ALLAH’IN DİNİ, EVRENSELDİR VE ZAMANLAR ÜSTÜDÜR

ALLAH’IN DİNİ, EVRENSELDİR VE ZAMANLAR ÜSTÜDÜR

 

Bu sitede yayınladığımız “Dinimizi Değiştirmeyi Değil, İlk Kaynaklarından Beslenmesini Hedeflemeliyiz” ve “Allah’ın Tek Dini, Allah’ın Emir ve Yasaklarına Uymaktır” başlıklı yazılarımızda, Yüce Yaradan’ın, insanları birbirlerine düşürecek şekilde farklı dinleri göndermesinin, ilâhlıkla bağdaşmayacağını ifade ederek, Kur’an’dan örnekler vermiştik.

Semavi dinlerin hepsinin özünün İslâm olduğunu, İslâm’ın anlamının da Allah’a teslim olmak olduğunu ayetlerle ortaya koymuştuk. Bu sebeple, günümüzde farklı isimlerle ifade edilen semavi dinlerin mensuplarının, dinlerini değiştirmeleri değil, Yüce Yaradan’ın, peygamberleri aracılığıyla gönderdiği ilk kaynaklarına dönme gayreti içerisinde olmaları gerektiğini belirtmiştik.

Burada sorulacak bir soru, bir kaynağın ilk kaynak olup olmadığını nasıl anlayacağız şeklinde olabilir. Bir kutsal kitap, insanların sorularına açık olmaz ve onlara cevap veremezse, ilk kaynak değildir.

Kabul edileceği gibi, Yüce Yaradan, ilk peygamberi olan Hz. Âdem’den itibaren, son peygamberi olan Hz. Muhammed’e kadar, aynı esasları aktartıyorsa, gönderdiği mesajlar zamanlar üstüdür demektir.

Bilimin tespit etmeye çalıştığı insanlığın yaşı düşünüldüğünde, gönderilen peygamberlerin sayısının on binlerce olması ihtimali kuvvetlidir. Çünkü eski dönemlerle, günümüzdeki küreselleşmiş dünyayı mukayese edemeyiz. Bundan on bin yıl önceki ulaşım ve iletişim araçlarını düşünelim. Bir bölgeye gelen bir peygamberin, 200 km uzaktaki insanlara mesajını, doğru bir şekilde, nasıl ulaştıracağını hesaplayalım. Günümüzdeki bulgulara dayalı tahminlere göre, insanlığın geçmişinin yetmiş bin yıl civarında olduğunu hesaba katarsak, gönderilen peygamber sayısı hakkında daha gerçekçi fikir yürütebiliriz.

Bütün varlıkları Yüce Yaradan yarattığına ve bütün insanlar Allah’ın kulu olduğuna göre, Allah’ın, peygamberlerini sadece günümüzde Ortadoğu olarak bilinen bölgeye gönderdiğini düşünmek mümkün değildir. Böyle bir iddia, Yüce Yaradan’ın ilâhlık vasfıyla bağdaşmaz. Ayrıca sadece Ortadoğu bölgesindeki insanların yoldan çıktıklarını, dünyanın geri kalan bölgelerindeki halkın ise, hep Allah’ın emir ve yasaklarına uyduğu düşünülemez. Nitekim bilinen belgeli tarihte, Hıristiyanlığın, Ortadoğu dışındaki geniş bölgelere kendiliğinden ve Roma Devletinin ölümüne baskılarına rağmen yayılması, en azından, oralardaki insanların çoğunluğunun da, yoldan çıkmış olduklarını gösterir.

1492 keşifleri öncesinde bilinmeyen Amerika kıtasındaki insanları, Yüce Yaradan’ın da bilmediğini kimse iddia edemez. Kutuplarda yaşayan ve Eskimo dediğimiz, ama bizim eskiden bilmediğimiz insanların, Allah’ın kulları olmadığını kimse söyleyemez. Günümüzde Büyük Okyanusta küçücük adalarda, binlerce yıldır yaşadığı tespit edilen insanlar keşfediliyor. Bu insanların, en azından, 1492 öncesinin teknolojisi ile buralara nasıl geldiklerini, bilim insanları tespit edememişlerdir. Bizim halen bilemediğimiz bu insanlar da, Allah’ın kullarıdır. Kulları arasında ayrım yapması ihtimal dâhilinde olmayan Yüce Yaradan, bunları da rahmetiyle kollamadığını iddia etmek mümkün değildir.

Anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, insanları cennetine kazanabilmek için, dünyanın her bölgesine ve toplamda on binlerce peygamber görevlendirmiştir. Bu durum da gösteriyor ki, Allah’ın emir ve yasakları hem evrenseldir, yani dünyanın her yerinde geçerlidir, hem de zamanlar üstüdür.

Dolayısıyla Allah’ın yolladığı kutsal kitapların ilk halleri, evrenseldir. Bu kitaplardaki emirler de zamanlar üstüdür.

Bu sebeple, Allah’ın görevlendirdiği peygamberlerden birinin yolundan gittiğini iddia eden din insanları, sorulan her soruya makul cevaplar vermeye çalışmalıdır. Sorulara ve soranlara karşı sabırlı olmalıdır. Eğer bir din insanı, bırakın başkasının soracağı soruları, kendi kafasındaki sorulara cevap veremiyorsa, derhal, elindeki kutsal bildiği kitabı bırakmalıdır. Elindeki kitabın aslının nasıl olması gerektiğini düşünerek, ilk kaynak olma vasfını koruyan bir kutsal kitap aramalıdır.

Arayarak ulaştığı bir kitabın, gerçekten ilk kaynak olduğunu anlaması için, o kitap içerisinde çelişkiler olup olmadığını araştırmalıdır. Eğer çelişkiler var ise, öncelikle, elindeki tercümenin doğruluğunu irdelemelidir. Allah’ın her insana ve dolayısıyla ona da verdiği akıl, irade, vicdanı kullanarak ve Yüce Yaradan’ın ilâhlık vasfını daima göz önünde tutarak yaptığı incelemelerinde, elindeki kitabın tercümesinin hatalı olduğunu görürse, doğru tercümesini aramayı sürdürmelidir. Doğrusu olduğunu anladığı kitabı bulduğunda, çevresindeki insanlara da aynı yöntemle araştırma yapmalarını tavsiye etmelidir.

Bunları yapmayarak, elindeki kitaba göre veya kitaptan sadece kendi anladığı şekliyle, dinde yenilik veya reform yapma gibi konulara girmek, yeni bir din oluşturmakla eş anlamlı olur. İnsanların oluşturacakları dinlerin en mükemmelinin bile, evrensel ve zamanlar üstü olması ihtimali yoktur.

Bu incelemeleri yaptıktan sonra, gerçeği insanlardan saklamanın, Yüce Yaradan nezdinde ciddi bir suç olduğunu Kur’an ayetlerinden anlıyoruz. Zaten Kur’an’da bundan bahsedilmesine bile gerek olmadan, gerçeği saklamanın nasıl büyük bir suç olduğunda bütün insanlar hemfikirdir.

Günümüzdeki küreselleşmiş dünyada, hiçbir din insanı, “bu araştırmaları yapma imkânım yok” diyemez. Dolayısıyla araştırmamış olmak, kendini kullar nezdinde kurtarmayacağı gibi, Allah nezdinde de kurtarması ihtimali yoktur. Hiçbir din insanı, “ben böyle biliyordum” deme lüksüne sahip değildir.

Allah’ım, bizlere, Senin gönderdiğin ayetleri ve delilleri anlayabilmemiz için, anlayış ihsan eyle.

Allah’ım, Seni daha iyi anlamak ve anlatmak için ilmimizi artır.

Dini kategorisine gönderildi | ALLAH’IN DİNİ, EVRENSELDİR VE ZAMANLAR ÜSTÜDÜR için yorumlar kapalı

ÜNİVERSİTELER VE TÜCCAR ZİHNİYETLİ FABRİKALAR

ÜNİVERSİTELER VE TÜCCAR ZİHNİYETLİ FABRİKALAR

 

Eskilerde medreseler, sonraları üniversiteler, insanların kalitesini artırmaya çalışan, onlara hayat dersi vermeye çabalayan, topluma rol model olacak önderler yetiştirme peşinde koşan yerler olarak bilinirdi. Fakat giderek bu özelliklerini kaybediyorlar. Bu durumun in önemli göstergesi, mezunlarının arasındaki işsizlik oranının artmasıdır. Demek ki, üniversitelerin önemli bir bölümünün amacı, öğrencilerin kalitelerini artırmak değilmiş. Eğer öyle olsaydı, işsizlik verileri böyle olmazdı. Her ülkede, en çok işsiz kalanlar, üniversiteden yeni mezun olmuş gençler. Mezunlarının, işsizler ordusu oluşturacak kadar çoğaldığı bir ortamda, üniversiteyi bitiren kişilerden hayat mücadelesinde başarılı olmaları beklenemez. Topluma rol model olmaları ise, hiç beklenemez.

Günümüzde, üniversitelerin fabrika olarak görülmeye başlandıklarına dair emareler çoğaldı. Artık, üniversitelerin amacı değişmiş. Üniversiteler, ekonomik verilen peşine düşmeye başlamışlar. Devlet üniversitelerinin büyük çoğunluğunun en önemli hedefi, devletten daha çok maddi destek almak olmuş. Aldıkları paraların nerelere ve nasıl harcandığının sorgulanmaması için hep birlikte mücadele veriyorlar. Özel üniversitelerin de büyük bir bölümü, daha çok, paralı öğrencileri bünyesine katmayı hedeflemiş gibiler. Öğrencilerin ilgisini çekerek üniversitelerini cazip hale getirebilmek için, az sayıda burslu öğrenciyi belli bazı bölümlere alıyorlar. Bu zeki öğrencilere çeşitli imkânlar sunuyorlar. Bu talebelerin mezuniyet sonrasındaki başarılarını abartılı örneklemelerle anlatarak, üniversitelerini başarılı imiş gibi göstermeye çabalıyorlar.

Sonuç olarak kaliteyle değil, sayılarla uğraşıyorlar. Tıpkı tüccar zihniyetli bazı fabrikalar gibi davranıyorlar. Tüccar zihniyetli fabrikaların yöneticilerinin de hedefleri, daha çok üretmek değil, sadece daha çok kâr elde etmek olmuş. Her fabrika kâr etmek ister. Ama tek amaçları kâr olmaz. Tek amaç para kazanmak olunca, üretimlerinin kalitesini artırmak yerine, benzer işi yapan fabrikalarla anlaşarak fiyatları istedikleri gibi ayarlama gayretindeler.  Üniversitelerimizin de büyük çoğunluğu benzer anlayıştalar. Mezun ettikleri öğrencilerin kalitesini artırarak, yeni öğrenciler için cazibe merkezi olmaya çabalamıyorlar. Gençlerin paralarını alabilmek için, bir üniversite bitirmenin toplumda saygınlık kazanmanın yolu olduğunu vurguluyorlar. Ama öğrencilere, onlara saygınlık kazandıracak eğitimi vermiyorlar. Üniversite kurumuna saygınlık kazandırmaya çalışıyorlar. Oysaki üniversite kurumu, mezunlarının kalitesi ve topluma katkılarıyla saygınlık kazanır.

Tek amaçları para kazanmak olan fabrikaların bazısı, üretimlerini artırmadan kârlarını artırmak için, bir başka yöntem daha kullanırlar. Aynı ürünün daha düşük kalitelisini imal ederler. Ama bu üretimi başka isim altında yaparlar. Böylece insanlar hangi ürünü tercih ederlerse etsinler, aynı fabrika yönetimi kazanmış olur.

Üniversitelerin kurucusu olan vakıflar, farklı isim altında başka bir üniversite kurmuyorlar. Ama kalitenin düşmesine aldırmadan, tez ve makale peşine düşüyorlar. Üniversitelerinin diğerlerinden daha değerli olduğunu vurgulamak için, tez yayınlama ve makale yazdırmayı artırmaya çalışıyorlar. Yayınlanan tezlerin, başkalarının kopyası gibi olmasına ses çıkarmıyorlar. Yazılan makalelerin, atıf sayısını önemsemiyorlar.

Devleti yönetenler, daha çok üniversite açmış olmakla övünmek için, farklı isimlerde üniversite açıyorlar. Ama onlar da, üniversitelerin çoğundaki makale ve tezlerin kalitesini önemsemiyorlar. Üniversitelerin sayısını önemsiyorlar.

Üniversiteler, kendi kurumlarındaki öğretim üyelerinin, diğer üniversitelerinkinden daha değerli olduğunu göstermek için, başka üniversitelerin öğretim üyelerinin de katılacağı ve farklı fikirlerin çarpışacağı ortak mesleki toplantılar yapmıyorlar. Bunun yerine, sadece kendi öğretim üyelerinin katılacağı paneller yapıyorlar. Veya farklı fikirlerin tartışılmadığı, aynı konuyu farklı yönlerinden ele alan, tek tip fikirli toplantılarda birlikte oluyorlar.

Üniversiteler, yeni özgün fikirler geliştirenleri değil, tercümeler yapan ve yaptığı az sayıdaki tercümelerinden yararlanıp yeni eserler yazan öğretim üyelerini, daha çok tercih ediyorlar. Bu yapıdaki öğretim üyelerinin çoğunluğu, kendi alanlarındaki tartışmaların yapıldığı yerlere katılmak yerine, ilgisiz konularda ve bilgisi az dinleyicilerin bulunduğu ortamlarda, meydanı boş bulmuşçasına, konuşmaya gayret ediyorlar.

Fabrikalar ve ticarethaneler, sadece kâr gayesinin peşine düştükçe, ürünlerinin, insanların işlerine daha çok yaraması hedefinden uzaklaşırlar. Üniversiteler de, ekonomik verilerin peşine düştükçe, mezun ettikleri insanların topluma faydalı olması hedefinden uzaklaşıyorlar.

Her iki kurumun gidişatı, insanlığın geleceği için tehlike çanlarının çaldığının emaresidir.

Genel kategorisine gönderildi | ÜNİVERSİTELER VE TÜCCAR ZİHNİYETLİ FABRİKALAR için yorumlar kapalı

ALLAH MÜNAFIKLAR İÇİN BİZLERİ UYARIYOR

ALLAH MÜNAFIKLAR İÇİN BİZLERİ UYARIYOR

 

(Not: Bu yazı Haziran 2013’te yayınlanmıştı. Silindiğinden son iki paragraf eklenerek yeniden yayınlıyoruz.)

                Allah, bizlerin münafıkları bilemeyeceğimizi, ancak, Allah’ın, hepsinin bütün yaptıklarından haberdar olduğunu bize müjdeliyor.

            Münafıkları biz tam bilemeyeceğimiz için, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) bu konuda nelere dikkat etmemiz gerektiğini bize şöyle anlatıyor:

            “Dört haslet vardır ki, kimde bu hasletler bulunursa, o kimse halis münafıktır. O dört haslet şunlardır: Kendisine bir şey emanet edildiğinde, ihanet eder. Konuşunca, yalan söyler. Söz verince, sözünde durmaz. Bir konu da taraf olduğunda, haddi aşar, haksızlık yapar, işi düşmanlığa dönüştürür.”

            Bu hasletlere sahip yönetici insanlar, bir süre halkı kandırabilir. Halkın sevgi tezahüratları içerisinde dolaşabilirler. Halkın, kendisinin yaptığını zannettiği işlerle övünebilirler. Hattâ, dindar görünebilirler.

            Ama Allah’ın bir vaadi var. Al-i İmran suresi 188. Ayette Allah: “O ettiklerine sevinen ve yaptıkları işle övülmeyi seven kimseleri de, sakın azaptan azade sanma, hem onlara acı bir azap vardır.” Buyuruyor.

            Nisa Suresi 142. Ayet: “Her zaman münafıklar, Allah’a hile yapmaya çalışırlar. Allah da başlarına geçirir. Namaza kalktıkları vakit de üşene üşene kalkarlar, halka gösteriş yaparlar, yoksa Allah’ı pek az hatıra getirirler.”

          Al-i İmran Suresi 161. Ayet: “……Her kim hıyanet eder; ganimet ve hasılattan bir şey aşırırsa boynuna aldığını kıyamet günü yüklenir getirir…….”

           Münafıkları halk bilemez. Ancak münafık yöneticileri yakından takip edenler, biraz bilebilirler. Eğer onlar da, münafık yöneticiye alet oluyorlarsa, aynı konuma kendileri de düşerler.

          Allah Tevbe Suresi 84. Ayette münafıklar için peygamberimize (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ve içlerinden ölen birinin asla namazını kılma ve kabrinin üzerinde durma…..”

          Münafıklar, kendilerini iyi bilirler. Onlar eğer, seçimle işbaşına geldikleri bir ülkede veya yönetici olarak tayin edildikleri yerlerde yahut da sıradan bir konumda iken, söylemleriyle insanları kandırdıklarını ve susturduklarını düşünürlerse, yanılırlar. Çünkü Allah, her düşündüklerini ve her yaptıklarını bilir. Dolayısıyla, münafıklar Kur’an’a bakarlarsa, ahiretten önce bu dünyada başlarına neler gelebileceğini daha iyi hesap edebilirler. Ahirette başlarına geleceklerin ise, çok daha azap verici olduğunu da iyi bilirler.

          Allah, münafıklar konusunda çeşitli ayetlerle uyardığı peygamberine, şu emri veriyor. Tövbe Suresi 73: “Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Onlara karşı katı ol. Onların varacakları yer cehennemdir ve orası ne kötü bir yerdir.”

          Umulur ki, münafıklar düşünürler ve Allah’ın huzuruna gitmeden hatalarından dönerek salih amel işlemeye başlarlar. Böylece Allah’ın rahmetine ulaşırlar.

          Seçim, her insanın kendisinindir. Unutmayalım ki, Allah’ın huzuruna ne zaman gideceğimiz bizce belli değildir.

KUR'AN ÜZERİNE, Sosyal kategorisine gönderildi | ALLAH MÜNAFIKLAR İÇİN BİZLERİ UYARIYOR için yorumlar kapalı

İYİ İNSANLARIN DAHA KISA YAŞADIKLARI İNANCI ÜZERİNE

İYİ İNSANLARIN DAHA KISA YAŞADIKLARI İNANCI ÜZERİNE

 

Başlıktaki konu üzerinde, dünyanın her bölgesindeki halkın inanışı aynıdır. İnsanlar, iyilerin erken vefat ettiklerine, kötülerin ise daha uzun yaşadıklarına inanırlar. Bu hususta yapılmış bir istatistik olduğunu zannetmiyorum. Ama bu inanış, gerçekle örtüşüyor olabilir.

Ancak yanlış olan şey, bu inanıştakilerin konuyla ilgili olarak sahip oldukları duygularıdır. Onlar, iyilerin daha erken ölmelerinin, kötü bir şey olduğunu düşünüyorlar. Kötülerin daha uzun yaşamalarını ise, kötülerin taltif edilmesi olarak görüyorlar.

Eğer ahiret hayatı olmasaydı, bu düşünce doğru olarak kabul edilebilirdi. Bu durumda, zaten iyi insanlar, genellikle daha çok maddi sıkıntı çeken kişiler olduğundan, kimse iyi olmak istemeyebilirdi. Hem sıkıntılı bir ömür geçirmeyi, hem de daha az yaşamayı kim arzu eder?

Bilinen ve belgeli tarih boyunca etkili olmuş her inanış, bir hesap yerinin olduğu üzerinde durur. Semavi olmayan inanışlarda da, aynı inanç vardır. Kâinatta hiçbir şey tesadüfen olmamaktadır. Her şeyin bir sahibi vardır. İnsanlar, başıboş bırakılamayacak kadar nefsani varlıklardır. İnsanlara verilen özgürlüğün bir bedeli vardır. İnsanlar iyi olursa, bu bedel iyi yönde olacaktır. İnsanlar kötülüğü tercih ederlerse, bu bedel azap şeklinde olacaktır.

Yüce Yaradan kutsal kitaplarında, ahiret hayatının ebedi olduğunu vurgular. Ahiret yaşamı yanında dünyadaki ömrün süresi, “şehirlerarası yolda bir yolağzı” gibi diye tanımlanır. Bazen dünyada geçirdiğimiz sürenin, ahiret hayatının yanında “bir göz açıp kapama” kadar olduğu vurgulanır.

Allah’ın, bize dolaylı olarak aktardığı bu bilgilere iman eden bir insan için, asıl hayat ahirette yaşanacaktır. Bu dünya imtihan yeridir. İmtihanın süresi ise, dünyadaki bütün ömür boyuncadır.

Şimdi bu inançtaki iyi bir insan açısından konuyu irdelemeye çalışalım. İyi bir insan, eğer, Yüce Yaradan tarafından daha az yaşatılıyorsa, bu durum o kişi için sevindirici bir haldir. Çünkü ebedi olan ahiret hayatında, cennet ile taltif edilerek, rahat bir yaşam sürme ihtimali çok kuvvetlidir. Dünyada biraz fazla yaşayan, ama cehenneme gidecek kadar kötü olan bir insan ile karşılaştırıldığında, bulunmaz bir nimete ulaşmış demektir.

İyi insan daha uzun yaşasaydı ne fark ederdi diye düşünelim. Bir kere, imtihanı devam edecektir. Her insan nefis taşıdığına göre, her insan için, her an, bu sınavda başarısız olma ihtimali vardır. Bu dünyada kaldığı süre uzadıkça, insanın hata yapma riski de artacaktır. Dolayısıyla erken vefat ettiği zaman cennete gidecek olan aynı şahıs, belki de cehenneme gidecektir.

İşte bazen, Yüce Yaradan, korumak istediği iyi kullarını yanına daha önce alır. Böylece, onun hem cehenneme gitmesine razı olmamış, hem de dünyada sıkıntı çekmesini önlemiş olur.

Allah, bazen, iyi insanları korumak için, kötülerin ölüm emrini daha önce verir. Bazen de, iyileri korumak için onların başlarına sıkıntılar açar. Bu hususlarda, Kur’an’da anlatılan yaşanmış olaylar vardır. Hz. Musa ile Allah tarafından kendisine ilim verilen kişinin -ki bu şahsın Hızır olduğuna inananlar çoktur- birlikte yolculuğu sırasında yaşananlar bize örnektir. Hızır denilen bu şahıs, yolculuk sırasında, atını sulamakta olan bir genci, makul bir sebep yokken öldürür. Böylece, aslında haylaz ve kötü düşünceli olan o gencin, çok düzgün olan anne ve babasına gelecekte kötülük yapmasını engeller. Birlikte yolculuk yaptıkları bu veli, bindikleri ve fakir insanlara ait olan gemiyi yaralar. Böylece, onların gemisine kralın el koymasını önler.

Demek oluyor ki, görünüşe göre karar vermek yanlıştır. Bizler için neyin hayırlı neyin hayırsız olduğunu biz bilemeyiz. Sadece Allah bilir. Dolayısıyla iyi insanlar, Allah’a kendilerini teslim ederler ve Ondan, kendilerini güzelliklere ulaştırmasını niyaz ederler. Bu güzellik, bu dünyadaki güzellik olmayabilir.

İnsanların, toplumların ve insanlığın ömrünü kısaltmak veya uzatmak Allah’ın yetkisindedir. Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak hiçbir canlı, Allah izin vermedikçe ölemez. Bitkisel hayatta yaşar ama ölemez.

Allah bir kulunun ölmesini istemediğinde ise, bütün dünya onun üzerine gelse, yine o kulunu öldüremez. Allah bir kulunun ölmesini murad ederse, hiçbir güç onu engelleyemez. Uyur, uyanamaz. Bir damla su boğazına kaçar ve ölür. Otururken kalpten ölür vs.

Dikkatli gözle inceleyenler için tarih bu durumların örnekleriyle doludur. Tarihi bilemeyenler için, kendi hayatlarını dikkatlice incelemeleri yeterlidir. Her insanın hayatında böyle örnekler vardır.

Allah’ım, insanların, Seni ve ordularını yenemeyeceklerini anlamaları için, onlara anlayış ihsan eyle. Onların, hatalarından dönerek, Senin yoluna girebilmeleri için irade gücü ver.

Senin her şeye gücün yeter.

Sosyal kategorisine gönderildi | İYİ İNSANLARIN DAHA KISA YAŞADIKLARI İNANCI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BATI ANLAYIŞI ÜZERİNE

BATI ANLAYIŞI ÜZERİNE

 

Batı terimi ile kastedilen, coğrafi bir yöre ve oradaki genel anlayış değildir. Bizim tanımımıza göre Batı anlayışı, kendi anlayışını karşı tarafa zorla kabul ettirme çabasıdır. Bu zaviyeden bakılınca, Batı terimi, Roma İmparatorluğunun yönetim anlayışıyla benzeşir. Aynı şekilde, coğrafi olarak Batı Avrupalıların, keşifler sonrasındaki dönemlerde sergiledikleri davranışlarıyla örtüşmektedir. Müslüman Emevi sülalesinin yöneticilerinin davranışları bu tanımın içerisine girmektedir. Komünist yöneticilerin uygulamaları aynı tanım ile açıklanabilir.

Tarih içerisinde benzer davranış örneklerini sergileyen başka yönetimler de olmuştur.  Ancak bunların hiçbiri Batı Avrupalı yöneticilerin keşifler sonrasında yaptıkları uygulamalar kadar uzun sürmemiştir.

Keşifler öncesinde Batı Avrupalı yöneticiler, Kilise ve onlara bağlı krallar tarafından zorla Hıristiyanlaştırıldılar. Fakat onlar da kendilerine yapılan zorlamanın intikamını, kendileri de başkalarını zorlayarak almaya çalıştılar. Böylece aynı hatalı davranışı sergilediler. Önce kendi halklarını Hıristiyan olmaya ve Kiliseye bağlı kalmaya zorladılar. Keşiflerden sonra ise, gittikleri yeni yerlerin halklarını zorladılar. Tanrıtanımaz olduklarını düşündükleri bu insanları, zorla Hıristiyan yapmaya çalıştılar.

Onlara dinlerini kabul ettirmeye çalışmakla yetinmediler, onları sömürdüler. Hem yeraltı ve yerüstü kaynaklarını, hem de insan güçlerini sömürdüler. Böylece Roma İmparatorluğunun emperyalizm anlayışını dünyaya yayarak uyguladılar. Romalılar, gittikleri yerlere “kanun ve nizamı” götürdüklerini söylerlerdi. Batı Avrupalı yöneticiler de benzer şeyleri savundular. Gittikleri yerlerdeki insanları, insanların en alt tabakası hattâ bazen hayvan gibi olduklarını düşündükleri için, onları insan haline getirmeye çalıştıklarını savundular. Onlara medeniyet götürdüklerini ve sefil dedikleri insanları medenileştirdiklerini söylediler. Böylece emperyalizm anlayışlarına da kılıf oluşturmuş oldular.

Avrupa’nın batısındakiler, yeni gittikleri yerleri, onlara iyilik ediyormuş havasıyla sömürerek zenginlediler. Böylece dünya üzerindeki en etkin güç haline geldiler. Coğrafya olarak da en yaygın güç oldular. Dolayısıyla kendilerinin her anlayışını bütün dünyaya zorla kabul ettirme hususunda çok daha avantajlı konuma geldiler. Kendi aralarında gelişen yeni fikirleri de yaymaya başladılar. Önce serbest piyasa fikrini yaymaya çalıştılar. Bu anlayışa karşı çıkan ülkeleri ve yöneticilerini çeşitli entrikalarla pes ettirdiler.

Kendi aralarında yaptıkları ve hiçbir anlamı olmayan iki Dünya Savaşıyla güçlerinin zayıflamaya başladığını fark etiler. Sömürdükleri ülkeler üzerindeki etkileri azalmaya başlamıştı. Dolayısıyla sömürmeleri giderek zorlaşabilirdi. Bu defa, ekonomik kalkınma diye bir fikir geliştirdiler. Bunu dünyaya yaymak için kolları sıvadılar. Sömürmeye devam etmek istedikleri ülkelere borç verdiler. Sadece borç vermekle kalmadılar, borçlarla neler yapmaları gerektiği hususunda akıl verdiler. Tabiatıyla verdikleri akıllar, karşı tarafın değil, kendi iyilikleri içindi. Buldukları bu yeni anlayış da, sömürüleri için yetmedi. Bu defa küreselleşme diye bir fikir geliştirdiler. Gümrükleri kaldırmayı hedeflediler. Sermayenin serbest dolaşımını temin ettiler.

Son dönemlerde zorladıkları “serbest piyasa ekonomisi”, “ekonomik kalkınma”, “küreselleşme” tabirlerini evrensel mutlakıyet olarak sundular. Hâlbuki zihinlerinin arkasındaki evrensel mutlakıyet, onların dünyanın tamamına hâkim olma ihtirası idi. İşte bizim Batıcılık olarak nitelediğimiz şey, bu anlattığımız dünyaya hâkim olma ihtirasıdır. Bu ihtirasa sahip toplumların arasına Avrupa’nın batısındakilerden sonra ABD toplumu da katıldı. Bilhassa kendi iç savaşları olan Kuzey-Güney Harbinden sonra ABD’nin sergilediği anlayış tamamen yukarıda anlattıklarımızla örtüşmektedir.

Bu sebeple günümüzde bu anlayışı Avrupa’nın batısı ile ABD temsil etmektedir. Komünizmin iflas noktasına gelmesinden sonra tek etkili anlayış olarak kalmıştır. Bu sebeple Batı denilince bu toplumlar anlaşılmaktadır.

Batı toplumunu Batıdaki sorgulayan düşünürler, bu anlayışı şöyle tarif etmektedirler. Bu fikir insanlarına göre Batı toplumu; hırs, açgözlülük, kıskançlık, egoizm gibi tutkuları serbest bırakan, tarihteki tek toplumdur. Elbette bu anlayışlar her insanın içerisinde vardır. Dolayısıyla da her toplumda görülme ihtimali mevcuttur. Fakat nasıl insanların bazıları, içlerindeki bu duygularla mücadele etmişlerse, Batılı bu düşünürlere göre, diğer toplumlar, az ya da çok, bu duyguları durdurmaya çalışmışlardır. Batı toplumunun yaptığı gibi serbest bırakmamışlardır.

Batı toplumunun ileri gelenlerinin çoğu, insanlardaki nefsani duyguları serbest bırakırlarken yine bir kılıf buldular. Ekonomik menfaatlerinin yönlendirdiği şahsi kötülüklerini, aksine toplumsal erdem gibi sundular. Toplumun menfaati için gerekli diye gösterdiler. Batılı yöneticilerin bazıları, böyle yaparak, gerçekten de erdemli davrandıklarına inandılar. Kendileri inanınca, başkalarını da kendileri gibi olmaya çağırırlarken, iyi şeyler yaptıklarını düşündüler.

Fakat maalesef Batıda bu şekilde erdemli bir toplum oluşturamadılar. Batıda sadece, kendi menfaatleri peşinde koşan aileler ve fertler oluştu. Her ailenin veya ferdin, kendi farklı hedefleri olduğundan toplum oluşturamadılar. Dolayısıyla erdemli bir toplum gerçekleşmedi. Aksine güçlü aileler veya şahıslar güçsüzleri yenerek, onlara mümkün olduğunca hükmetmeye çalıştılar.

Güçlülerin daha kuvvetli olma çabaları, belki, ekonomik kalkınmayı tetikledi. Ama kalkınma topluma yayılmadı. Aslan payı, belli aileler veya fertler arasında paylaşıldı. Dolayısıyla bu anlayış Batı toplumuna da yaramadı.

Batının bu anlayışı dünyadaki diğer kültürlere de yaramadı. Eğer Batılı yöneticiler, diğer kültürleri yok etmeden kendi anlayışlarını anlatarak kabul ettirselerdi, bu durum bütün dünya için güzel bir şey olurdu. Çünkü serbest tartışa sonrasında kabul gören anlayış, üstün anlayış demektir. Dolayısıyla diğer insanların da faydasına olur. Ama Batılı yöneticiler, diğer kültürleri yok ederek kendi anlayışlarını zorla kabul ettirdiler. Tıpkı Kartaca’dan intikam almak isteyen Romalı yöneticilerin, bölgedeki binaları bile tamamen yok edip, o alanda hiçbir şey yetişmemesi için toprağı kireçlemeye çalıştıkları gibi, tıpkı komünistlerin “afyondur” dedikleri dinleri yok etmeye çalıştıkları gibi, diğer kültürleri yok etmeye çalıştılar.

Günümüzde Batı anlayışının dayatmaları sonucunda gelinen noktada, bütün dünya yöneticileri sıkıntıdadır. Bütün yöneticiler, ister istemez, sermayenin memurları konumuna düşmüşlerdir. Buna Batılı toplumların yöneticileri de dâhildir. Dolayısıyla bütün dünya sermayenin kıskacına girmiştir. Burada sermayedarların kimler oldukları önemli değildir. Çünkü sermaye sürekli el değiştirme özelliğine sahiptir. Hiçbir ailede veya şahısta kalıcı değildir. Ama yöneticiler ve halk üzerindeki baskısı kalıcıdır.

Dünyanın bu anlayıştaki Batılılaşmadan çıkmasındaki görev, birinci sırada, Batı Avrupa ve ABD toplumlarına düşmektedir. Bu toplumların ileri gelenleri daha fazla sorumludur. İkinci olarak sorumluluk, bütün dinlerin temsilcilerine düşmektedir. Üçüncü olarak da her bir insanın kendisine düşmektedir.

Sosyal kategorisine gönderildi | BATI ANLAYIŞI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

AVUKAT SAYISI İLE EŞİTSİZLİK VE KALKINMA BAĞI

AVUKAT SAYISI İLE EŞİTSİZLİK VE KALKINMA ARASINDAKİ BAĞ

 

Demokrasi ile idare edilen ülkelerin meclislerinin üyelerinin yapısına bakıldığında, en çok hukukçuların olduğunu görürüz. Elbette üyeler sürekli değiştiği için, hukukçuların oranları da değişmektedir. Fakat ABD dâhil, ülkelerin çoğunluğunda bu oran %35-45 arasında değişmektedir. ABD’nin 45 başkanından 26sı hukukçudur.

Kanunları meclislerin yaptığı düşünülünce, bu durum gayet normal karşılanabilir. Ama yapılan kanunların çoğunun kolay anlaşılmayan muğlak ifadelerle ele alındığı görülmektedir. Kanunların dili, çoğunlukla, halk arasında kullanılmayan eski kelimelerden oluşmaktadır. Bu sebeple, aynı kanunu yorumlayan hukukçular arasında algılama farkı oluşmaktadır. Ayrıca, eğitim görmüş insanların bile anlamakta zorluk çektiği kanunlar vardır.

Çıkarılan kanunların muğlak ve anlaşılması zor ifadelerden oluşması, insanların, davalarında avukat tutmalarını zorunlu hale getirmektedir. Bu durumda avukatlık kurumundan beklenen, ülkedeki adaletin tesisine yardımcı olmasıdır. Zaten çoğu ülkede çıkarılan yasalar, siyasetçilerin halka şirin görünme isteklerinin etkisiyle, fakirleri ve orta hallileri korumaya yöneliktir. Dolayısıyla avukatların, kurulmuş olan bu yasal sisteme yardımcı olmaları beklenir. Fakat maalesef, uygulamalara bakıldığında, gerçeklerin böyle olmadığı kanaati oluşmaktadır. Aksine, beklenilenin tam tersine bir ortamın oluşmasına sebep oldukları kanaati yaygındır.

Avukatların çalışma ortamlarını incelediğimizde, halkta oluşmuş olan bu kanaati destekleyen bulgulara ulaşmaktayız. Avukatlar, ya bir kurumun ve firmanın personeli olarak çalışmaktadırlar veya kendi kurdukları şahsi firmalarının hesabına çalışmaktadırlar. Firma sahibi olanların büyük çoğunluğu, tamamen kendi menfaatleri için çalışmaktadır. Kurumun elemanı olarak çalışan avukatlar, mahkemelerde, kendi kurumlarının menfaatlerini kollamakla yükümlüdürler. Aksini yaptıkları veya yeterince koruyamadıkları zaman işlerini kaybederler, yerlerine yenileri gelir. Bu sebeple avukatlar, fakirleri, orta hallileri ve hakkı değil, kendi çıkarlarını korumak zorundadırlar.

Durum böyle olunca, ülkedeki adalet uygulaması aksamaktadır. Bu aksaklığın en önemli müsebbibinin de, avukatlar olduğu anlaşılmaktadır. Avukatların sebep olduğu bu adaletsizlik, sadece zenginlerin korunması, fakir ve orta hallilerin ezilmesi hususunda olmamaktadır. İnsanlar arasındaki herhangi bir sosyal anlaşmazlıkta, yaralama ve cinayet gibi konularda da avukatlar, kendi menfaatlerine göre savunma yapmaktadırlar. Hâlbuki onlardan beklenen hakkı savunmalarıdır. Avukatlar, haklıyı değil de, kendilerine daha çok kazanç sağlayanı savundukları sürece, ülkedeki adaletsizliğin artacağı bir gerçektir.

Avukatlık sisteminde görülen bir başka hata daha var. Avukatların kurduğu yasal sistem, zarar ortaya çıkmadan önce davranışları engellemeye çalışmamaktadır. İş işten geçtikten sonra devreye girerler. Zarar verenleri yargılamaya yönelirler. Fakat bu yargılamayı da, yukarıda bahsettiğimiz gibi, kendi menfaatleri doğrultusunda yaptıkları için, adaleti tesis etmeye bir faydası yoktur.

Zarar ortaya çıktıktan sonra yargılama yöntemi, bütün ülkelere çok pahalıya mal olmaktadır. Dolayısıyla insanlığa maliyeti çok yüksektir. Çünkü bilindiği gibi, zaten büyük şirketler ve zenginler sürekli olarak avukat bulundururlar. Hattâ bazılarının avukatlar ordusu vardır. Bu ordunun görevi, hakkı tesis etmek ve adaleti sağlamak değildir. Büyük şirketleri ve zenginleri kollamaktır. Onların yargılanmalarını önlemektir. Bunu başaramadıkları takdirde ceza almadan kurtulmalarını sağlamaktır. Avukatlar böyle yaparak, sadece zenginlerin değil, kendi cüzdanlarını da kabartmaktadırlar.

Avukatları aracılığıyla, sürekli olarak adaletin pençesinden kurtulanların, kendiliklerinden insafa gelip, insanları ezmekten vazgeçmelerini beklemek saflık olur. Aksine kazançlarını daha çok artırmak için, daha fazla gaddarlaşmaları ihtimali kuvvetlidir. Çoğu zaman gaddarlaşmalarına bile gerek yoktur. Çalıştırdıkları zeki avukatları, onlara daha kolay yollar önereceklerdir.

Aslında, her insan kendi hayatında, bu durumu müşahede edeceği olaylar yaşamaktadır. Toplum içerisindeki sayıları çok az olan güçlüler, avukatları vasıtasıyla güçlerine güç katmayı sürdürmektedirler. Büyük çoğunluğu teşkil eden fakir ve orta halliler ise, giderek zayıflamaktadırlar. Her okuyucunun kendi yaşadıklarına bakarak vereceği, onlarca örnek vardır. Bu nedenle, biz örnek vermeyeceğiz.

Avukatlık sisteminin bu uygulamalarının, ülkedeki eşitsizliğin artmasına nasıl etki yaptığına bakalım. Durumu anlamak için, rakamlara kısaca göz atalım. ABD’deki avukat sayısının nüfusa oranı, Japonya’dakinin 17 katıdır. Bilindiği gibi ABD, gelişmiş ülkeler içerisinde, eşitsizliğin en fazla olduğu ülkedir. En zengin %10 ile en fakir %10 arasındaki gelir farkı 18 kat civarındadır.

Türkiye’deki avukatların sayısı da, her yıl hızla artmaktadır. Nüfusa oranlanınca, Türkiye’deki avukat sayısı, ABD’ninkilerden 3 kat fazladır. Türkiye, en zengin ve en fakir %10 arasındaki fark açısından, OECD ülkeleri içerisinde en kötü ilk üç ülke arasında yer almaktadır. Gençlerdeki yoksulluk oranı açısından ise, daha kötü durumdadır. OECD ülkelerinin en yoksul gençleri Türkiye’de yaşamaktadır. Türkiye’de, OECD ortalamasının iki katından fazla yoksul genç vardır.

Rakamların dili gösteriyor ki, dünyada avukatların sayısı artarken eşitsizliğin oranları da artıyor. Tarih içerisinde, avukatlık mesleğinin olmadığı, insanların kendi savunmalarını kendilerinin yaptığı dönemlerdeki eşitsizlik hakkında elimizde veri yok. Ama günümüzden sadece 50 yıl öncesine baktığımızda bile, eşitsizliğin günümüzden daha az olduğunu görmekteyiz. En azından insanların aldıkları ücretler arasındaki eşitsizlik, günümüzdekinin çok azı durumunda. Nitekim ABD’de 1965 yılında en üst yöneticinin elde ettiği gelir, tipik bir işçinin 24 katı iken, bu rakam 2010 senesinde tam 243 katına çıkmış.

Avukatların sayılarındaki artışla birlikte, avukat başına düşen kazançlarda da, diğer mesleklere göre, artış yaşanmaktadır. Bu durum, zeki insanların, mühendislik ve temel bilimler gibi alanları seçmek yerine, hem eğitimi hem de ifa edilmesi daha kolay olan avukatlığa doğru meyletmelerine sebep olmaktadır. Ülkenin zeki insanlarının, mühendislik ve temel bilimlerden uzaklaşmaları, o ülkenin kalkınma mücadelesini olumsuz yönde etkilemektedir.

Zaten bir ülkedeki eşitsizlik, o devletin halkının kalkınmasını olumsuz etkilemektedir. Çalışanları gayrete getirecek isteklendirmenin sağlanması, zorlaşmaktadır. Dolayısıyla, eşitsizliğin arttığı ülkelerdeki kalkınma, ya azalmakta ya da halka yansımamaktadır.

Eşitsizliğin daha az olduğu ülkelerin politikacıları, karar alırlarken, eşitsizliğin çok olduğu ülke idarecilerine göre daha rahatlar. Aldıkları kararların uygulanması ihtimali de, daha yüksek. Bu durumun sebeplerinden birisi de, eşitsizliğin az olduğu ülkelerdeki avukat sayısının azlığı ve avukatlarının içerisinde hukukun üstünlüğü prensibine uyanların oranlarının fazlalığıdır.

Yukarıdaki aktarılanlardan anlaşıldığı gibi, ülkeler kalkınmak ve eşitsizliği azaltmak istiyorlarsa, eğitim sistemlerini gözden geçirmekle işe başlamalıdırlar.

Sosyal kategorisine gönderildi | AVUKAT SAYISI İLE EŞİTSİZLİK VE KALKINMA BAĞI için yorumlar kapalı

KÖTÜLÜĞÜ AFFEDELİM, AMA

KÖTÜLÜĞÜ AFFEDİP ISLAH ETMENİN MÜKÂFATI ALLAH’ADIR

 

(Not: Bu yazı Ekim 2014’te yayınlanmıştı, silindiğinden aynen yayınlıyoruz)

Şura Suresi 40: “Kötülüğün cezası da misliyle kötülüktür. Fakat her kim affedip ıslah ederse, onunda mükâfatı Allah’adır. Şüphesiz O, zalimleri sevmez.”

43: “Her kim de sabreder, suç örterse işte o üstün davranışlardandır.”

Nahl Suresi 128: “Zira muhakkak ki Allah, iyi korunanlar ve hep güzellik yapanlarla beraberdir.”

 Fussilet Suresi 34: “Hem iyilik ile kötülük bir olmaz, sen kötülüğü en güzel olan iyilikle sav. O zaman bakarsın ki seninle arasında bir düşmanlık bulunan yakın bir dost gibi olmuştur.”

Tolstoy, “Her şeye Rağmen Sevgi” adlı eserinde bir kahramanını anlatırken şöyle der: “Kalp temizliğinin kendin için çalışmaktan vazgeçince gerçekleştiğini, ondan sonra başkalarının kalplerini temizlemenin mümkün olduğunu anlamış.”

Aynı kahramanı için olayların sonunda “Kendi kalbinin iyice yandığı zaman başka kalbi ateşlediğini anlamış” der.

Yine aynı kahramanı için şöyle bir tanım yapar: “Ölüm korkusunu bırakıp hayatı Allah’a bağışlayınca taş gibi yüreğin yumuşadığını, uysallaştığını ve boyun eğdiğini anlamış.”

Bu anlayışlara ulaşmak, Allah’ın verdiği hidayeti, kabul etme ile olur. İnsanların arasında, Tolstoy’un kahramanı gibi, gerçek huzurlu hayatın işleyişini anlayanlar çok sayıda vardır. Ama bunlar mütevazı yapılarından dolayı fark edilmeyebilirler.

Böyleleri için Yusuf has Hacib “Kutadgu Bilig” adlı eserinde şöyle der: Beyit numarası 3920- “Bak, Tanrı sevdiği kulunu gizler, halk bu kullar arasında onları tanıyamaz.”

Beyit 5201- “Bütün bulanıklıkları arıtayım dersen, kendi ruhunu arıt; halk ister istemez sonunda durulur.” Hükümdara tavsiyelerinde şöyle der: Beyit 5209- “Tabiatın doğru ve davranışların temiz olsun; yol arkadaşın akıl, danışmanın bilgi olsun.”

Demek ki arınmaya önce kendimizden başlamak gerekir. Büyük cihat, insanın kendi nefsiyle yaptığıdır. Küçük cihat, Allah’a şirk koşanlara ve zalimlere karşı yapılandır.

Arınmayı sağladıktan sonra kararlarımızı alırken, yol arkadaşımızın akıl olmasını tavsiye eder. Danışmanımızın bilgi olması durumunda daha az hata yapılacağını vurgular.

Ancak, affedip ıslah etmeye çalışmanın da bir sınırı vardır. Allah Kur’an’ın da çeşitli ayetlerde bu sınırı Kendisi çiziyor.

A’raf Suresi 30: “Bir kısmına hidayet buyurdu, bir kısmına da sapıklık hak oldu; çünkü bunlar Allah’ı bırakıp şeytanı dost edindiler. Bir de kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler.”

Nisa Suresi 88: “O halde siz niye münafıklar hakkında iki grup oluyorsunuz? Allah onları kazandıkları günah yüzünden terslerine döndürdüğü halde, Allah’ın saptırdığını yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah her kimi saptırırsa artık sen ona yol bulamazsın.”

Secde Suresi 22: “Rabbinin ayetleriyle nasihat edilip de, sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim de kim olabilir? Muhakkak ki biz suçlulardan intikam alırız.”

O halde gösterilen hoşgörü sınırını aşanları, yapılan nasihatleri dinlemeyenleri, verdikleri sözlerden cayanları, yalanı rehber edinenleri ve böylece şeytanı dost edinerek zalimleşenleri cezalandırmak, Allah’ın uygulamaları arasındadır.

Allah’ım, Sen merhametlilerin en hayırlısısın.

Allah’ım; insanların hidayete erebilmeleri için onlara irade gücü ver, Senin gönderdiğin ayetleri anlayabilmeleri için onlara anlayış ihsan eyle. Bizleri insanların diriltilecekleri gün utandırma Allah’ım.

Senin her şeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KÖTÜLÜĞÜ AFFEDELİM, AMA için yorumlar kapalı

SÜREKLİ BAŞKALARINI SUÇLAYAN TOPLUMLAR

YAŞADIKLARI OLUMSUZLUKLARIN SEBEBİNİ BAŞKALARINA YÜKLEYENLER, SIKINTIDAN KURTULAMAZLAR

 

Başlıktaki durum sadece fertler için değil, aileler, toplumlar, ülkeler, ümmetler ve sonunda bütün insanlık için geçerlidir. Bu sitede daha önce yayınladığımız “Önce Kendimizi Sorgulama” başlıklı makalemizde, konuyu bireyler açısından ele almıştık. Bu sebeple bu yazımızda, guruplarla ilgili yönlerini ele alarak irdelemeye çalışacağız. Bu incelememizi yaparken, bahsedeceklerimizin, sadece “kitabi” nitelikte olmaması ve hayattan kesitlerle desteklenmesi için konuyu, kendi yaşadığım olaylardan istifade ederek açıklamaya çalışacağım.

Benim gençliğim, demokrasi ile idare edilen bütün ülkelerdeki gençlerin, en hareketli olduğu bir döneme rastlar. Ülkelerindeki olumsuzlukları gören gençler, bu durumu düzeltmek için kolları sıvamışlardı. Yalnızca kendi ülkelerini değil, bütün insanlığı düzelmek için yola çıkmışlardı.

Gençlerin hedefleri çok güzeldi. Ama dikkat etmedikleri ufak bir husus vardı. Düzeltmeye kendilerinden başlamayı unutmuşlardı. Kendi bireysel hatalarını görememişlerdi. Yaşadıkları olumsuzlukların sebeplerini tamamen kendileri dışındakilere yükleyerek, dünyayı güzelleştireceklerini zannetmişlerdi.

Kendi yaşadığım dönemdeki anlayışlardan bazı kısa örnekler vererek, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışalım. O sıralarda gençler arasında üç gurup vardı. Birincisi, benim de içinde olduğum milliyetçiler idi. İkincisi dini guruplardı. Üçüncüsü, Marksist anlayışı savunan sosyalistler veya komünistlerdi. Aslında bu üç gurup, sadece Türkiye’de değil, gençlik olaylarının olduğu bütün ülkelerde mevcut idi.

Bu üç guruba mensup insanları, yazımızın başlığıyla ilgili olarak incelediğimizde, üçünün birbirine benzeyen yönlerinin olduğunu görmekteyiz. Elbette bu guruplara mensup her fert, aynı yapıda değildi. Ama biz, guruptakilerin çoğunluğunun sahip olduğu anlayış açısından değerlendireceğiz.

Milliyetçiler, Türk tarihinin şanlı sayfalarından çıkıp günümüze gelemiyorlardı. Dini guruplardakiler, “asrısaadet” denilen ve kısa süren bir dönemin dışına çıkamadıkları için zaten günümüze gelemiyorlardı. Marksist düşüncede olanlar ise, geçmişte yaşamıyorlardı. Kendi zihinlerinde oluşturdukları ve hayal ürünü olan gelecekte yaşıyorlar, günümüze gelemiyorlardı. Yani üç gurubun mensupları da, günümüzü yaşamıyorlardı.

Bu üç gurubun mensupları da, hatayı geçmişte yaşanan olaylara yüklüyorlar, suçu başkalarına atıyorlardı. Milliyetçilere göre, suç devşirme sadrazamlarda ve medreselerden fen bilimlerinin kaldırılmasında idi. Dindar olduklarını söyleyenlere göre, Emevi sülalesinin yöneticilerinin, Ehli Beyte karşı gaddar davranışları İslâm’ı rayından çıkarmıştı, ama asıl suçlu, Cumhuriyet ve “Kemalistler” idi. Marksistlere göre ise, tek suçlu sermaye sahipleri idi.

Milliyetçi insanlar, “Ey Türk, titre ve kendine dön” sözünü, birey olarak kendileri uygulamıyorlardı. Bu sözü, kendi arkadaşları dâhil, karşılarındakilere söylüyorlardı. Kendilerini, zaten titremiş ve kendine dönmüş olanlardan addediyorlardı. Bu durumda bütün suç, kendileri dışındakilerdeydi.

Dini gurup mensupları, Hz. Ömer’e atfedilen “bugün Allah için ne yaptın” sorusunu, kendilerine sormuyorlardı. Onlar da bu soruyu kendi arkadaşları dâhil karşılarındakilere soruyorlardı. Kendilerinin, zaten Allah’ın sevdiği kullardan olduklarını zannediyorlardı. Bu durumda bütün suç, kendileri dışındakilerdeydi. Hattâ suçladıkları bu insanlardan bazıları “biz de Müslümanız” deseler bile, dini guruplar, kendileriyle aynı anlayışta Müslüman olmadıklarını düşündükleri insanları da suçluyorlardı.

Marksistler, “tek yol devrim” inancının peşinde giderken, devrim yapmak için nasıl bir donanıma sahip olmaları gerektiğini sorgulamadılar. Marksistler, halkın bilinçsiz olduğunu varsaydıklarından, devrime ancak silahla ulaşılabileceğini düşündüler. Dolayısıyla, kendileri dışındaki bütün insanları suçladılar. Böylece devrim yapabilmek için şart olan sorgulama, araştırma çok çalışma ve insanları ikna etme gibi zorluklarla uğraşmadılar.

Dolayısıyla bu üç gurup da, yaşadıkları sıkıntıların kendileri dışındakilerden kaynaklandığına, hem dış güçlerin hem de onların yerli işbirlikçilerinin, kendilerine kumpas kurduklarına inanıyorlardı. Bu üç gurubun düşüncelerinin ne kadar işe yaradığını, günümüzdeki konumlarına bakarak anlayabiliriz.

Günümüzdeki milliyetçiler, ülkenin en çok sıkıntıda olan gurubu durumundalar. Geçmişteki ölümüne mücadelelerine hayıflananların sayısı giderek artıyor. Hâlbuki milliyetçiler, tarihlerini iyi inceleselerdi, atalarının anlayışlarını yeterince algılasalardı, bu duruma düşmezlerdi.

Bilindiği gibi, Türkler Anadolu’ya son gelişleri olan Malazgirt Savaşı’ndan çeyrek yüzyıl gibi kısa bir süre sonra, Haçlı Seferlerine muhatap oldular. 600.000 kişilik bir Haçlı ordusu Anadolu’ya girdi. O dönemde, Türkler Anadolu’da azınlık idiler ve nüfusları net bilinmiyor, ama 1,5 milyondan az olması ihtimali kuvvetli. İşte Türkler, böylesine büyük bir badireyi atlattıktan sonra tekrar toparlanıdılar. O zamanların vakayı nüvislerinin anlatımına göre, Anadolu’yu kısa sürede bayındır hale getirdiler. Bu defa doğudan gelen Moğol seferlerine muhatap oldular. Onu da atlattıktan sonra tekrar büyük bir devlet ve büyük bir medeniyet kurdular. Bu sırada Batı, deniz yollarını kullanarak, Türklerle karşılaşmadan, dünyanın kalan kısmını sömürmeye başladı ve maddeten hiç tahmin edilemeyecek kadar güçlendi. Bu gelişmelerin sonunda, Türklerin devleti Avrupalılara göre çok zayıf duruma düştü. Ama Türkler, durumlarını toparlayarak yeni bir devlet kurdular ve devletlerini tekrar güçlendirdiler.

Çok kısa olarak özetini verdiğimiz bu atılımları yapan Türklerin, sahip oldukları düşünce yapısı, günümüz milliyetçilerinden çok farklı idi. Günümüzdekilerin ataları, başlarına sıkıntı geldiğinde kabahati başkalarına yüklememişlerdi. Kim bize komplo kurdu dememişlerdi. Hatayı öncelikle kendilerinde aramışlar ve bu durumdan nasıl kurtulacakları üzerine kafa yormuşlardı. Dolayısıyla da, her defasında da başarılı olmuşlar, sıkıntıları atlatmışlardı.

Dini guruplardakilerin anlayışları da, milliyetçilerinkine benziyor. Dini guruplar, geçmiş dönemlerdeki gelişmeleri anlatırken, en çok, Müslüman bilim adamlarıyla övünürler. Onların çalışmalarını, icatlarını övgüyle ve bazen abartarak anlatırlar. Üniversiteyi, ilk defa Müslümanların kurmuş olduklarını, gururla bahsederler. Ama o güzel insanların anlayışlarını yakından irdelemedikleri için, bu güzelliklere ulaşan şahısların her birinin öncelikle kendilerini sorguladıklarını ve çok çalıştıklarını göremediler. Bu sebeple günümüzün dini gurupları, kendilerinin yolsuzluğa ve soysuzluğa battıklarını örtmek ve tembelliklerini gizlemek için, hep karşı tarafı suçladılar. Övündükleri Müslüman insanların maddeten güçlü olduklarını düşündüklerinden herhalde, sadece maddi güce sahip olmayı hedeflediler. Bu duruma ulaşmak için, her yol mubah anlayışıyla davrandıklarından, zenginlediler. Fakat gururla övündükleri Müslümanların sorgulayıcı ve araştırıcı yapılarıyla hiçbir bağlantıları kalmadığı, günümüzdeki durumlarından anlaşılıyor. Dini gurup mensuplarının konumları, övündükleri insanlarla karşılaştırıldığında, cennet ile cehennem arasındaki fark gibi birbirine zıttır. Bu anlayış farkından dolayı da, karşılaştıkları sıkıntıların suçlarını, komplo teorileri üreterek başkalarına yüklemeye devam ediyorlar. Bu anlayışları sürdüğü müddetçe, toparlanma ihtimalleri çok zayıf.

Marksistlerin durumu için, diğer guruplarla ilgili olarak aktardığımız şekliyle, komünizmin uygulanış tarihinden gösterilebilecek güzel örnekler yok. Marksistler için söylenebilecek bir şey, Marks’ın yaşantısıyla pek bir ilgilerinin olmadığıdır. Karl Marks, ömrü boyunca maddi sıkıntı içerisinde yaşamıştır. Ailesini geçindirmekte zorlanmıştır. Ama karşı çıktığı sermayedarlarla birlik olarak zenginlememiştir. Günümüz Marksistlerinin önemli bir bölümü ise, zengin olma hedefindedir.

Tarihten verdiğimiz örnekler de gösteriyor ki, kendilerini sorgulamayarak suçu başkalarına yükleyen toplumlar, sıkıntıdan kurtulamıyorlar.

Gençlik, Sosyal kategorisine gönderildi | SÜREKLİ BAŞKALARINI SUÇLAYAN TOPLUMLAR için yorumlar kapalı

KANAATKÂR OLAN İNSAN VE TOPLUM BAĞIMSIZDIR

KANAATKÂR OLAN İNSAN VE TOPLUM BAĞIMSIZDIR

 

Kanaat etmek, dünyadan elini-eteğini çekip, “bir lokma, bir hırka” anlayışıyla ahiret için yaşamak değildir. Çalışmadan gelen yardımlarla geçinmek de değildir. Yaşamaktan amaç, bulduğunla yetinmek olmamalıdır. Gerçek ihtiyacı, insanlık onuruna uygun olarak asgari bir şekilde sağlamaya çalışmak olmalıdır. Kanaatkârlık, kendi gerçek ihtiyacından fazlası için de çalışmayı gerektirir. Ama ihtiyaçtan fazlasına sahip olmak amacıyla ve hırsıyla çalışmak kanaatkârlık değil, tamahkârlıktır.

Mal varlığı az olan kişi, fakir insan demek değildir. Fakir insan, sahip olduklarıyla yetinmeyerek, hırs içerisinde daha çoğunun peşine düşen kişidir. Yoksulluk konusuna bu açıdan baktığımızda, fakir ülke tanımının da farklılaştığını görürüz. Kişi başına düşen milli gelirin az olması, o ülkenin fakir olduğunu tam anlamıyla göstermez. Sadece gelirlerinin düşüklüğünü gösterir. Böyle bir ülke, gerçekten yoksul olabileceği gibi, olmayabilir de.

Eğer bir toplum, maddi açıdan daha çoğunun peşinde koşan bir hırs içerisinde ise, o ülkenin milli gelirinin bir önemi yoktur. O toplum, fakir demektir. Çünkü hep daha çoğuna tamah ettikleri için, ihtiyaçlarının sonu gelmez. Dolayısıyla, her dem ihtiyaçlarını karşılayamamış durumdadırlar.

Eğer bir toplum, kendiişlerini kendileri yapıyor, gerçek ihtiyaçları kadarıyla yetiniyorsa, o ülke zengin sayılır. Böyle bir ülkenin insanları, aynı zamanda kendilerini mutlu hissederler. Bu ortam, zengin ama mutsuz insanların ülkesi olmaktan daha iyidir.

Maddi gücü fazla olan devlet ile daha güçsüz devlet arasındaki en önemli fark, sahip oldukları silahlar açısındandır. Ancak, maddi gücü daha zayıf ama insanları paraya tamah etmeyen devletlerin, nice güçlü devletleri yendiğine tarih şahittir.

Yöneticiler, vatandaşlardan tasarruf etmelerini isterler. Böylece, ekonominin çarklarının daha iyi işleyeceğini düşünürler. Toplumu ve yöneticileri bu söylemlerle ikna etmeye çalışanlar, ekonomik büyüme hedefinden başka bir şey düşünemeyen ekonomistlerdir. Onların bütün bildikleri, döviz-faiz tahterevallisidir. Toplumu ve yöneticileri döviz-faiz kıskacı arasına sıkıştırırlar.

Hâlbuki tasarruf, erdemin bir alt unsurudur. Asıl olan tasarruf değildir. Asıl olan erdemdir. Erdemsiz tasarruf, insanların daha çok çile çekmelerine sebep olur. Aslında ihtiyaçları olmayan bir şeyi almak için tasarruf yapmaya çalışmak, işkence gibidir. Kendi asgari ihtiyaçlarını giderdikten sonra, başkalarının da ihtiyaçlarını gidermelerine vesile olabilmek için tasarruf yapmak, erdemli bir tasarruftur. Erdemli bir tasarruf, arkadaşlığı ve dostluğu pekiştirir. Bu amaçla tasarruf yapan kişi mücadelesi sırasında gergin olmaz. Kendisi için değil, dostları için de gayret ettiğinden çevresinde sevilen bu insan, aksine neşeli bir kişi haline gelir. Bu ortam, onun daha nüktedan bir kişi olmasına vesile olur.

Ekonomistler, hayatı, üretim ve tüketim ikilisinden ibaretmiş gibi algılamaktadırlar. Hâlbuki mutfak ile tuvalet arasında geçen bir hayatın hiçbir anlamı yoktur. Bu şekilde 1000 yıl yaşayan bir insan, insanlığa katkıları açısından bakılınca, yaşamamış gibi kabul edilebilir.

Dolayısıyla ekonomistler, konuya farklı açılardan da yaklaşarak, sadece büyümeyi değil, hem büyümeyi hem de insanların huzurunu hedeflemelidirler. Hedef, yalnızca kalkınma değil de, huzurlu ve anlamlı bir hayat olunca, ekonomiyi yönetme anlayışı da değişmelidir. Ekonomi, artık, sadece ekonomik kurallarla yönetilmemelidir. Bu anlayış değişikliği hepimiz için geçerli olmalıdır. Hayata bakışımızı değiştiren bu anlayış, hem bireysel olarak bizim tavırlarımızı, hem de ülke ekonomisinin idaresindeki uygulamaları etkilemelidir.

Yalnızca ekonomik kurallarla yönetilen ve bu anlayışla büyüyen ekonomilerin, insanları mutlu ettiği söylenemez. Bir ülkenin sadece ekonomik kurallarla yönetilmesi, ülke insanlarının bireyselleşmesine vesile olmaktadır. İnsanlar bireyselleştikçe, kişilerin birbirinden farklı yapılarda olacağı zannedilir. Ama aksine, insanlar tek tip olmaya doğru yönelirler. Fertlerin hedefleri birbirine benzediği için, düşünceleri de benzeşir. Düşüncelerin benzeşmesi, davranışlarını da aynılaştırır. Dolayısıyla fertler arasındaki tek fark, her bireyin kendi menfaatini düşünmesinden ibaret hale gelir.

Eğer insanlık, yalnızca ekonomi çerçevesinden bakılarak ilerlemesini sürdürürse, insanlar, dünyanın tamamını ticari bir nesne olarak görmeye başlar. Alıcısını bulduğu her şeyi, hattâ mümkün olsa dünyayı bile satmak ister. Belki bizim bu düşüncemizi fazlasıyla hayalperest bulanlar olabilir. Bu şekilde düşünenlerin, günümüzde, cennetten parsel satanların çokluğunu görerek, konuyu bir daha irdelemelerini tavsiye ederim.

İnsanlık bu yönde ilerledikçe, aslı olmayan ihtiyaçlar yaratılıyor. Görsel basını çok iyi kullanan reklamcılar, bu hususta çok başarılılar. Bilindiği gibi, insanların yaşamak için gerekli olan ihtiyaçlarının sınırları vardır. Fakat reklamcıların ve ekonomik kurallarla yönetenlerin yarattığı ihtiyaçların sınırları yoktur. Sınırları olmadığı için sürekli değişen her ihtiyaca ulaşmak, kimsenin başaramayacağı bir mücadele gibidir. Bu hususlarla bağlantılı olarak, bu sitede yayınladığımız birçok yazımızda, çok sayıda örnekler verdik. Dolayısıyla burada vermeyeceğiz.

Burada vurgulamak istediğimiz şey, yaratılan her ihtiyaca ulaşmanın mümkün olmamasından dolayı, insanların kendilerini yoksul gibi hissettikleridir. Amerika’daki yaygın anlayışla, %1 şeklinde ifadesini bulan çok zenginler bile, oturup kendi durumlarını bu açıdan incelediklerinde, istedikleri her şeye ulaşamadıklarını göreceklerdir. Onlar da mutlu olmadıklarını, mutluluğu başka şeylerde aradıklarını itiraf edeceklerdir.

Konuya bu açıdan bakılınca, ister maddeten çok zengin olsunlar, isterse çok fakir olsunlar, hırslarının peşinde koşan bütün insanların bağımlı oldukları görülür. Hepsi, daha çok şeye sahip olabilmek için, başkalarına muhtaçtırlar.

Başkalarına muhtaç olanlar, hiçbir zaman bağımsız olamazlar. Sadece, sahip olduklarıyla yetinenler, kendi kazançlarını kendileri sağlamaya çalışanlar, yani kanaatkâr insanlar ve ülkeler bağımsız olabilirler.

Kanaatkâr toplumlarda, imtiyazlar bir işe yaramaz. Kanaatkâr toplumlarda, eşitsizlik daha azdır. Eşitsizliğin azaldığı toplumlarda, huzur artar.

Kanaatkâr toplumlara dışarıdan müdahale ederek, onları boyunduruk altına alacak sistemleri uygulatmak çok zordur.

Kanaatkârlık, bir hırka bir lokma anlayışı olmadığından, ilerlemeye engel değildir. Ama anlamsız ve insanları mutsuz eden ilerlemeye engeldir.

Allah’ım, bizlere, sadece Senin kulun olup, insanlara karşı bağımsız kalan kullarından olmamız için mücadele azmi ver.

Ekonomi, Sosyal kategorisine gönderildi | KANAATKÂR OLAN İNSAN VE TOPLUM BAĞIMSIZDIR için yorumlar kapalı

İSRAF KONUSU ÜZERİNE

İSRAF KONUSU ÜZERİNE

 

Bu sitede yayınladığımız “Allah İsraf Edenleri Sevmez” başlıklı makalemizde, Kur’an’da anlatıldığı şekliyle israf konusunu incelemeye çalıştık. Ayetlere dayanarak vardığımız sonuçları kısaca şöyle özetleyebiliriz. Bütün evrenin sahibi olan Yüce Yaradan, dünyadaki bütün mülklerin de sahibidir. Mülkü paylaştırmayı, Allah yapmaktadır. Bu paylaştırmada mülk, her insana eşit şekilde dağıtılmamaktadır. Bizlerin toplumsal yönetim sistemini oluşturabilmemiz için, her insana farklı özellikler vermiştir. Bazılarımıza daha fazla rızık vermiştir. Ancak çok rızık verdiklerinden, az rızık verdikleriyle paylaşmalarını istemiştir. Bu kesin emre rağmen, paylaştıracağız diyerek israf etmememiz istenmiştir. Yani ne saçıp savuracağız, ne de cimrilik edeceğiz, ikisi arasında denge kuracağız.

Bu yazımızda ise konuya başka açıdan yaklaşmaya çalışacağız. Nelerin israf olarak kabul edilebileceğini tartışacağız.

İsraf, genel anlamıyla, gerçek bir ihtiyacı gidermek için gerekli olandan daha çok imkânın kullanılması halidir. Bu tanım açısından bakılınca israf, sadece bir insanın kullandığı ve gereğinden fazla olan imkânlar değildir. Bütün insanlığın kullandığı gereksiz imkânlar da, israf kapsamındadır. Yani israf, hem insan olarak hem de insanlık olarak yapılabilir.

Biz aşağıda, herhangi bir sınıflandırmaya tabi tutmadan, çoğumuzun israf olarak düşünmediğimiz, ama aslında israf olan konuları aktaracağız. Yorumlar tamamen sizlere aittir.

Gezegenimizde yüz milyonlarca yılda oluşmuş tabii kaynaklar var. Bu kaynakları birkaç nesilde tüketmek, en büyük israftır.

Gerçek bir ihtiyaca cevap vermeyen şeyleri üretirken, az bulunan kaynaklar kullanılmışsa, israf katmerlenmiş olur. Bu şekilde üretilen şeyden azami fayda sağlanmamışsa, ilave israf yapılmış demektir.

Dayanıksız eşya üretmek de bir bakıma israftır. Tamir edilemeyen veya tamiri yenisinden daha pahalıya malolan eşya üretmek da israftır. Eşyaları daha dayanıklı hale getirmek ve tamir etmek israfı azaltır.

Sanayi atıklarını ve ev atıklarını, dikkatsizce çöp atık haline getirmek israftır. Bu atıkların içerisinden, ufak bir elden geçirme ile kullanılabilecek olanları da atmak, israftır. Atıkları yeniden kazanmaya uğraşmamak israftır.

Daha çok tarım alanında, bazen de sanayi ürünlerinde yapılan garip bir uygulama vardır. Üretim çok olduğu zaman, fiyatları düşürmek için, bir kısmı imha edilir. Bu uygulamalar da israftır.

Biyolojik bir sorunu olmadan şişman bir kişi olmak da, israftır. Sağlığını olumsuz etkileyeceğini bildiği halde tedbirsiz davranarak hasta olmak da israftır. Hem hasta iken kendisinin zamanını kullanamadığı için, hem de kullandığı ilaçlar ve gördüğü tedaviler açısından israf yapılmıştır.

Her insanın, birbirinden bazı farkları olsa bile, girişimcilik, yaratıcılık (geliştirmecilik), sorumluluk gibi özellikleri vardır. İnsanların bu özelliklerini kullanmayarak, sadece kemik-kas ve sinirden oluşan kas gücünü kullanması, israftır.

Ülkelerin saldırı silahlarına yaptıkları yatırım, israftır. Caydırıcılık özelliği var denilerek, nükleer silahlara yatırım yapma da israftır.

Zamanımızın çoğunu mal, bilgi veya hizmetten birisini üretmeden boşa geçirmek de israf olarak kabul edilebilir.

Toplantılarda gereksiz ve uzun konuşmalar yaparak, başkalarının vakitlerini gasp etmek de israftır.

Bu sitedeki “Enerji İhtiyacının İlginç Sebepleri” başlıklı bir başka yazımızda, enerji israfı hakkındaki fikrimizi ifade etmiştik. Yazımızda bahsettiğimiz israflardan ufak bir örnek vererek, israfın boyutunu daha iyi gösterebiliriz. Hayvan yetiştiriciliği için imkânları uygun olan İngiltere, kuzu etini 20.000 km uzağındaki Yeni Zelanda’dan temin etmektedir. Marul ihtiyacının bir bölümünü ABD’nin Kaliforniya eyaletinden sağlamaktadır. Bizim verdiğimiz bu örnekler, başta Türkiye olmak üzere, ülkelerin çoğu için de geçerlidir.

Yukarıda bahsettiğimiz örneklerin çok daha fazlasını okuyucular verebilirler. Verdiğimiz bu örneklerin bazısını israf olarak görmeyenlerimiz olacaktır. Her insan aynı hassasiyeti, aynı yönde gösteremez. Bizim yukarıda sıraladığımız bazı hususları israf olarak nitelememizin bir sebebi de, israf kavramının önemini vurgulamaktır. İsraf konusunu, daha geniş bir bakışla ele alarak daha titiz davranmaya başlamamız bile, insanlığın geleceği için büyük bir kazanç olacaktır.

Genel kategorisine gönderildi | İSRAF KONUSU ÜZERİNE için yorumlar kapalı