneğin, devlet düzeninin tehlikede olduğu dönemlerde, devletin hakları öne çıkabilir. Türklerin Yeniden Diriliş Savaşı sırasında ve savaşın en sıkıntılı günlerinde Atatürk’ün söylediği “söz konusu vatan ise, gerisi teferruattır” sözü ile “Çanakkale’de “ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” emri bu duruma gösterilebilecek bir örnektir. Atatürk’ün bu sözlerinin temelinde, kendileri ölerek, geride kalan büyük çoğunluğun, insan olma onurunu kurtarma amacı vardır. Kendi istekleriyle, ölmeyi veya cefa çekmeyi seçenlerin onurlu davrandıkları düşünülür ve toplum tarafından takdir edilirler.

Osmanlı Devletinde bir dönem görülen, devletin bekası için kardeş katline izin veren kanunların temelinde de, devleti önceleme anlayışı vardır. Bu anlayışa göre, devlet düzeni olmazsa veya ülke zayıflar ve düşman zihniyetli insanlar tarafından işgal edilirse, insanların hayatı perişan olur. Nitekim tarih, bu perişan olmanın örnekleriyle doludur.

İnsanların, devlet kurumunu kurmalarının sebebi, yaşadıkları ortamın ve toplum olarak kendilerinin huzurunu sağlamaktır. Bu açıdan bakılınca, eğitimin ve zenginliğin yaygınlaştırılması kapsamında, milletin hakları öne çıkar. Devlet, insanlar arasında ayrım yapmadan hizmet etmelidir. Eğer bir devlet, eğitim ve öğretimi halka yaymıyorsa, görevini yapmıyor demektir. Eğer aynı devlet, hem eğitimi hem de zenginliği halka yaymıyor, yöneticilere yakın olan belirli guruplarla sınırlı tutuyorsa, o devlet, milletin değil, kralın, sultanın veya bir gurubun devleti demektir. Nitekim tarihte görülen devletlerin büyük çoğunluğu bu yapıdadır. Bu yapılarına rağmen devletlerin çoğu, halkı memnun etmek için gayret sarf etmişlerdir. Memnun etmeyi başaramayanlar, iktidarı, yine aynı halkın içerisinden çıkan başkalarına veya rakip devletlere devretmişlerdir.

Normal şartlardaki günlük hayatta da, ferdin hakları öne çıkar. Burada amaç, insan onurunu korumaktır, Özgürlük ile otorite arasında uzlaşma sağlanırken, hürriyetler daha önemli hale gelir. Çünkü özgürlüğün olmadığı yerde, insan onurunu muhafaza etmek çok zordur.

İslâm bilginleri, insan onurunu muhafaza edebilmenin beş esası olduğunu ifade etmişlerdir. Korunması istenilen beş esas; akıl, can, nesil, din ve mal.

Bu açılardan bakılınca, devlet ile millet, insan onurunu korumak konusunda birlikte sorumludurlar. Elbette insanın kendisi de, onurunu korumakla yükümlüdür. Fakat hem devletin hem de milletin desteği olmadan tek başına koruyamaz. Yukarıda sayılan beş esası, sadece devlet korumaya kalkarsa, başarılı olması ihtimali zayıftır.

İnsanların aklını korumak, önemli bir sorumluluktur. Akıl olmadan, ne devlet düzeni ne de toplum düzeni kurulması mümkün değildir. Nitekim Yüce Yaradan, aklı olmayanları sorumlu saymamakta ve imtihandan muaf tutmaktadır. İnsanın sorumluluğu, aklını nasıl kullandığı hususundadır.

İnsan canını muhafaza etmek büyük öneme sahiptir. Allah, mümin insanların yani, Onun emir yasaklarına uygun yaşayanların, yanlışlık dışında öldürülmesini, bütün insanlığın öldürülmesi ile bir tutacak kadar, insanın canını mühimsemektedir. Ancak, fitnecilerin, hainlik yapanların, nankörlerin, insanların huzurunu bozmayı huy edinen bozguncuların, masum insanları öldürenlerin, Kendisine (Allah’a) karşı mücadele edenlerin canlarını önemsememektedir. Hattâ onların öldürülmelerini istemektedir. Demek ki, insanın canı korunurken, başka insanlara zararının boyutunu, toplumun huzurunu ve devletin düzenini öncelemek gerekmektedir.

Diğer üç unsur olan nesil, din ve mal güvenliği hususu, bizim makalemizin konusuyla doğrudan bağlantılı değildir. Başka yazı konusudur. Bu nedenle burada bahsetmeyeceğiz.

Sonuç olarak devlet-millet-fert arasında denge kurulmalı ve uzlaşılmalıdır. Bu denge ve uzlaşma, insanın onurlu bir yaşam sürmesi temeline oturmalıdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | DEVLET, MİLLET VE FERT ARASINDAKİ DENGE ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İSLÂM, İNSANLIKLA İLGİLİ SORULARA AÇIKTIR

İSLÂM, İNSANLIKLA İLGİLİ SORULARA AÇIKTIR

 

Bu sitede yayınladığımız bazı makalelerimizde, Allah’ın dininin tek olduğunu, bunun da İslâm olduğunu ifade etmiştik. İslâm kavramının, Yüce Yaradan’a teslim olmak anlamına geldiğini belirtmiştik.

İslâm’ı temsil eden değişmemiş kaynakların neler olduğu konusunda irdelemeler yapmıştık. Diğer semavi dinlere mensup bazı araştırmacıların kitaplarından örnekler vermiştik. Eski ve Yeni Ahit olarak ifade edilen Tevrat ve İncillerin kendi içlerindeki çelişkilerle ilgili olarak verilen örnekleri yazmıştık. Bu incelemeleri yapan araştırmacıların güvenilir olarak kabul ettikleri tek kaynağın, Kur’an olduğunu vurguladıklarını belirtmiştik.

Şimdi bu konularda doğrudan Kur’an’ın kendisine bakalım. Kur’an, önce muhtevasının Allah’ın sözü olduğunu vurguluyor.

4 Nisa Suresi 82: “…Eğer o, Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.”

52 Tur Suresi 34: “Eğer doğru iseler, onun benzeri bir söz meydana getirsinler.”

10 Yunus Suresi 37: “Bu Kur’an, Allah’tan başkasına isnat edilecek bir kitap değildir…”

Yukarıdaki ayetlerde Kur’an, insanları, ayetlerde çelişki aramaya davet ediyor. Onlardan, kendi delillerini getirmelerini bekliyor.

40 Mümin Suresi 56: “Allah’ın ayetleri hakkında kendilerine gelmiş bir delilleri olmadan tartışanlar var ya…”

Görüldüğü gibi Kur’an, kendisine eleştiriler yapılmasını beklerken bunların mantıklı olmasını istiyor. Burada kendimize soralım, kim kendi sözlerinde çelişki bulmaları ve kendisini eleştirmeleri için insanları davet edebilir.

Kur’an, bir başka açıdan da meydan okuyor. Yüce Yaradan, Enam Suresi 38 ve 114üncü ayetlerde, Kur’an’da hiçbir şeyi eksik bırakmadığını, her şeyi ayrıntılarıyla verdiğini ifade ediyor. Demek ki, Kur’an’ı dikkatlice incelersek, her soruya bir cevabının olduğunu göreceğiz. Her soruya cevabı, ancak, evrensel ve zamanlar üstü olan verebilir. Bu hususu önceki yazımızda ele almıştık.

7 Araf Suresi 174: “Ve işte biz ayetleri böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz ki, belki dönerler.”

Ayetten anlaşıldığına göre, Yüce yaradan, bizlerin hatadan dönmemiz için hem bizim sorularımıza cevap veriyor, hem de bize yol gösteriyor. Kur’an, kendine güvenip, beni eleştirin derken, biz mantıklı eleştiri getiremiyorsak, hatayı kendimizde aramalıyız. Bununla da kalmayarak, hatamızdan dönmeye gayret etmeliyiz.

Kur’an, sık sık bizi, “hiç düşünmez misiniz?”, “hiç akıl erdirmez misiniz?” diye uyarır. Ama ikaz tarzına bakarsak, yapılan sadece bir uyarı değildir. Yüce Yaradan’ın çevremize serpiştirdiği delillere rağmen, bizim sergilediğimiz umursamaz tavra karşı bir kızgınlık söz konusudur. Bizler, ciddiyetle düşünsek, akıl erdirmeye çabalasak, belki de birçok soruya kendimiz cevap vereceğiz. Bu düşünme ve akıl erdirme işlemini, ayna karşısında kendi gözlerimizin içerisine bakarak yaptığımızda, vereceğimiz cevapların çoğunluğunun, Kur’an’ınkilerle örtüştüğünü göreceğiz.

Demek ki, bizim ihtiyacımız olan tek şey, önce, Yüce Yaradan’ın sözünden daha gerçek ve daha güçlü söz olmayacağını kabul etmektir. Sonrasında, Allah’ın sözlerini iyice anlamaya çalışmaktır. Aklımıza yatmayan hususları sorgulamaktır.

Eğer böyle yaparak Kur’an’ı içselleştirirsek, hem kendi aklımıza takılan sorulara, hem de başkalarının soracağı sorulara, mantıklı ve kabul edilecek cevaplar verebiliriz.

Kur’an, zihinlerimizi açmaya çalışıyor. İnsanlar arasındaki yardımlaşmayı güçlendirmeye gayret ediyor. Adaleti sağlamaya çabalıyor. Bunları yaparak, insanlığı huzurlu bir ortamda yaşatacak bir medeniyet anlayışı hedefiyle, sorgulamaktan çekinmememizi öğütlüyor.

10 Yunus Suresi 5: “… O, bilecek bir kavim için, ayetlerini uzun uzun açıklıyor.”

Şimdi kendimize soralım. Yüce Yaradan, Kur’an’ı ile bizlere böylesine güzel bir şekilde yol gösterirken, biz ne yapmalıyız? Kur’an’ı inkâr etmeye mi çalışmalıyız? Mantıklı bir reddiye yapamıyorsak, Allah’ın gazabına uğramak yerine, geniş rahmetine sığınmak daha akıllıca olmaz mı? Kur’an’daki ayetleri defalarca okuyup üzerinde düşünerek, hayatımıza yön vermeye çabalasak, daha huzurlu olmaz mıyız? Böylece oluşturacağımız güzel örnek insan modeline ilaveten, Kur’an’dan anladıklarımızı, kafamızdaki sorulara bulduğumuz cevapları başkalarıyla paylaşsak, Yüce Yaradan’ın nezdindeki itibarımız artmaz mı?

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂM, İNSANLIKLA İLGİLİ SORULARA AÇIKTIR için yorumlar kapalı

ALLAH’IN DİNİ, EVRENSELDİR VE ZAMANLAR ÜSTÜDÜR

ALLAH’IN DİNİ, EVRENSELDİR VE ZAMANLAR ÜSTÜDÜR

 

Bu sitede yayınladığımız “Dinimizi Değiştirmeyi Değil, İlk Kaynaklarından Beslenmesini Hedeflemeliyiz” ve “Allah’ın Tek Dini, Allah’ın Emir ve Yasaklarına Uymaktır” başlıklı yazılarımızda, Yüce Yaradan’ın, insanları birbirlerine düşürecek şekilde farklı dinleri göndermesinin, ilâhlıkla bağdaşmayacağını ifade ederek, Kur’an’dan örnekler vermiştik.

Semavi dinlerin hepsinin özünün İslâm olduğunu, İslâm’ın anlamının da Allah’a teslim olmak olduğunu ayetlerle ortaya koymuştuk. Bu sebeple, günümüzde farklı isimlerle ifade edilen semavi dinlerin mensuplarının, dinlerini değiştirmeleri değil, Yüce Yaradan’ın, peygamberleri aracılığıyla gönderdiği ilk kaynaklarına dönme gayreti içerisinde olmaları gerektiğini belirtmiştik.

Burada sorulacak bir soru, bir kaynağın ilk kaynak olup olmadığını nasıl anlayacağız şeklinde olabilir. Bir kutsal kitap, insanların sorularına açık olmaz ve onlara cevap veremezse, ilk kaynak değildir.

Kabul edileceği gibi, Yüce Yaradan, ilk peygamberi olan Hz. Âdem’den itibaren, son peygamberi olan Hz. Muhammed’e kadar, aynı esasları aktartıyorsa, gönderdiği mesajlar zamanlar üstüdür demektir.

Bilimin tespit etmeye çalıştığı insanlığın yaşı düşünüldüğünde, gönderilen peygamberlerin sayısının on binlerce olması ihtimali kuvvetlidir. Çünkü eski dönemlerle, günümüzdeki küreselleşmiş dünyayı mukayese edemeyiz. Bundan on bin yıl önceki ulaşım ve iletişim araçlarını düşünelim. Bir bölgeye gelen bir peygamberin, 200 km uzaktaki insanlara mesajını, doğru bir şekilde, nasıl ulaştıracağını hesaplayalım. Günümüzdeki bulgulara dayalı tahminlere göre, insanlığın geçmişinin yetmiş bin yıl civarında olduğunu hesaba katarsak, gönderilen peygamber sayısı hakkında daha gerçekçi fikir yürütebiliriz.

Bütün varlıkları Yüce Yaradan yarattığına ve bütün insanlar Allah’ın kulu olduğuna göre, Allah’ın, peygamberlerini sadece günümüzde Ortadoğu olarak bilinen bölgeye gönderdiğini düşünmek mümkün değildir. Böyle bir iddia, Yüce Yaradan’ın ilâhlık vasfıyla bağdaşmaz. Ayrıca sadece Ortadoğu bölgesindeki insanların yoldan çıktıklarını, dünyanın geri kalan bölgelerindeki halkın ise, hep Allah’ın emir ve yasaklarına uyduğu düşünülemez. Nitekim bilinen belgeli tarihte, Hıristiyanlığın, Ortadoğu dışındaki geniş bölgelere kendiliğinden ve Roma Devletinin ölümüne baskılarına rağmen yayılması, en azından, oralardaki insanların çoğunluğunun da, yoldan çıkmış olduklarını gösterir.

1492 keşifleri öncesinde bilinmeyen Amerika kıtasındaki insanları, Yüce Yaradan’ın da bilmediğini kimse iddia edemez. Kutuplarda yaşayan ve Eskimo dediğimiz, ama bizim eskiden bilmediğimiz insanların, Allah’ın kulları olmadığını kimse söyleyemez. Günümüzde Büyük Okyanusta küçücük adalarda, binlerce yıldır yaşadığı tespit edilen insanlar keşfediliyor. Bu insanların, en azından, 1492 öncesinin teknolojisi ile buralara nasıl geldiklerini, bilim insanları tespit edememişlerdir. Bizim halen bilemediğimiz bu insanlar da, Allah’ın kullarıdır. Kulları arasında ayrım yapması ihtimal dâhilinde olmayan Yüce Yaradan, bunları da rahmetiyle kollamadığını iddia etmek mümkün değildir.

Anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, insanları cennetine kazanabilmek için, dünyanın her bölgesine ve toplamda on binlerce peygamber görevlendirmiştir. Bu durum da gösteriyor ki, Allah’ın emir ve yasakları hem evrenseldir, yani dünyanın her yerinde geçerlidir, hem de zamanlar üstüdür.

Dolayısıyla Allah’ın yolladığı kutsal kitapların ilk halleri, evrenseldir. Bu kitaplardaki emirler de zamanlar üstüdür.

Bu sebeple, Allah’ın görevlendirdiği peygamberlerden birinin yolundan gittiğini iddia eden din insanları, sorulan her soruya makul cevaplar vermeye çalışmalıdır. Sorulara ve soranlara karşı sabırlı olmalıdır. Eğer bir din insanı, bırakın başkasının soracağı soruları, kendi kafasındaki sorulara cevap veremiyorsa, derhal, elindeki kutsal bildiği kitabı bırakmalıdır. Elindeki kitabın aslının nasıl olması gerektiğini düşünerek, ilk kaynak olma vasfını koruyan bir kutsal kitap aramalıdır.

Arayarak ulaştığı bir kitabın, gerçekten ilk kaynak olduğunu anlaması için, o kitap içerisinde çelişkiler olup olmadığını araştırmalıdır. Eğer çelişkiler var ise, öncelikle, elindeki tercümenin doğruluğunu irdelemelidir. Allah’ın her insana ve dolayısıyla ona da verdiği akıl, irade, vicdanı kullanarak ve Yüce Yaradan’ın ilâhlık vasfını daima göz önünde tutarak yaptığı incelemelerinde, elindeki kitabın tercümesinin hatalı olduğunu görürse, doğru tercümesini aramayı sürdürmelidir. Doğrusu olduğunu anladığı kitabı bulduğunda, çevresindeki insanlara da aynı yöntemle araştırma yapmalarını tavsiye etmelidir.

Bunları yapmayarak, elindeki kitaba göre veya kitaptan sadece kendi anladığı şekliyle, dinde yenilik veya reform yapma gibi konulara girmek, yeni bir din oluşturmakla eş anlamlı olur. İnsanların oluşturacakları dinlerin en mükemmelinin bile, evrensel ve zamanlar üstü olması ihtimali yoktur.

Bu incelemeleri yaptıktan sonra, gerçeği insanlardan saklamanın, Yüce Yaradan nezdinde ciddi bir suç olduğunu Kur’an ayetlerinden anlıyoruz. Zaten Kur’an’da bundan bahsedilmesine bile gerek olmadan, gerçeği saklamanın nasıl büyük bir suç olduğunda bütün insanlar hemfikirdir.

Günümüzdeki küreselleşmiş dünyada, hiçbir din insanı, “bu araştırmaları yapma imkânım yok” diyemez. Dolayısıyla araştırmamış olmak, kendini kullar nezdinde kurtarmayacağı gibi, Allah nezdinde de kurtarması ihtimali yoktur. Hiçbir din insanı, “ben böyle biliyordum” deme lüksüne sahip değildir.

Allah’ım, bizlere, Senin gönderdiğin ayetleri ve delilleri anlayabilmemiz için, anlayış ihsan eyle.

Allah’ım, Seni daha iyi anlamak ve anlatmak için ilmimizi artır.

Dini kategorisine gönderildi | ALLAH’IN DİNİ, EVRENSELDİR VE ZAMANLAR ÜSTÜDÜR için yorumlar kapalı

ÜNİVERSİTELER VE TÜCCAR ZİHNİYETLİ FABRİKALAR

ÜNİVERSİTELER VE TÜCCAR ZİHNİYETLİ FABRİKALAR

 

Eskilerde medreseler, sonraları üniversiteler, insanların kalitesini artırmaya çalışan, onlara hayat dersi vermeye çabalayan, topluma rol model olacak önderler yetiştirme peşinde koşan yerler olarak bilinirdi. Fakat giderek bu özelliklerini kaybediyorlar. Bu durumun in önemli göstergesi, mezunlarının arasındaki işsizlik oranının artmasıdır. Demek ki, üniversitelerin önemli bir bölümünün amacı, öğrencilerin kalitelerini artırmak değilmiş. Eğer öyle olsaydı, işsizlik verileri böyle olmazdı. Her ülkede, en çok işsiz kalanlar, üniversiteden yeni mezun olmuş gençler. Mezunlarının, işsizler ordusu oluşturacak kadar çoğaldığı bir ortamda, üniversiteyi bitiren kişilerden hayat mücadelesinde başarılı olmaları beklenemez. Topluma rol model olmaları ise, hiç beklenemez.

Günümüzde, üniversitelerin fabrika olarak görülmeye başlandıklarına dair emareler çoğaldı. Artık, üniversitelerin amacı değişmiş. Üniversiteler, ekonomik verilen peşine düşmeye başlamışlar. Devlet üniversitelerinin büyük çoğunluğunun en önemli hedefi, devletten daha çok maddi destek almak olmuş. Aldıkları paraların nerelere ve nasıl harcandığının sorgulanmaması için hep birlikte mücadele veriyorlar. Özel üniversitelerin de büyük bir bölümü, daha çok, paralı öğrencileri bünyesine katmayı hedeflemiş gibiler. Öğrencilerin ilgisini çekerek üniversitelerini cazip hale getirebilmek için, az sayıda burslu öğrenciyi belli bazı bölümlere alıyorlar. Bu zeki öğrencilere çeşitli imkânlar sunuyorlar. Bu talebelerin mezuniyet sonrasındaki başarılarını abartılı örneklemelerle anlatarak, üniversitelerini başarılı imiş gibi göstermeye çabalıyorlar.

Sonuç olarak kaliteyle değil, sayılarla uğraşıyorlar. Tıpkı tüccar zihniyetli bazı fabrikalar gibi davranıyorlar. Tüccar zihniyetli fabrikaların yöneticilerinin de hedefleri, daha çok üretmek değil, sadece daha çok kâr elde etmek olmuş. Her fabrika kâr etmek ister. Ama tek amaçları kâr olmaz. Tek amaç para kazanmak olunca, üretimlerinin kalitesini artırmak yerine, benzer işi yapan fabrikalarla anlaşarak fiyatları istedikleri gibi ayarlama gayretindeler.  Üniversitelerimizin de büyük çoğunluğu benzer anlayıştalar. Mezun ettikleri öğrencilerin kalitesini artırarak, yeni öğrenciler için cazibe merkezi olmaya çabalamıyorlar. Gençlerin paralarını alabilmek için, bir üniversite bitirmenin toplumda saygınlık kazanmanın yolu olduğunu vurguluyorlar. Ama öğrencilere, onlara saygınlık kazandıracak eğitimi vermiyorlar. Üniversite kurumuna saygınlık kazandırmaya çalışıyorlar. Oysaki üniversite kurumu, mezunlarının kalitesi ve topluma katkılarıyla saygınlık kazanır.

Tek amaçları para kazanmak olan fabrikaların bazısı, üretimlerini artırmadan kârlarını artırmak için, bir başka yöntem daha kullanırlar. Aynı ürünün daha düşük kalitelisini imal ederler. Ama bu üretimi başka isim altında yaparlar. Böylece insanlar hangi ürünü tercih ederlerse etsinler, aynı fabrika yönetimi kazanmış olur.

Üniversitelerin kurucusu olan vakıflar, farklı isim altında başka bir üniversite kurmuyorlar. Ama kalitenin düşmesine aldırmadan, tez ve makale peşine düşüyorlar. Üniversitelerinin diğerlerinden daha değerli olduğunu vurgulamak için, tez yayınlama ve makale yazdırmayı artırmaya çalışıyorlar. Yayınlanan tezlerin, başkalarının kopyası gibi olmasına ses çıkarmıyorlar. Yazılan makalelerin, atıf sayısını önemsemiyorlar.

Devleti yönetenler, daha çok üniversite açmış olmakla övünmek için, farklı isimlerde üniversite açıyorlar. Ama onlar da, üniversitelerin çoğundaki makale ve tezlerin kalitesini önemsemiyorlar. Üniversitelerin sayısını önemsiyorlar.

Üniversiteler, kendi kurumlarındaki öğretim üyelerinin, diğer üniversitelerinkinden daha değerli olduğunu göstermek için, başka üniversitelerin öğretim üyelerinin de katılacağı ve farklı fikirlerin çarpışacağı ortak mesleki toplantılar yapmıyorlar. Bunun yerine, sadece kendi öğretim üyelerinin katılacağı paneller yapıyorlar. Veya farklı fikirlerin tartışılmadığı, aynı konuyu farklı yönlerinden ele alan, tek tip fikirli toplantılarda birlikte oluyorlar.

Üniversiteler, yeni özgün fikirler geliştirenleri değil, tercümeler yapan ve yaptığı az sayıdaki tercümelerinden yararlanıp yeni eserler yazan öğretim üyelerini, daha çok tercih ediyorlar. Bu yapıdaki öğretim üyelerinin çoğunluğu, kendi alanlarındaki tartışmaların yapıldığı yerlere katılmak yerine, ilgisiz konularda ve bilgisi az dinleyicilerin bulunduğu ortamlarda, meydanı boş bulmuşçasına, konuşmaya gayret ediyorlar.

Fabrikalar ve ticarethaneler, sadece kâr gayesinin peşine düştükçe, ürünlerinin, insanların işlerine daha çok yaraması hedefinden uzaklaşırlar. Üniversiteler de, ekonomik verilerin peşine düştükçe, mezun ettikleri insanların topluma faydalı olması hedefinden uzaklaşıyorlar.

Her iki kurumun gidişatı, insanlığın geleceği için tehlike çanlarının çaldığının emaresidir.

Genel kategorisine gönderildi | ÜNİVERSİTELER VE TÜCCAR ZİHNİYETLİ FABRİKALAR için yorumlar kapalı

ALLAH MÜNAFIKLAR İÇİN BİZLERİ UYARIYOR

ALLAH MÜNAFIKLAR İÇİN BİZLERİ UYARIYOR

 

(Not: Bu yazı Haziran 2013’te yayınlanmıştı. Silindiğinden son iki paragraf eklenerek yeniden yayınlıyoruz.)

                Allah, bizlerin münafıkları bilemeyeceğimizi, ancak, Allah’ın, hepsinin bütün yaptıklarından haberdar olduğunu bize müjdeliyor.

            Münafıkları biz tam bilemeyeceğimiz için, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) bu konuda nelere dikkat etmemiz gerektiğini bize şöyle anlatıyor:

            “Dört haslet vardır ki, kimde bu hasletler bulunursa, o kimse halis münafıktır. O dört haslet şunlardır: Kendisine bir şey emanet edildiğinde, ihanet eder. Konuşunca, yalan söyler. Söz verince, sözünde durmaz. Bir konu da taraf olduğunda, haddi aşar, haksızlık yapar, işi düşmanlığa dönüştürür.”

            Bu hasletlere sahip yönetici insanlar, bir süre halkı kandırabilir. Halkın sevgi tezahüratları içerisinde dolaşabilirler. Halkın, kendisinin yaptığını zannettiği işlerle övünebilirler. Hattâ, dindar görünebilirler.

            Ama Allah’ın bir vaadi var. Al-i İmran suresi 188. Ayette Allah: “O ettiklerine sevinen ve yaptıkları işle övülmeyi seven kimseleri de, sakın azaptan azade sanma, hem onlara acı bir azap vardır.” Buyuruyor.

            Nisa Suresi 142. Ayet: “Her zaman münafıklar, Allah’a hile yapmaya çalışırlar. Allah da başlarına geçirir. Namaza kalktıkları vakit de üşene üşene kalkarlar, halka gösteriş yaparlar, yoksa Allah’ı pek az hatıra getirirler.”

          Al-i İmran Suresi 161. Ayet: “……Her kim hıyanet eder; ganimet ve hasılattan bir şey aşırırsa boynuna aldığını kıyamet günü yüklenir getirir…….”

           Münafıkları halk bilemez. Ancak münafık yöneticileri yakından takip edenler, biraz bilebilirler. Eğer onlar da, münafık yöneticiye alet oluyorlarsa, aynı konuma kendileri de düşerler.

          Allah Tevbe Suresi 84. Ayette münafıklar için peygamberimize (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ve içlerinden ölen birinin asla namazını kılma ve kabrinin üzerinde durma…..”

          Münafıklar, kendilerini iyi bilirler. Onlar eğer, seçimle işbaşına geldikleri bir ülkede veya yönetici olarak tayin edildikleri yerlerde yahut da sıradan bir konumda iken, söylemleriyle insanları kandırdıklarını ve susturduklarını düşünürlerse, yanılırlar. Çünkü Allah, her düşündüklerini ve her yaptıklarını bilir. Dolayısıyla, münafıklar Kur’an’a bakarlarsa, ahiretten önce bu dünyada başlarına neler gelebileceğini daha iyi hesap edebilirler. Ahirette başlarına geleceklerin ise, çok daha azap verici olduğunu da iyi bilirler.

          Allah, münafıklar konusunda çeşitli ayetlerle uyardığı peygamberine, şu emri veriyor. Tövbe Suresi 73: “Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Onlara karşı katı ol. Onların varacakları yer cehennemdir ve orası ne kötü bir yerdir.”

          Umulur ki, münafıklar düşünürler ve Allah’ın huzuruna gitmeden hatalarından dönerek salih amel işlemeye başlarlar. Böylece Allah’ın rahmetine ulaşırlar.

          Seçim, her insanın kendisinindir. Unutmayalım ki, Allah’ın huzuruna ne zaman gideceğimiz bizce belli değildir.

KUR'AN ÜZERİNE, Sosyal kategorisine gönderildi | ALLAH MÜNAFIKLAR İÇİN BİZLERİ UYARIYOR için yorumlar kapalı

İYİ İNSANLARIN DAHA KISA YAŞADIKLARI İNANCI ÜZERİNE

İYİ İNSANLARIN DAHA KISA YAŞADIKLARI İNANCI ÜZERİNE

 

Başlıktaki konu üzerinde, dünyanın her bölgesindeki halkın inanışı aynıdır. İnsanlar, iyilerin erken vefat ettiklerine, kötülerin ise daha uzun yaşadıklarına inanırlar. Bu hususta yapılmış bir istatistik olduğunu zannetmiyorum. Ama bu inanış, gerçekle örtüşüyor olabilir.

Ancak yanlış olan şey, bu inanıştakilerin konuyla ilgili olarak sahip oldukları duygularıdır. Onlar, iyilerin daha erken ölmelerinin, kötü bir şey olduğunu düşünüyorlar. Kötülerin daha uzun yaşamalarını ise, kötülerin taltif edilmesi olarak görüyorlar.

Eğer ahiret hayatı olmasaydı, bu düşünce doğru olarak kabul edilebilirdi. Bu durumda, zaten iyi insanlar, genellikle daha çok maddi sıkıntı çeken kişiler olduğundan, kimse iyi olmak istemeyebilirdi. Hem sıkıntılı bir ömür geçirmeyi, hem de daha az yaşamayı kim arzu eder?

Bilinen ve belgeli tarih boyunca etkili olmuş her inanış, bir hesap yerinin olduğu üzerinde durur. Semavi olmayan inanışlarda da, aynı inanç vardır. Kâinatta hiçbir şey tesadüfen olmamaktadır. Her şeyin bir sahibi vardır. İnsanlar, başıboş bırakılamayacak kadar nefsani varlıklardır. İnsanlara verilen özgürlüğün bir bedeli vardır. İnsanlar iyi olursa, bu bedel iyi yönde olacaktır. İnsanlar kötülüğü tercih ederlerse, bu bedel azap şeklinde olacaktır.

Yüce Yaradan kutsal kitaplarında, ahiret hayatının ebedi olduğunu vurgular. Ahiret yaşamı yanında dünyadaki ömrün süresi, “şehirlerarası yolda bir yolağzı” gibi diye tanımlanır. Bazen dünyada geçirdiğimiz sürenin, ahiret hayatının yanında “bir göz açıp kapama” kadar olduğu vurgulanır.

Allah’ın, bize dolaylı olarak aktardığı bu bilgilere iman eden bir insan için, asıl hayat ahirette yaşanacaktır. Bu dünya imtihan yeridir. İmtihanın süresi ise, dünyadaki bütün ömür boyuncadır.

Şimdi bu inançtaki iyi bir insan açısından konuyu irdelemeye çalışalım. İyi bir insan, eğer, Yüce Yaradan tarafından daha az yaşatılıyorsa, bu durum o kişi için sevindirici bir haldir. Çünkü ebedi olan ahiret hayatında, cennet ile taltif edilerek, rahat bir yaşam sürme ihtimali çok kuvvetlidir. Dünyada biraz fazla yaşayan, ama cehenneme gidecek kadar kötü olan bir insan ile karşılaştırıldığında, bulunmaz bir nimete ulaşmış demektir.

İyi insan daha uzun yaşasaydı ne fark ederdi diye düşünelim. Bir kere, imtihanı devam edecektir. Her insan nefis taşıdığına göre, her insan için, her an, bu sınavda başarısız olma ihtimali vardır. Bu dünyada kaldığı süre uzadıkça, insanın hata yapma riski de artacaktır. Dolayısıyla erken vefat ettiği zaman cennete gidecek olan aynı şahıs, belki de cehenneme gidecektir.

İşte bazen, Yüce Yaradan, korumak istediği iyi kullarını yanına daha önce alır. Böylece, onun hem cehenneme gitmesine razı olmamış, hem de dünyada sıkıntı çekmesini önlemiş olur.

Allah, bazen, iyi insanları korumak için, kötülerin ölüm emrini daha önce verir. Bazen de, iyileri korumak için onların başlarına sıkıntılar açar. Bu hususlarda, Kur’an’da anlatılan yaşanmış olaylar vardır. Hz. Musa ile Allah tarafından kendisine ilim verilen kişinin -ki bu şahsın Hızır olduğuna inananlar çoktur- birlikte yolculuğu sırasında yaşananlar bize örnektir. Hızır denilen bu şahıs, yolculuk sırasında, atını sulamakta olan bir genci, makul bir sebep yokken öldürür. Böylece, aslında haylaz ve kötü düşünceli olan o gencin, çok düzgün olan anne ve babasına gelecekte kötülük yapmasını engeller. Birlikte yolculuk yaptıkları bu veli, bindikleri ve fakir insanlara ait olan gemiyi yaralar. Böylece, onların gemisine kralın el koymasını önler.

Demek oluyor ki, görünüşe göre karar vermek yanlıştır. Bizler için neyin hayırlı neyin hayırsız olduğunu biz bilemeyiz. Sadece Allah bilir. Dolayısıyla iyi insanlar, Allah’a kendilerini teslim ederler ve Ondan, kendilerini güzelliklere ulaştırmasını niyaz ederler. Bu güzellik, bu dünyadaki güzellik olmayabilir.

İnsanların, toplumların ve insanlığın ömrünü kısaltmak veya uzatmak Allah’ın yetkisindedir. Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak hiçbir canlı, Allah izin vermedikçe ölemez. Bitkisel hayatta yaşar ama ölemez.

Allah bir kulunun ölmesini istemediğinde ise, bütün dünya onun üzerine gelse, yine o kulunu öldüremez. Allah bir kulunun ölmesini murad ederse, hiçbir güç onu engelleyemez. Uyur, uyanamaz. Bir damla su boğazına kaçar ve ölür. Otururken kalpten ölür vs.

Dikkatli gözle inceleyenler için tarih bu durumların örnekleriyle doludur. Tarihi bilemeyenler için, kendi hayatlarını dikkatlice incelemeleri yeterlidir. Her insanın hayatında böyle örnekler vardır.

Allah’ım, insanların, Seni ve ordularını yenemeyeceklerini anlamaları için, onlara anlayış ihsan eyle. Onların, hatalarından dönerek, Senin yoluna girebilmeleri için irade gücü ver.

Senin her şeye gücün yeter.

Sosyal kategorisine gönderildi | İYİ İNSANLARIN DAHA KISA YAŞADIKLARI İNANCI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BATI ANLAYIŞI ÜZERİNE

BATI ANLAYIŞI ÜZERİNE

 

Batı terimi ile kastedilen, coğrafi bir yöre ve oradaki genel anlayış değildir. Bizim tanımımıza göre Batı anlayışı, kendi anlayışını karşı tarafa zorla kabul ettirme çabasıdır. Bu zaviyeden bakılınca, Batı terimi, Roma İmparatorluğunun yönetim anlayışıyla benzeşir. Aynı şekilde, coğrafi olarak Batı Avrupalıların, keşifler sonrasındaki dönemlerde sergiledikleri davranışlarıyla örtüşmektedir. Müslüman Emevi sülalesinin yöneticilerinin davranışları bu tanımın içerisine girmektedir. Komünist yöneticilerin uygulamaları aynı tanım ile açıklanabilir.

Tarih içerisinde benzer davranış örneklerini sergileyen başka yönetimler de olmuştur.  Ancak bunların hiçbiri Batı Avrupalı yöneticilerin keşifler sonrasında yaptıkları uygulamalar kadar uzun sürmemiştir.

Keşifler öncesinde Batı Avrupalı yöneticiler, Kilise ve onlara bağlı krallar tarafından zorla Hıristiyanlaştırıldılar. Fakat onlar da kendilerine yapılan zorlamanın intikamını, kendileri de başkalarını zorlayarak almaya çalıştılar. Böylece aynı hatalı davranışı sergilediler. Önce kendi halklarını Hıristiyan olmaya ve Kiliseye bağlı kalmaya zorladılar. Keşiflerden sonra ise, gittikleri yeni yerlerin halklarını zorladılar. Tanrıtanımaz olduklarını düşündükleri bu insanları, zorla Hıristiyan yapmaya çalıştılar.

Onlara dinlerini kabul ettirmeye çalışmakla yetinmediler, onları sömürdüler. Hem yeraltı ve yerüstü kaynaklarını, hem de insan güçlerini sömürdüler. Böylece Roma İmparatorluğunun emperyalizm anlayışını dünyaya yayarak uyguladılar. Romalılar, gittikleri yerlere “kanun ve nizamı” götürdüklerini söylerlerdi. Batı Avrupalı yöneticiler de benzer şeyleri savundular. Gittikleri yerlerdeki insanları, insanların en alt tabakası hattâ bazen hayvan gibi olduklarını düşündükleri için, onları insan haline getirmeye çalıştıklarını savundular. Onlara medeniyet götürdüklerini ve sefil dedikleri insanları medenileştirdiklerini söylediler. Böylece emperyalizm anlayışlarına da kılıf oluşturmuş oldular.

Avrupa’nın batısındakiler, yeni gittikleri yerleri, onlara iyilik ediyormuş havasıyla sömürerek zenginlediler. Böylece dünya üzerindeki en etkin güç haline geldiler. Coğrafya olarak da en yaygın güç oldular. Dolayısıyla kendilerinin her anlayışını bütün dünyaya zorla kabul ettirme hususunda çok daha avantajlı konuma geldiler. Kendi aralarında gelişen yeni fikirleri de yaymaya başladılar. Önce serbest piyasa fikrini yaymaya çalıştılar. Bu anlayışa karşı çıkan ülkeleri ve yöneticilerini çeşitli entrikalarla pes ettirdiler.

Kendi aralarında yaptıkları ve hiçbir anlamı olmayan iki Dünya Savaşıyla güçlerinin zayıflamaya başladığını fark etiler. Sömürdükleri ülkeler üzerindeki etkileri azalmaya başlamıştı. Dolayısıyla sömürmeleri giderek zorlaşabilirdi. Bu defa, ekonomik kalkınma diye bir fikir geliştirdiler. Bunu dünyaya yaymak için kolları sıvadılar. Sömürmeye devam etmek istedikleri ülkelere borç verdiler. Sadece borç vermekle kalmadılar, borçlarla neler yapmaları gerektiği hususunda akıl verdiler. Tabiatıyla verdikleri akıllar, karşı tarafın değil, kendi iyilikleri içindi. Buldukları bu yeni anlayış da, sömürüleri için yetmedi. Bu defa küreselleşme diye bir fikir geliştirdiler. Gümrükleri kaldırmayı hedeflediler. Sermayenin serbest dolaşımını temin ettiler.

Son dönemlerde zorladıkları “serbest piyasa ekonomisi”, “ekonomik kalkınma”, “küreselleşme” tabirlerini evrensel mutlakıyet olarak sundular. Hâlbuki zihinlerinin arkasındaki evrensel mutlakıyet, onların dünyanın tamamına hâkim olma ihtirası idi. İşte bizim Batıcılık olarak nitelediğimiz şey, bu anlattığımız dünyaya hâkim olma ihtirasıdır. Bu ihtirasa sahip toplumların arasına Avrupa’nın batısındakilerden sonra ABD toplumu da katıldı. Bilhassa kendi iç savaşları olan Kuzey-Güney Harbinden sonra ABD’nin sergilediği anlayış tamamen yukarıda anlattıklarımızla örtüşmektedir.

Bu sebeple günümüzde bu anlayışı Avrupa’nın batısı ile ABD temsil etmektedir. Komünizmin iflas noktasına gelmesinden sonra tek etkili anlayış olarak kalmıştır. Bu sebeple Batı denilince bu toplumlar anlaşılmaktadır.

Batı toplumunu Batıdaki sorgulayan düşünürler, bu anlayışı şöyle tarif etmektedirler. Bu fikir insanlarına göre Batı toplumu; hırs, açgözlülük, kıskançlık, egoizm gibi tutkuları serbest bırakan, tarihteki tek toplumdur. Elbette bu anlayışlar her insanın içerisinde vardır. Dolayısıyla da her toplumda görülme ihtimali mevcuttur. Fakat nasıl insanların bazıları, içlerindeki bu duygularla mücadele etmişlerse, Batılı bu düşünürlere göre, diğer toplumlar, az ya da çok, bu duyguları durdurmaya çalışmışlardır. Batı toplumunun yaptığı gibi serbest bırakmamışlardır.

Batı toplumunun ileri gelenlerinin çoğu, insanlardaki nefsani duyguları serbest bırakırlarken yine bir kılıf buldular. Ekonomik menfaatlerinin yönlendirdiği şahsi kötülüklerini, aksine toplumsal erdem gibi sundular. Toplumun menfaati için gerekli diye gösterdiler. Batılı yöneticilerin bazıları, böyle yaparak, gerçekten de erdemli davrandıklarına inandılar. Kendileri inanınca, başkalarını da kendileri gibi olmaya çağırırlarken, iyi şeyler yaptıklarını düşündüler.

Fakat maalesef Batıda bu şekilde erdemli bir toplum oluşturamadılar. Batıda sadece, kendi menfaatleri peşinde koşan aileler ve fertler oluştu. Her ailenin veya ferdin, kendi farklı hedefleri olduğundan toplum oluşturamadılar. Dolayısıyla erdemli bir toplum gerçekleşmedi. Aksine güçlü aileler veya şahıslar güçsüzleri yenerek, onlara mümkün olduğunca hükmetmeye çalıştılar.

Güçlülerin daha kuvvetli olma çabaları, belki, ekonomik kalkınmayı tetikledi. Ama kalkınma topluma yayılmadı. Aslan payı, belli aileler veya fertler arasında paylaşıldı. Dolayısıyla bu anlayış Batı toplumuna da yaramadı.

Batının bu anlayışı dünyadaki diğer kültürlere de yaramadı. Eğer Batılı yöneticiler, diğer kültürleri yok etmeden kendi anlayışlarını anlatarak kabul ettirselerdi, bu durum bütün dünya için güzel bir şey olurdu. Çünkü serbest tartışa sonrasında kabul gören anlayış, üstün anlayış demektir. Dolayısıyla diğer insanların da faydasına olur. Ama Batılı yöneticiler, diğer kültürleri yok ederek kendi anlayışlarını zorla kabul ettirdiler. Tıpkı Kartaca’dan intikam almak isteyen Romalı yöneticilerin, bölgedeki binaları bile tamamen yok edip, o alanda hiçbir şey yetişmemesi için toprağı kireçlemeye çalıştıkları gibi, tıpkı komünistlerin “afyondur” dedikleri dinleri yok etmeye çalıştıkları gibi, diğer kültürleri yok etmeye çalıştılar.

Günümüzde Batı anlayışının dayatmaları sonucunda gelinen noktada, bütün dünya yöneticileri sıkıntıdadır. Bütün yöneticiler, ister istemez, sermayenin memurları konumuna düşmüşlerdir. Buna Batılı toplumların yöneticileri de dâhildir. Dolayısıyla bütün dünya sermayenin kıskacına girmiştir. Burada sermayedarların kimler oldukları önemli değildir. Çünkü sermaye sürekli el değiştirme özelliğine sahiptir. Hiçbir ailede veya şahısta kalıcı değildir. Ama yöneticiler ve halk üzerindeki baskısı kalıcıdır.

Dünyanın bu anlayıştaki Batılılaşmadan çıkmasındaki görev, birinci sırada, Batı Avrupa ve ABD toplumlarına düşmektedir. Bu toplumların ileri gelenleri daha fazla sorumludur. İkinci olarak sorumluluk, bütün dinlerin temsilcilerine düşmektedir. Üçüncü olarak da her bir insanın kendisine düşmektedir.

Sosyal kategorisine gönderildi | BATI ANLAYIŞI ÜZERİNE için yorumlar kapalı