İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME 1

İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME KONUSU ÜZERİNE 1

 

Mevlana Celaleddini Rumi’den Elmalılı Hamdi Yazır’a kadar birçok İslâm bilgini, varlık hiyerarşisine dayalı ve madde ile başlayıp manen devam eden bir evrimi savunmuşlardır. Bu fikri ilk ortaya atan Fars asıllı İbn Miskeveyh’tir (932?-1030). Ancak Mevlana, bu hiyerarşiyi, yani, insanın ruhsal, biyolojik ve maddi evrime tabi olduğu fikrini ahirete kadar uzatmıştır.

Amr el Cahız, Bakara Suresi 2/65inci ayete dayandırarak, İslâm’da biyolojik evrimi savunmuştur. (Bu ayet, makalenin ikinci bölümünde ele alınacaktır.) Cahız, bu ayete dayanarak, yapay canlı yapılabileceğini de savunmuştur. İbni Haldun, biyolojik evrim fikrine sosyolojik evrimi ekleyerek geliştirmiştir. İslâm’da anlık sıçrama (tafra veya mutasyon) yoluyla evrimi savunmuşlardır.

Bu fikre göre, bazı varlıklar diğerine dönüşür. Bu dönüşümler, bitip tükenmeden devam eder. Her bir varlık ait olduğu basamaktan bir üste yükselme ve dönüşme yeteneğine sahiptir. Bu yeteneğe sahip olan varlıklar, bazen de dönüşür. Madenlerden bitkilere, oradan da hayvanlara muazzam bir yükseliş söz konusudur. Yani hurma ve üzüm, sedef ve salyangoza, maymun insana, insan meleğe insilah edebilir (geçebilir).

Evrimi savunan bu âlimler, bu başkalaşım şeklindeki evrimin kendiliğinden olduğunu iddia etmezler. Bunları, Allah’ın oluşturduğunu düşünürler. Bu sebeple, biz bu iki makalemizde de konuyu, Kur’an ayetleri yönünden inceleyeceğiz. Tanrı’nın bize verdiği aklı kullanarak, iddialarının mantığını irdeleyeceğiz.

Mevlana bir şiirinde şöyle der:

Bir madendim, öldüm ve bitki oldum

Bitkiydim, öldüm ve hayvan oldum

Hayvandım, öldüm ve insan oldum

Öyleyse ölümden korkmak niye?

(Şiirin devamı şöyle: Hiçbir sefer kötüye dönüştüğüm veya alçaldığım görüldü mü? Bir gün insan olarak ölüp, nurdan bir mahlûk, rüyaların meleği olacağım. Fakat yolum devam edecek. Allah’tan başka her şey kaybolacak. Hiç kimsenin görüp duymadığı bir şey olacağım. Yıldızların üstünde bir yıldız olup, doğum ve ölüm üzerinde parlayacağım.)

Şiir böyle olunca, çıkarılan anlamlar da çok farklı olmuştur. Kimisi, reenkarnasyon olarak anlamıştır. Kimisi, fizyolojik bir evrim olmayıp, ruhsal gelişme ve kâmil olma şeklinde yorumlamıştır. Ama şiirle ilgili olarak Mevlana’nın aslında neyi kastettiği bilinmemektedir. Bu hususta, sadece fikir yürütmeler vardır.

Gerçekten de şiir, farklı anlamlar çıkarmaya çok müsait dizeler içermektedir. (Şiirin, parantez içerisindeki koyu renklendirilmiş sözlerini tekrar okuyup anlamaya çalışırsak, zorluğu kendimiz de görürüz. Ben anlayamadım.)

Eğer Mevlana bu şiiriyle, yalnızca ruhsal gelişimi ve kâmil insan olmayı, yani tekâmülü anlatmak istemiş olsaydı, böyle bir şiire ihtiyaç duymazdı diye düşünüyorum. Yine kendisine ait olan “hamdım, piştim, yandım” sözü yeterli olurdu.

Diğer taraftan, şiirdeki, “hiçbir sefer kötüye dönüştüğüm veya alçaldığım görüldü mü” sözü, Kur’an’da anlatılanlarla çelişmektedir. Şöyle ki;

Araf Suresi 7/179: Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğu cehennemliktir. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.

Anlaşılan o ki Mevlana, şiirindeki “hiçbir sefer kötüye dönüştüğüm veya alçaldığım görüldü mü” sözüyle, muhtemelen kendisini anlatmış. Kur’an’da bahsedilen ve hayvanlardan daha aşağı olan diğer bazı insanların davranışlarını dikkate almamış.  Eğer amaç, sadece kendi ruhsal gelişimini anlatmak olsaydı, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, “hamdım, piştim, yandım” demesi yeterliydi. Ama böyle söylemeyip, şiirdeki yaşam macerasına madenlerden başlayınca, sadece kendi hayatını değil, insanlığın geçmişini de anlatmak istediği kanaati oluşuyor. Bu sebeple biz de, âlimlerin anlattığı bu konuyu, insanlığın serüveni açısından ele alacağız.

Bu sitede yayınladığımız, “İnsan, Hem Bu Dünyaya, hem Ahirete Aittir” başlıklı yazımızda ifade ettiğimiz düşüncelerimin bir kısmını, bu makale konusuyla bağlantılı olduğunu düşündüğümden tekrar veriyorum:

“Akıl, bu dünyaya aittir, ruh ise ahirete aittir. Diğer bir deyişle, akıl bu dünyadan, ruh semadandır.

Akıl ile geliştirdiğimiz bilim bu dünyadan, sahip olduğumuz özgürlük semadandır.

Akıl ile oluşturduğumuz düşünce bu dünyadan, idrak ve irade semadandır.

Yani, Biyolojik yaşam bu dünyadan, insani duygular semadandır.”

Bu durumda madenden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana, insandan meleğe geçişteki; ruh, özgürlük ve duygular gibi manevi boyutlar nasıl evrimleşmektedir? İslâm âlimleri bu evrimin kendiliğinden olmayacağını bilirler. Muhtemelen düşündükleri şey, Yüce Yaradan’ın, yeni halimize göre (bitki, hayvan, insan veya melek olma hali) yeni akıl, yeni ruh ve yeni duygular verdiği şeklinde olabilir.

İslâm bilginlerinin madenden-meleğe doğru giden evrim düşüncelerini, konuyu irdelemeden reddedemeyiz. Çünkü biz biliyoruz ki, Allah’ın gücü her şeye yeter. Ancak, burada sorulacak soruların bazıları şunlardır:

Her şeye gücü yeten Yüce Yaradan, bir varlığı, neden, madenden bitkiye geçirsin ve ona yeni bir ruh versin? Aynı şeyleri neden bitkiden; hayvana, insana ve meleğe geçerken yapsın?

Madenleri, bitkileri, hayvanları ve insanları imtihan edip, başarılı olanları mı bir üst varlığa dönüştürüyor? Eğer böyleyse, Yüce Yaradan’ın, sonucu böyle olacak bir imtihan hususunda madenlere, bitkilere, hayvanlara ve insanlara haber verdiği bir kutsal kitabı var mı? Eğer hiçbir varlığın (maden, bitki, hayvan, insan), bu imtihandan haberi yoksa onların suçu ne? Böyle bir uygulama Allah’ın zerrece şaşmayan adaletiyle çelişmez mi? Bu durum Hinduculuktaki, hattâ Budizm’deki, başka bir varlıkta yeniden doğma fikrine benzemiyor mu?

Eğer Yüce Yaradan, yarattığı varlıkların ölümünden sonra böyle bir uygulama yaparak, onları bir başka tür olarak geri gönderecekse, cennet ve cehennem diye bir sistemi yaratmasının anlamı nasıl olur? Kötülük yapanlar cehennem ile cezalandırılmayacak, iyilik yapanlar cennet ile mükâfatlandırılmayacak ise, vaadi en gerçek vaat olan bir Yüce Yaradan’dan bahsedilebilir mi?

Her şeye gücü yeten bir Tanrı, her türü, doğrudan bağımsız olarak yaratmak yerine neden böyle bir yöntem izlesin?

Eğer, eski dönemlerdeki âlimler, Allah’ın, canlıları yaratma kurgusunu, her bir canlının kendisine verilmiş bir görevi olduğunu, yeryüzündeki halifeliğini dağlara, taşlara teklif ettiğini, ama onların kabul etmeyip insanın kabul ettiğini daha iyi kavrayabilmiş olsalardı, yukarıdaki sorulara gerek kalmazdı ve varlıklar arası geçişten bahsetmezlerdi.

İslâm âlimlerinin hataya düşmelerinin, muhtemel bir başka sebebi daha var.  Bu durum, Hz. Âdem’in ilk insan olduğunu düşünmeleri sebebiyle yaptıkları yanlışla benzeşmektedir.

Hâlbuki Yüce Yaradan’ın, bir tek Hz. Âdem’i yaratıp, ondan eşini ve ikisinden de çocuklarını yaratarak, çocuklarının kardeşler arası aile içi ilişkilerle çoğalmalarını sağladığı düşünülebilir mi? Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın bir batında doğan ikizleri, bir sonraki batında doğan ikizlerle evlendiklerinde, kardeşleriyle evlenmiş olmuyorlar mı? (Bu konuyla ilgili olarak, Kur’an ayetlerine dayanarak yaptığımız geniş açıklamaları, bu sitede yayınladığımız “Hz. Âdem Konusu Üzerine” başlıklı seri makalelerimizde yaptığımızdan burada bahsetmeyeceğiz.)

Bu sebeple, aynı anda çok sayıda âdemler ve onlardan da eşlerini yaratarak ve aile içi ilişkileri yasaklayarak, her türü kendi içinde bağımsız ve ilk yaratışta çok sayıda yarattığı hususu, Tanrı’mızın yüceliğine çok daha fazla yakışır. Yani, sadece insanları değil, cansız varlıkları, bitkileri ve hayvanları da birbirinden bağımsız şekilde ayrı ayrı ve aynı çeşitten çok sayıda yaratması, çoğaltması hususu da, Yüce Yaradan’ın yüceliğine çok daha fazla yakışır.

Bütün kâinatı oluşturan, sadece yeryüzünde binlerce çeşit kara bitkileri ve hayvanlarını, on binlerce çeşit deniz bitki ve hayvanlarını yaratmaya gücü yeten bir Tanrı’nın, insan olarak sadece Hz. Âdem’i yaratması, başka ademler yaratmaya gücünün yetmemesi düşünülebilir mi?

Şimdi, Amr El Cahız benzeri İslâm âlimlerinin söylediklerini Kur’an ayetlerine bakarak değerlendirmeye devam edelim.

Evrimi savunanlar; çevre, iklim, hayat tarzı ve benzer şeyleri evrime etken olan sebepler arasında sayarlar. Onlara göre, evrime tabi varlıkların hepsi, Allah’ın iradesiyle yarattığı çekirdek varlıklardır. Her tür, kendi içinde taşıdığı potansiyel kuvvet sayesinde evrimleşir. Bu potansiyeli yerleştiren ise, Allah’tır. Bu fikri savunanlar aşağıdaki ayete dayanmaktadırlar.

Araf Suresi 7/189: Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de ondan yaratan Allah’tır. O, eşini kucaklayıp sarılınca, eşi hafif bir yük yüklendi. Bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden Rableri olan Allah’a şöyle dua ettiler: “Eğer bize salih bir evlat verirsen, biz muhakkak şükredenlerden olacağız.”

Evrimi savunanlar, bu ayetten, “Allah yaratılışı başlatmış, yarattıklarının içine potansiyelleri koymuş, dolayısıyla insanın (canlının) içerisinde henüz açığa çıkmamış bir potansiyel kuvvet olduğu” anlamı çıkardılar.

Bize göre, her türün kendi içerisinde taşıdığı bir potansiyel kuvvet vardır fikri, gerçeği yansıtmaktadır. Bu kuvveti veren de, Yüce Yaradan’dır. Ancak canlının, kendinden eşini yaratması, sadece Tanrı’mızın yapabileceği bir iç kuvvettir. Ayette, “sizi bir tek nefisten yarattı” denilirken, eşlerin, birbirini tamamlayan bir bütünün parçaları olduğu vurgulanmaktadır. Ayetin devamında, eşinin yük yüklenmesi konusundan bahsedilmesi, yaratılışın yine, tek olan Tanrı tarafından devam ettirildiğini gösterir. Biz çok istesek, ama Yüce Yaradan istemese, hiçbirimiz çocuk sahibi olamayız.

İnsan Suresi 76/30: “Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz. Kuşkusuz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Yani Yüce Yaradan’ın bize verdiği potansiyel kuvveti kullanmamız da, Tanrı’mızın iznine bağlıdır. Tanrı dilemezse, değil evrim, üreme bile gerçekleşmez.

Yukarıda verdiğimiz Araf Suresi 189uncu ayette geçen “nefis” kelimesi, fert anlamındadır. Tasavvuftaki nefisin anlamı, insan bedeninden ayrı bir manevi şahsiyetçilik şeklindedir. Biz de, bu sitede yayınladığımız yazılarımızda bahsettiğimiz “nefsine uyma” sözünün anlamını, ferdin kendini düşünmesi olarak bahsettik.

Dolayısıyla, ayetten de anlaşıldığı üzere, Tanrı’nın yerleştirdiği bu iç kuvvet, başkalaşım için değildir. Bu kuvvetin bir hâl’den diğerine geçmek için olduğunu düşünmek yanlıştır. Bu güç, türlerin soylarını sürdürebilmeleri için yumurtlama veya doğrudan doğum kuvvetidir. Ayrıca, türlerin, kendilerinin tamir ve bakımlarını yapabilmeleri içindir. Diğer yandan, türlerin kendi içlerinde taşıdığı kuvvet, karşılaştıkları farklı ve zor ortamlarda yaşamlarını ve soylarını sürdürebilmelerine yardım etmeye yarar.

Günümüzün biliminin ışığında anlıyoruz ki, Yüce Yaradan, bir canlı çeşidini yaratmayı planlarken, önce ona bir yaratılış amacı veriyor. Sonra, canlının yaratılış amacına uygun donanım ve yazılımı içine yerleştiriyor. Nitekim Yüce Yaradan, bize verdiği bu yazılım ve donanıma istinaden, Araf Suresi 172inci ayetle, insanı kendi nefsine karşı şahit tutmaktadır. Bu konudaki geniş açıklamaları, bu sitede yayınladığımız, “Allah, İnsanı Kendi Nefsine Karşı Neden Şahit Tutuyor” başlıklı makalemizde ele aldığımızdan burada bahsetmeyeceğiz.

Dolayısıyla, bilimin ve Kur’an’ın ışığında baktığımızda, evrendeki bütün türlerin, tek olan Tanrı tarafından, birbirinden bağımsız olarak yaratıldığı anlaşılıyor. Her yaratılma ilâhi bir müdahale sonucu oluşmuştur. Dolayısıyla, türler arasında geçiş olabilmesi için, Yüce Yaradan’ın müdahalesi ve “ol” demesi gerekmektedir. Birbirinden bağımsız olan türler, kendiliğinden zaman içerisinde başkalaşacak şekilde evrimleşemezler. Sadece hayatta kalarak soylarını sürdürebilecek ufak değişiklikler yapabilirler. Onu da, Yüce Yaradan’ın içlerine yerleştirdiği kuvvet sayesinde ve Tanrı’nın bu kuvveti kullanmalarına izin vermesi ile başarabilirler. Yani kendiliğinden bir kuvvet söz konusu değildir.

Mevlana ve diğer âlimler, madenden meleğe doğru geçişlerin, kendiliğinden değil, Yüce Yaradan’ın müdahalesiyle gerçekleştiği inancındadırlar. Makalemizin ikinci bölümünde Kur’an ayetlerinden bazı aktarımlar yaptık. Bu ayetlerde, insanın topraktan ve her canlının sudan yaratılmış olduğu ve tesviye edilip düzeltildiği anlatılıyor. Âlimler de bu gelişmeleri madenden-meleğe doğru cereyan eden bir serüven içerisinde düşünmüş olabilirler. Ancak bu hususta Kur’an’da açık bir bilgi verilmemiştir. Makalemizin ikinci bölümünde, Kur’an’da yaratılışla ilgili olan ayetler ele alınarak değerlendirilmeye devam edilecektir.

Bu yazı KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.