DÜNYA EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU
(Türkiye Ekonomisi ile birlikte birkaç makale şeklinde yayınlayacağımız bu yazılar, Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli kitabımın, Mayıs 2006 baskısından biraz kısaltılarak alınmıştır. Yayınlamamızın amacı, mevcut sistemi irdeleyerek, eksiklerini ve hatalarını düzeltmek için çözüm önerileri oluşturmaktır. Ancak asıl olan, köklü çözümleri istişare etmektir. Makalelerimizdeki tekliflerimizin temelinde yatan sebepleri iyi gözlemlersek, köklü çözümlere ulaşarak, insanlığın huzuru ve mutluluğu için ciddi adımları hep birlikte atacağımıza inanıyorum.)
(Çözüm tekliflerinin bazısı Türkiye ile ilgilidir, ama diğer devletlerde de uygulanabilir. Ancak, tekliflerimizin bir kısmı diğer ülkeler için aynen geçerli olmayabilir.)
Önce bir durum tespiti yapalım.
Gelişmiş ülkelerin en önemli meseleleri, Dünya Ticaret Hacmindeki artış konusudur. Gelişmemişlerin durumları onları ilgilendirmez. Sadece kendilerine yapacakları katkı açısından ilgilendirir. Japonya dâhil, gelişmiş ülkelerin nüfusları %15-16 arasındadır. Ancak aynı 2005 yılında Dünyanın gelirinden aldıkları pay, %82-84 arasıdır. Bu durum dünyadaki adaletsizliğin derinliğini göstermektedir.
Para kazanma ve kâr hırsı genelde, Batılı milletlere has özelliklerdir. Doğulu insanlar için huzur ve itibar daha önemlidir. Bugün, maalesef, Batılıların çoğunda hâkim olan bu kâr hırsı, bütün dünyaya yayılmaktadır. Doğunun bir kısım insanlarını da sanki büyülemiştir. Ekonomide küreselleşen dünya için en büyük tehlike, bu anlayışın yayılmasıdır. Bunu, ileri görüşlü bazı Batılılar da ifade etmektedir.
Tehlike sadece gelişmekte olan ülkeler için değildir. Batı ekonomisi için de tehlike vardır. Kâr hırsı, sanal (hayali) ya da saymaca denilen bir ekonomik yapı oluşturmak üzeredir. Borsa, faiz, döviz ve rant (emeksiz kazanç) şeklinde kendini gösteren bu ekonomi, üretime ciddi bir katkı yapmamaktadır. Aksine, kimi zaman üretimi engellemektedir. Sanal ekonomiyi spekülatörler (yani hayali değer yaratıcıları) yönlendiriyorlar. Politikacıların dikkatsizce sarf ettikleri sözler de etkili oluyor. Ayrıca basının, olacakmış gibi yansıttığı ama gerçekleşmeyen bazı olaylar ve üretimle ilgisi olmayan konular, sanal ekonomiye yön vermektedir.
Sanal yani hayali ekonomi ile gerçek yani üretici ekonomiyi uzlaştırmak zorundayız. Aksi takdirde insanlar, kendi duygu ve heyecanlarının fasit dairesi (sarmalı) içerisine girebilirler. Bu daireden çıkmaları çok zor olur ve insanlık can çekişebilir. Sanal ekonomi gerçek üretimin olmadığı ekonomidir. Aklın, mantığın, duyguların, duyarlığın yeri yoktur. Dolayısıyla sanal ekonomi, insanlığın geleceği için çok tehlikeli hale gelmektedir. Baudrillard’a göre spekülatörler, hayali değer yaratarak kazandıkça büyüyorlar. Büyüdükçe birbirleriyle birleşiyorlar. Birleştikçe karşı konulamaz oluyorlar. Böyle giderse, hem insanlar hem de devletler, hayali değer yaratıcılarının oyun alanı olmaktan ileri gidemeyeceklerdir. (Bu konuda İslâmiyet’in bize öğütlediğinin kendime göre yorumunu, kitabın Türklerin Medeniyetinin Bugünkü Durumu bölümünde yaptım.)
Günümüzde bile sanal ekonomi alanında dönen günlük para akışı, mal ve hizmetler alanındaki dünya ticaretini finanse etmek için gerekli miktarın kat kat üstündedir.
Dünyanın bugünkü karmaşık şartlarında ekonomi biliminin genel bir çözüm getirmesi çok zor. Peter F. Drucker’e göre (s.167) küreselleşen dünya, Fransız Leon Walras’ın ekonomiyi matematiksel bir kalıba oturttuğu 1870’li yıllardan çok farklı yapıdadır. Yeni bir ekonomi kuramı geliştirebilmek için ekonomistler, aşağıdaki dört farklı yapıya tek bir ilke geliştirmek zorundalar:
- Fertlerin ve firmaların mikro (öz) ekonomik anlayışları (yani paranın devir hızı, kâr hırsı ya da girişimcilik yapıları, bazen alınan duygusal kararlar vb.),
- Milli devletlerin uyguladıkları makro (genel) ekonomi uygulamaları (yani para, kredi ve faiz oranları),
- Uluslar aşırı işletmeler (gerek sanal ekonomide gerekse üretimde süper güç ve tekeller oluşturmaya çalışan, milli olmayan şirketlerin farklı amaçları),
- Dünya ekonomisi (teknolojik gelişmelerin oluşturduğu küreselleşmenin, insanlar üzerindeki henüz belirlenemeyen etkisi).
Bütün bu birbirinden farklı yapıları tek bir “ilke” ile açıklayıp kuramsal hale getirmek çok güç görünüyor. Belki de bu fiili durum, ekonomiyi matematiksel bir denge bilimi olmaktan çıkaracaktır. Ekonominin sadece bölgesel ve kısa süreli kuramlar geliştirilmesine yol açacaktır. Nitekim 1984-87 arasında ABD ekonomisinde uygulanan bazı politikalar, daha o zaman ekonomi kuramcılarını şaşırtan ve teorilere tamamen ters olan sonuçlar doğurdu. Hattâ aynı uygulamanın ABD halkı tarafından algılanışı ile Japonlar tarafından yorumlanışı birbirine tamamen zıt oldu. Ülkelerin anlayışları arasında her zaman böyle farklar vardır. (ABD Başkanı Reagan, işsizliği azaltmak ve ihracatı artırmak için karar aldı. Bir dolar 250 yen civarında idi. Bunu 220 Yen’e düşürmek istedi. Ama düşüşü durduramadılar ve 16 ay içerisinde bir dolar 125 Yen civarına indi. Bu durumda Japonların, ABD’den iki misli fazla ithalat yapmaları beklenirdi. Fakat böyle olmadı. Japonlar, ABD’den yine eskisine yakın mal aldılar. Yani ekonomistlerin düşündüğünün tersini yaptılar.)
Gelecekte, sanal ekonomi ile gerçek ekonomi arasında bir mücadele olabilir. Benzer şekilde kâr ile itibar anlayışı arasında da dünya çapında bir çatışma olabilir. Dolayısıyla bu iki ayrı anlayışın, bazı konularda bağdaştırılması gerektiğini düşünüyorum. Olaylara sadece “kâr” hırsı açısından bakan bazı Batılı yazarlar, bu birlikteliğin mümkün olamayacağını söylüyorlar.
Hemen her konuda planlar yapılırken kısa, orta ve uzun vadeli hesaplar, aynı anda yapılmalıdır.
Batılılar esas itibarıyla 1492’den sonra, sömürgelerinden elde ettikleri artık değerlerle geliştiler. Günümüzde de, daha güçsüz ülkelerden, haksız rekabet sonucu ticari kazanç elde ediyorlar. Elde ettikleri bu artık değerler sayesinde gelişmelerini sürdürüyorlar. Ancak dünya zenginleşmedikçe, gelişmiş ülkelerin kendi başlarına zenginleşmeleri sürekli olamaz. Gelişmiş ülkeler bunu bilirler. Bu nedenle gelişmekte olanlara ve hatta savaştıkları ülkelere bile borç vererek onları çalışmaya ve kendileriyle alış verişe zorluyorlar. Verilen borçlar, gelişmekte olan ülkelerin başlarındaki “yiğidin kamçısı” olmaktadır.