İBNİ ARABİNİN TÜRKLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ HAKKINDA

İBNİ ARABİNİN TÜRKLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ HAKKINDA

 

Günümüzdeki bazı İslâmcı yazarlar tarafından, “Arabi’nin kurduğu sistem o kadar etkili oldu ki, sadece zamanının tasavvuf anlayışını değil, günümüze kadar hemen bütün İslâm Dünyasındaki tasavvuf düşüncelerini etkiledi” şeklinde bir savunma yapılmaktadır. Bu sebeple, bu yazımızda iddianın gerçeklik derecesini irdelemeye çalışacağız.

Anadolu’ya gelen Türklerde, 13üncü yüz yılda kurulan tarikatlar aracılığıyla tasavvuf anlayışı oluşmaya başladı. Bu dönemde, bilhassa Moğol istilalarından kaçarak Anadolu’ya gelen çok sayıda mutasavvıf vardır.

Kübreviye tarikatının kurucusu Necmeddin Kübra’nın 1221 yılında ölümünden sonra onun öğrencileri Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya geldiler. Sadeddin-i Hamevi gibi ünlü öğrencileriyle birlikte gelen Necmeddin Kübra’nın müritleri, Anadolu’da bu tarikatı yaymaya çalıştılar.

Moğolların önünden gelen diğer mutasavvıflardan Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babası Bahaddin Veled, onunla birlikte gelen ve halefi olan Burhaneddin Muhakkık-ı Tırmızi de Anadolu’da tasavvufun yayılmasında etkili olmuşlardır. Bunlardan sonra Bahaddin Veled’in oğlu Celaleddin-i Rumi devam etmiştir.

İbni Arabi ise, 1164’te Endülüs’te doğmuş olup, oradan dolaşarak Anadolu’ya gelen mutasavvıflardandır. Arabi’nin Anadolu’da tam olarak kaç yıl kaldığı bilinmemektedir. Ama Endülüs’ten çıkışının 1200 civarı olması, Kahire, Mekke, Bağdat, Şam gibi İslâm kültür merkezlerini dolaşarak, oralarda bir süre kalarak Anadolu’ya gelmesinin 1208 yılından önce olması ihtimali zayıftır. Arabi, Anadolu Selçuklu Devletinin başkenti Konya’da 1223 yılına kadar kaldıktan sonra Eyyubi şehzadesi Melik Eşref’in daveti üzerine Şam’a gitmiştir. Şam’da 1241 yılında vefat etmiştir.

Moğolların zulmünden çekindikleri için Anadolu’ya gelenler, genellikle Maveraünnehir bölgesinin âlimleriydi. Bu bölgenin, İslâmiyet ile tanışmadan önce, dini konularda ve bilimde etkisi pek duyulmamıştır. Ancak, İslâmiyet’ten sonra durum değişmiştir. Çok parçalı olan dini yapı, İslâmiyet şemsiyesi altında toplanmıştır. Bunun sonucu olarak Maveraünnehir bölgesi, İslâm’ın yorumlandığı ikinci büyük bilim ve fikir merkezi haline gelmiştir.

Bu gelişmeler bize, 800’lü yıllarda Türklerin arasında bir süre yaşamış olan Şumama bin el Aşras’ın şu tespitlerini hatırlatıyor. “Eğer onların memleketlerinde peygamberler yaşayıp da, bunların fikirleri kalplerinden geçse, kulaklarına çarpsa idi, sana Basralıların edebiyatını, Yunanlıların felsefisini, Çinlilerin sanatını unuttururlardı.”

İşte, Anadolu’ya gelen âlimler, böylesine güçlü bir bilim ve fikir merkezinde yetişen insanlardı. Böylesine gelişmiş ortamda yetişmiş mutasavvıfların, Anadolu’ya geldikten sonra, İbni Arabi’den ciddi anlamda etkilendiklerini ve onun fikirleri doğrultusunda ilerlediklerini söylemek pek inandırıcı durmuyor.

Diğer yandan, İbni Arabi’nin Endülüs’te yaşadığı gençlik yıllarında, bölgenin en meşhur âlimi İbni Rüşd idi. Hiç görüşmedikleri anlaşılan İbni Rüşd’ün fikirleri ile Arabi’nin Ortadoğu bölgesine geldikten sonra anlattıkları hiç uyuşmamaktadır. Hattâ İbni Rüşd ile birbirine zıt sayılır. Diğer yandan, Arabi’nin Endülüs’teki 38 yıllık yaşamı sırasında yayınladığı bir eseri bilinmemektedir. Dolayısıyla İbni Arabi’nin, Endülüs’te iken oluşturduğu fikirlerini yaymak için memleketini terk ederek dolaşmaya çıktığını düşündürecek bir belgeye sahip değiliz.

Aksine, İbni Arabi’nin belki de Endülüs’te iken sahip olduğu bazı fikirlerini, dolaştığı Kahire, Mekke, Bağdat ve Şam gibi merkezlerde değiştirerek geliştirmiş olması ihtimali kuvvetlidir. Çünkü bu yörelere geldiğinde karşılaştığı âlimlerden, bölgede geçmişte yaşamış meşhur âlimler hakkında daha net ve açıklayıcı bilgiler edindiği muhakkaktır.

Eski meşhur âlimlerden Beyazıd-i Bistami (öl.874), Cüneydi Bağdadi (öl.910), Hallacı Mansur (öl.922) gibileriyle ilgili hikâyelerden etkilenmediğini söylemek güçtür. Çünkü bu âlimlerin, kelime olarak söylemeden dile getirdikleri Vahdet-i Vücud anlayışını, kendisi de net bir şekilde dile getirmemesine rağmen, bu anlayışı sistemli hale getirenin Arabi olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla, İbni Arabi’nin doğduğu ve 38 yıl yaşadığı ortamdan değil, geldiği bu bölgelerdeki fikirlerden etkilendiği aşikârdır. Eğer Arabi, Endülüs’te iken bu âlimlere yakın fikirlere sahip idiyse, bunun sebebi İbni Rüşd değil, yukarıda saydığımız âlimlerin eserlerini okumuş olması ihtimalidir.

Bilenlerin takdir edeceği gibi, Vahdet-i Vücud düşüncesi; anlatımı da anlaşılması da zor ve karışık bir kavramdır. İbni Arabi, kitaplarını yazarken, Vahdet-i Vücud kelimesini kullanmadan açıklamalar yapmaya çalışmıştır. Zaten kendisi karışık olan bir fikri, onu tanımlayacak kelimeleri bile kullanmadan açıklamanın zorluğu ortadadır. İbni Arabi için yapılan eleştirilerin en yaygın olanı, anlattıklarının muğlak ve anlaşılması zor olduğudur. Hâl böyle iken, İbni Arabi’nin hem âlimleri (entelektüelleri) hem de halkı etkilediğini iddia etmenin ne kadar geçerli olduğunun takdirini okuyucuya bırakıyorum. Nitekim Arabi’nin söylediklerini daha anlaşılır bir şekilde açıklamaya çalışmış olan kişi, onun halefi olan Sadreddin-i Konevi’dir.

Diğer yandan, İbni Arabi’nin “insan sayısı kadar Allah kavramı vardır” sözünü düşünelim. Bu sözle anlatılmak istenilen şey, her insanın hayalindeki Tanrı fikrinin farklı olduğudur. Dolayısıyla, İbni Arabi’nin yukarıdaki kendi sözü esas alındığında, insanları etkilemesinin ve yönlendirmesinin çok sınırlı kalacağının bir delili olarak görülebilir. Böyle bir tesirden bahsedilebilmesi için, aksine, insanların üzerinde ittifak yapacakları bir Tanrı fikrini savunuyor olması icap ederdi.

Peki, bu anlattığımız gerçeklere rağmen, İbni Arabi’nin tanınması nasıl oluşmuştur. Arabi’nin övüldüğü yerlerin tarikatlar olduğunu görüyoruz. Ancak konu derinlemesine incelendiğinde, tarikatlardaki bu tanınmışlığın, Arabi’nin ortaya koyduğu fikirlerinden kaynaklanmadığı anlaşılmaktadır. Tarikat şeyhleri, Arabi’yi ziyadesiyle övmüşlerdir. Kendisine şeyhül ekber (en büyük şeyh) demişlerdir. Onu bu şekilde övmelerinin önemli bir sebebi, Arabi’nin bir iddiasına sarılmalarıdır. Arabi, sadece konuşmalarında değil, eserlerinde de, kitaplarında yazdığı bilgilerin, kendisine rüyasında verildiğini iddia etmiştir. Kendisinin Cennete götürüldüğünü, peygamberlerle namaz kıldığını yazdıktan sonra kendisine bu bilgilerin Cennette verildiği iddiasını da eserine kaydetmiştir.

İşte, tarikat şeyhlerinin Arabi’yi çok sevmeleri ve övmelerinin sebebi de bu iddialarını yazması olmuştur. Şeyhler de, şeyhül ekber diye tanıttıkları Arabi’den aldıkları bu destekle, mesnetsiz konuşmalar yapabilmişlerdir. Arabi’yi öven tarikat şeyhleri de, rüyalarında peygamberimizi gördüklerini, Onunla sohbet ettiklerini müritlerine anlatmışlar ve insanları inandırmışlardır. Daha inandırıcı olmak için, müritleriyle konuştuğu sırada bile, peygamberimizin karşısında durduğunu söyleyerek, onunla sohbet ediyormuş gibi tavır almışlardır. Muhtemeldir ki, Arabi eserlerinde böyle iddialarda bulunmasaydı ve şeyhler de Arabi’yi çok övmeselerdi, şeyhlerin müritlerini inandırması daha zor olurdu.

Arabi’nin, çok sayıda karmaşık konuya cevap vermeye çalıştığı görülmektedir. Ancak bu hususlarda açıklamalar yapmaya çalışırken, muğlak kelimeler kullanması, ifadelerinin anlaşılmasının çok zor olması, bir kısım mutasavvıfların tepkisini çekmiştir. Arabi’ye tepki gösteren bu mutasavvıflar, aynı zamanda, Arabi’nin, Cennete götürüldüğü şeklindeki açıklamasındaki olayın, Allah’ın gücü dâhilinde olduğunu düşünmüşlerdir. Ancak böyle bir husus gerçekleşmiş olsa bile, bunun açıklanmasının çok yanlış olduğunu, yazılmasının ise tamamen İslâm’i anlayışa aykırı olduğunu söylemişlerdir. Bu gibi sebeplerle bazı mutasavvıflar Arabi’yi dinsizlikle suçlamışlar ve ona, eş-şeyhül-ekfer (en kâfir şeyh) demişlerdir.

Dolayısıyla, yaşadığı dönemde bile söyledikleri anlaşılmayan, ayrıca dinsizlikle suçlanan birisinin, hem mutasavvıfları hem de halkı etkileyen en önemli âlim olduğunu iddia etmek temelsizdir.

Diğer yandan Arabi’nin, “kâinatta gördüğünüz her şey vehimdir, hayaldir” sözünü düşünelim. Bu sözü anlayarak içselleştirecek halktan birinin olacağını kim düşünebilir. Bu sözü, Arabi’nin aktarmak istediği şekilde anlayacak mutasavvıf bile bulmak zordur. Bu sebeple, “Arabi’nin kurduğu sistem o kadar etkili oldu ki, sadece zamanının tasavvuf anlayışını değil, günümüze kadar hemen bütün İslâm Dünyasındaki tasavvuf düşüncelerini etkiledi” şeklindeki bir savunmanın geçerliliğini okuyucularımıza bırakıyorum. Tasavvuf konusundaki etkileri hakkında daha geniş bilgi ile yorum yapmak isteyenler, bu sitede yayınladığımız “Türklerde Ve Araplarda Müslümanlık Anlayışları Üzerine” başlıklı makalemizden istifade edebilirler.

Görünen odur ki, Arabi’nin etkisi en çok onun Cennete götürüldüğü, rüyalar gördüğü şeklindeki hikâyelerini kullanarak, müritlerini ve insanları aldatmaya çalışan şeyhler aracılığıyla olmuştur. Ama bu etkinin de, onun fikirlerinden ileri gelmediğini anlamak zor değildir.

Arabi’nin etkisi hususunda fikir yürütülürken dikkate alınacak bir başka husus, dil konusudur. O dönemi anlatan belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, halk ve Türkmen Beyleri Türkçe ’den başka bir dil bilmemektedir. Demek ki, Türkçe bilmeyen Arabi’nin, Türkçe ’den başka dil bilmeyen halkı ve Türkmen Beylerini doğrudan etkilemesi söz konusu değildir.

Sonuç olarak Arabi’nin etkisi, şeyhler sayesinde ve tıpkı Atilla Han’ın şu sözündeki gibi olmuştur: “Senin ne yaptığın değil, Hunların, senin ne yaptığını zannetmeleri önemlidir.”

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.