KAPİTALİZMİ, KAPİTALİSTLERDEN KURTARMAK

KAPİTALİZMİ, KAPİTALİSTLERDEN KURTARMAK GEREK

 

Yazımızın başlığındaki bu ifade, Fransız ekonomist Prof. Thomas Piketty’ye ait. Rutger Bregman’ın “Gerçekçiler İçin Ütopya” adlı eserinde, Piketty’den aktardığı bu sözü okuyunca, gençliğimde yaşadıklarım sonucunda oluşan düşüncelerim aklıma geldi. Yazımın sonuna doğru, gençliğimdeki düşüncelerim ile makalenin başlığını birbirine bağlamaya çalışacağım için, sabırla okumanızı diliyorum.

Bir Türk Milliyetçisi olan ben, 22-23 yaşlarımda yaşadığım olaylar sırasında, fikrimi değil, ama insanlara ve olaylara bakışımı değiştirmiştim. O dönemde birlikte mücadele verdiğim idealist gençler olarak, ağabeylerimize ve hareketimizin yaşça büyüklerine bakışımız çok farklı idi. Onlar, bizim gözümüzde, sanki bizim gibi yiyip içmeyen insanüstü insanlardı. Onlar, sanki Mars’tan gelmişlerdi.

Ancak, gelişen olaylar sonucunda ağabeylerimizden ve hareketin yaşlı önderlerinden bazılarıyla birlikte çalışmam gerekti. Onlarla yakından çalışınca, bütün hayallerim yıkıldı. Basit menfaatler için, ilkelerinden vazgeçtiklerini gördükçe, gerçeklerle yüzleştikçe, konuları sorgulamaya başladım. Üstlerimizden önemli bir bölümü tarafından aldatıldığımızı anladıkça, bütün bunları göremeyen idealist gençleri uyandırmak için anlatmaya başladım.

Benim okuduğum üniversite olan ODTÜ’de, Marksizm’i savunan sosyalistler hâkimdi. Ben ise onlarla mücadele eden milliyetçilerin okul başkanı idim. Ama güçlerimiz arasında orantısızlık haddinden fazla idi. Böyle bir ortamda ölümüne mücadele vermemize rağmen, olayları kavrayamayan milliyetçi gençleri uyandırmaya çalışınca, bana da okulumuzun dışındaki kendi gurubumuzdan suçlamalar gelmeye başladı. Beni, Marksist Türkçü olarak ilân ettiler. Ama dini yönüm de olduğunu görenlerden bir kısmı, onları uyandırmak için anlattıklarımı algılayamadılarsa da, bana yapılan suçlamalara itibar etmediler.

Diğer yandan, mücadelesini verdiğimiz ODTÜ konusunda destek bulabilmek umuduyla, diğer partilere de gittik. Onların ileri gelenleriyle görüşmeler yaptık. Her görüşmemizde hayallerim darbe aldı. Diğer partilerin önderlerinin halleri, benim peşinde koştuğum ağabeylerimizden daha kötü idi.

Daha sonra, bize karşı mücadele veren sosyalistleri izledim. Onların içinden, orta kademelerdeki bazılarıyla görüştüm. Onlarda da aynı sorunlar vardı. Onların da yöneticilerinin içinde basit menfaatler peşinde koşanlar vardı.

Okuldaki Marksistlere karşı mücadelede destek alabilmek için, dini guruplarla temas kurdum. Onların ağabeylerinden, yaşlılarından ve o dönemdeki hükümette bakanlık yapmakta olan yöneticilerinden bazılarıyla görüştüm. Onlardaki sorunların da aynı olduğunu gözlemledim.

Bütün bu yaşadıklarımı sorgulamalarımdan sonra, kendime bir özgüven geldi. 23 yaşındaydım, ama “ben, ülkeyi bunlardan iyi yönetirim” diye düşündüm. Benim gözümün açılmasının sebebinin, yaşadıklarımı sorgulamam olduğuna kanaat getirdim.

Bu sorgulama fikrine şehirde yaşamam neden olmuştu. 11 yaşıma kadar yani ilkokulu bitirene kadar, kasabada yaşamıştım. Orada, toprağa, akrabalara ve vatana bağlılığı öğrenmiştim. Eğer, sonraki hayatım şehirde geçmeseydi, ben de diğer gençler gibi, biat kültürüyle devam eder ve sorgulamazdım.

Eğer, şehirde doğup sadece şehirde yaşasaydım, sorgulamalarımı yapınca, küser, “ben bunlarla mı birlikte olacağım” der ve mücadeleyi bırakır ayrılırdım. Zaten sorguladıkça, kendi gurubumdan da tehditler geldiği için, şehirde yaşayanın korku duyan yapısıyla, daha ileri gitmezdim. Nitekim bütün hayatı şehirde geçmiş olan dava ağabeyim rahmetli Mehmet Tomsu, benim sorgulamalarıma ışık tutarak gözümün açılmasına sebep olacak kadar çok kapasiteli bir insan olmasına rağmen, bendeki gözü karalık yoktu. Çünkü kasaba veya köyde hiç yaşamamıştı.

Dolayısıyla, 11 yaşına kadar kasabada, daha sonrasında şehirde yaşamamın faydası olmuştu. İlaveten, babamın esnaf olması, benim de küçük yaştan itibaren hem esnaflık, hem de seyyar satıcılık yapmama vesile olmuştu. Aslında başkent Ankara’ya ilk gelişimde karşılaştığım ortamın beni daha çok pişirdiği inancındayım. 11 yaşımda olmama rağmen, benden bir yıl önce Ankara’ya gelen ve 14 yaşında olan öz ağabeyimle birlikte yalnız başımıza, ailemiz Ankara’da değilken, üç aydan fazla süre esnaf dükkânı çalıştırmaya gayret etmiştik. Ama yatığımız iş, yazın satılmayan kadayıf imalatı olduğundan, geçinebilmek için gazoz satma dâhil, değişik yollara başvurmuştuk.

Küçük yaşlarda yaşadığım bu hayat mücadelesi de bana, mücadeleden ve çatışmalardan kaçmamam gerektiğini öğretmişti. İşte, hayatın pişirmesiyle, kendimi, ülkeyi yönetenlerden daha kapasiteli görmeye başlamıştım. O dönemde düşündüğüm şey, bu ülkenin, bu yöneticilerin idaresinde nasıl ayakta kaldığı olmuştu.

Kendimce de, iki sebep bulmuştum. Birincisi, halkımızda kanaatkârlık vardı. Hallerine şükrediyorlardı. Maddeten kendilerinden güçlü olanlara bakmıyorlar, daha fakirlerle kendilerini karşılaştırarak; “buna da şükür, nice bunu da bulamayanlar var” diyorlardı. İkincisi, henüz sülâleler bile parçalanmamıştı. Aileler ise, hiç parçalanmamıştı. Dolayısıyla, bir ferdin sorunları, ister maddi isterse manevi olsun, sülâle içerisinde şöyle ya da böyle çözülüyordu. Günümüzde ise, o dönemde benim tespit ettiğim bu iki avantaj da iyice zayıfladı.

Yöneticileri gördükten sonra kendime güvenim gelmişti. Bu defa, o dönemdeki fikir akımlarını irdelemeye başladım. Sorguladığım fikir akımları; kendi gurubum olan milliyetçiler, dindar olduklarını söyleyenler ve Sosyalistler (Marksistler) idi. Bu sorgulamalarım sonucunda aşağıda kısaca vereceğim bazı kanaatlere ulaşmıştım.

Biz Türk Milliyetçileri, tarihin şanlı sayfalarında dolaşıyorduk. Ama bugüne gelemediğimiz için, günümüzün sorunları konusunda düşünce üretemiyorduk.

Dindar olduklarını iddia eden guruplar, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in dönemini ifade eden Asrı Saadet’te yaşıyorlardı. Dolayısıyla, onlar da bugüne gelemiyorlardı.

Sosyalistler ise, daha farklıydı. Onlar, kendi kafalarında inşa ettikleri hayal dünyasında yaşıyorlardı. Çünkü onların, sosyalizm veya komünizm uygulamasını başarabilmiş örnek bir yerleri yoktu. Dolayısıyla, onlar da hayal dünyalarından bugüne inemiyorlardı.

 O dönemde ulaştığım ve çevremdekilere ifade ettiğim bir başka kanaatim de, bir toplumdaki idealist insanların oranının %3 civarında olduğuydu. İncelediğim üç fikir akımı da, kendilerini idealist olarak niteliyorlardı. Ama benim tahminim, onlarda bile idealistlerin oranının %5’i geçmeyeceği şeklindeydi. Oran yükseldikçe, idealizmin sulanmaya başlayacağı inancındaydım. (Bugün de aynı düşüncedeyim. Ama bu düşüncem dünyevi amaçlarla ilgili fikir akımları ve guruplar içindir. Dünyevi olmayıp, kalpten gelen bir inanışla Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda yürüyen ve tek olan Tanrı’ya hizmet için ölümüne mücadele eden guruplar için, bu oran hususunda benim fikir yürütmem, hem anlamsız hem de mümkün değil. Gerçeği sadece Yüce Yaradan bilir.)

Bütün bu sorgulamalarımla ulaştığım öz fikrim şöyleydi:

Üç tip milliyetçi vardı; ülkücüler, ülkücü geçinenler ve ülkücülükten geçinenler.

Üç tip dindar vardı; dindarlar, dindar geçinenler, dindarlıktan geçinenler.

Üç tip sosyalist vardı; sosyalistler, sosyalist geçinenler, sosyalistlikten geçinenler.

Demek ki sorun, fikirlerde değildi. Düşünceleri temsil ettiğini söyleyen insanlardaydı. İtiraf edeyim ki, kapitalizmi bir fikir hareketi olarak hiç düşünmemiştim. Hep, diğer ideolojileri irdelemiştim. Fransız Piketty’nin sözünü okuyunca, çok doğru bir ifade olduğunu düşündüm. Sorun insanlarda ve onların uygulamalarındaydı.

Okuduğum bu söz üzerine tekrar düşünmeye başladım. Hem milliyetçilik, hem dindarlık, hem sosyalizm, hem de kapitalizm savunulabilecek fikirler olmasaydı, bu düşüncelerin idealistleri olur muydu?

Sonunda, bu soruların tatminkâr cevaplarını bulabileceğim tek kaynağın, Yüce Yaradan’ın, değişmeden kalan kelâmı olan Kur’an olabileceğine kanaat getirdim. Bu sebeple, bu hususlarla ilgili olarak Kur’an’ı incelemeye başladım.

Kur’an, Yüce Yaradan’ın, bizleri kavimler halinde ayırdığını aktarıyordu (Hucurat 49/13). Bir kavmin, bir başka kavimle alay etmesine karşı çıkıyordu. “Belki onlar sizden daha hayırlıdırlar” diyordu (Hucurat 49/11).

Demek ki, bir kavme mensup olma hissi, kavmine hizmet etmek arzusu Kur’an’a uygundur. Ama ırkçılık yaparak, diğer kavimlerle alay etmek Kur’an’ın reddettiği bir davranıştır.

Kur’an, dindarlık konusunda da bize bilgi veriyor. Kur’an’da takva sahiplerinden bahseden çok fazla ayet vardır. Onlar hakkında hep güzel gelecek vaat edilir. Takva sahiplerinden maksat, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda yürüyerek, Onun emir ve yasaklarına uyan idealistlerdir. Diğer yandan da, dinde aşırıya gitmemizi istemiyor (Maide 5/77) Dinde zorlama yoktur diyor (Bakara 2/256). Dini (ayetleri), az bir paraya satanlar kâfir olarak niteleniyor (Maide 5/44).

Demek ki Yüce Yaradan, dinin gereklerini yerine getirmemizi istiyor. Yani, bize yapılmasından hoşlanmadıklarımızı, başkalarına yapmamamızı istiyor. Bize yapılmasından hoşlandıklarımızı ise, başkalarına yapmamızı öğütlüyor. Ama dini kullanarak para sahibi olmamızı reddediyor.

Kur’an, sosyalizm konusunda da bize bilgi veriyor. “Sizden bazılarınıza, bazılarından daha fazla rızıklar verdim, bunları, vermediklerimle paylaşın” diyor (Zuhruf 43/32, Nahl 16/71, Bakara 2/219 ve pek çok ayet). Yani Yüce Yaradan, yarattığı kullar arasında maddi farkın açılmaması için tavsiyelerde bulunuyor. Bu öğütlerini dinlemeyerek malları üst üste yığanlar ise kınanıyor.

Demek ki, sahip olduklarımızı, olmayanlarla infak yoluyla paylaşarak, insanların insanca yaşayabilmeleri ve aralarındaki huzuru ve hiyerarşiyi bozmayacak şekilde eşitlenmeye gitme çabası takdir ediliyor.

Kur’an, liberal ekonomi hakkında da bize bilgi veriyor.  Ticareti ve alışverişi destekliyor. Ama birbirimizi kandırmamamızı, tartıyı ve ölçüyü tam yapmamızı ısrarla istiyor. Üreterek para kazanmamızı teşvik ediyor. Zengin olmamıza engel koymuyor. Zenginliğin helâl yoldan elde edilmesini isterken, Yüce Yaradan’ın asıl amacının fakirliği ortadan kaldırmak olduğu aktarılıyor. Böyle davranmayıp, başkalarını ezerek mal mülk sahibi olanlara da Karun örneğini veriyor. Böylece yardımsever zenginleri değil, kapitalistlik yapanları çok ciddi uyarıyor.

Demek ki, zengin olmaya çalışmalıyız. Ama üreterek ve helâl yollarla zengin olmaya gayret etmeliyiz. Kazandıklarımızdan da, hem çalışanlarımızın hem de fakirlerin paylarını vererek zenginliğimizi paylaşmalıyız. Bütün evrendeki varlıkların ve mülkün sahibinin Yüce Yaradan olduğunu unutmamalıyız. Dolayısıyla, mallarımızın sahibi kendimiz değiliz. Onlar bize emanet olduğundan, israf etmememiz gerektiğini de hatırdan çıkarmamalıyız.

Sonuç olarak Piretty’nin sözünü şöyle uyarlayabiliriz: Kapitalizmi kapitalistlerden, milliyetçiliği milliyetçilerden, dini dincilerden, sosyalizmi sosyalistlerden kurtarmak gerek.

Peki, bunu nasıl başaracağız? Kur’an, bu hususta da bize yol gösteriyor. Yüce Yaradan, “İnsanlardan değil, Benden korkun” diye uyarıyor (Maide 5/44) Bu uyarılarını pek çok ayette tekrarlıyor. İnsanlara değil, Kendisine sığınmamızı istiyor. İnanlara değil, Kendisine bağlanmamızı vurguluyor. Eğer böyle yaparsak, istismarcıların oyuncağı olmaktan kurtulacağımız aşikârdır.

 

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.