YÖNETİME İSYAN KONUSU
Yönetimlerin birinci görevi, adaletle hükmetmektir. Adaletli davranmayan iktidarlar, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, insanlara ne kadar baskı yaparlarsa yapsınlar, ömürleri kısa olur. Birçoğu, kendilerini en güçlü zannettikleri dönemde yıkılmışlardır. Yıkıldıklarında ise, bir daha geri doğrulamazlar. Olaylar tıpkı şu veciz deyişteki gibi gelişir: “Doğru insan sallanır ama yıkılmaz. Zalim insan ilk sallanışında düşer ve kalkamaz.”
Bilindiği gibi, Türkler çok farklı coğrafyalarda devlet kurmuşlardır. Bu kadar geniş coğrafyada ayakta kalmak çok zordur. Yeni yerleştikleri yerlerde ayakta kalabilmek isteyenler, mümkün olduğu kadar adaletle davranmak zorundadırlar. Nitekim Türkler, ilk gittikleri bölgelerde adaletli davrandıkları için, bölge halkları tarafından iyi gözle bakılmışlardır.
Türklerin de kurdukları devletlerde, adaletten ayrılan iktidarlar bir süre sonra yıkılmışlardır. Yerlerine yeni bir iktidar (sülale veya farklı bir boy) geçmiş ve bölgede yaşayan aynı halkı yönetmeyi sürdürmüşlerdir. Yeni gelenler de, adaletten ayrıldıklarında benzer şekilde yıkılmışlardır.
Türklerde adalet anlayışının önemini anlamak için, adalet kavramını anlatan terime bakmak yeterlidir. Türklerde adalet kelimesinin karşılığı “döröstlük” idi. Türklerin devlet anlayışının temeli adalet, yani dürüstlük üzerine bina edilmeye çalışılırdı. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig adlı eserinde, devlette adaletin önemini şu beyitle anlatır:
Türk için adalet esastır, devlet adalettir
Adalet sarsılınca, Türk devletleri parçalanır
Adalet anlayışı, bütün devletler için aynı hassasiyette geçerlidir. Tarihe baktığımızda, yönetimlere karşı girişilen isyanların çoğunun temelinde, adaletsizlik yapıldığı inancı yatar.
Adalet, Yüce Yaradan’ın, bizden uymamızı istediklerinin başında gelir. İslâm âlimleri, adalet anlayışı üzerine çok ayrıntılı tartışmalar yapmışlardır. Başka birçok konuda birbirine zıt fikirleri savunan İmam Gazali, İbn Arabi, İbni Sina, Farabi, İbn Rüşd, Ebu Miskeveyh, Nasrettin Tusi gibi âlimlerin, adalet tanımları birbirine çok benzemektedir. Onlara göre adalet, “bir şeyi yerli yerine koymak veya iki aşırı ucun arasında orta yolu bulmak” anlamındadır. Âlimlerin bu tanımıyla adalet, hikmet kelimesi ile benzer manayı taşır. İslâm âlimlerinin adalet anlayışlarındaki ayrıntıları burada aktarmayacağım. Çünkü günlük geçimi peşinde koşan halkın, âlimlerin anlatım dillerinden –tıpkı benim gibi- bir şey anlamakta zorlanacaklarını ve faydalanacakları bir sonuç çıkarmalarının biraz zor olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki Türklerdeki dürüstlük kavramı, adalet hususunda, hem uygulamaya yönelik, hem de daha anlaşılabilir bir tanım olarak duruyor. Adalet kavramı için Kur’an’a baktığımızda da, benzer anlamı görüyoruz. Aşağıda verdiğimiz ayettekine benzer ifadelerin olduğu çok sayıda ayetin olması, Kur’an’ın adalet tanımını net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Rahman Suresi 55/9. “Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın.”
Ayetten anlaşıldığına göre, kendimize menfaat sağlamak için başkasına zarar vermeyeceğiz. Dürüst olacağız. Böylece adaletli davranmış olacağız.
Dürüstlüğün nasıl anlaşılacağı hususunda daha net bir anlatım isteyenler için, kısaca şöyle söylenebilir: “Kendine yapılmasından hoşlanmadığın şeyleri başkasına yapma. Kendine yapılmasından hoşlandığın şeyleri başkasına yap.”
Yazımızın başlığıyla bağlantılı olduğu için, adalet kavramının anlamını irdeledikten sonra, yönetime isyan konusunu ele alalım. Yönetime isyanların sebeplerinin başında, idarecilerin adaletsiz davranışları gelmektedir. Bu sebeple, yönetimde adalet konusuna kısaca bakalım.
Yönetimde adalet konusu, Kur’an’da çeşitli ayetlerde vurgulanmaktadır.
Şura Suresi 42/15: Ey Muhammed! İşte bunun için insanları tevhide davet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların keyiflerine uyma ve de ki: “Ben Allah’ın kitaptan indirdiğine inandım ve bana aranızda adaleti gerçekleştirmem emredildi. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Sizinle bizim aramızda hiçbir tartışmaya yer yoktur. Allah hepimizi bir araya toplayacaktır. Dönüş yalnız Onadır.”
Ayet, önce Hz. Peygambere hitap ediyor. Önce, dosdoğru olması emrediliyor. Dosdoğru olduktan sonra da, “aranızda adaleti gerçekleştirmem emredildi” demesi isteniyor. Demek ki, adaletle hükmetmek, bir yöneticinin en önemli özelliğidir. Ayetin anlatımına göre, bir yöneticinin adaletle hükmedebilmesi için, önce kendisinin dürüst olması şarttır.
Peki, yöneticiler veya yönetilenler adaletsiz davrandıklarında ne yapmak gerekir? Bu hususla ilgili olarak, önce, iki İslâm âliminin düşüncelerini aktaralım.
İmamı Azam Ebu Hanife, “rejimi ıslah için diğer çareler kâfi gelmediği zamanlar -o dönemde seçim, demokrasi gibi şeyler olmadığı için- kılıç kullanmak ve silahlı isyana gitmek” meşrudur kanaatindeydi. Bilindiği gibi Ebu Hanife, Emevi Devletinin Kûfe valisinin teklif ettiği “kadılık” makamını kabul etmemiş ve vali tarafından kırbaçlanmıştır. İmamı Azam bu fikrini, tekliflerini kabul etmediği Emevi iktidarı döneminde söylemiştir. Nitekim halkın ve ileri gelenlerin uyarılarını dinlemeyen Emevi iktidarı, Ebu Müslim’in ciddi katkısı sayesinde, Hz. Muhammed’in amcası Abbas’ın soyundan gelen Abbasiler tarafından silahlı ihtilâl yapılmak suretiyle yıkılmıştır. Emevi hanedanının iktidarı 92 yıl sürmüştür. Bu dönemde İslâmiyet en geniş sınırlarına ulaştığı için, ganimetler fazla idi. Ama devam eden fetihlere ve zenginliğe rağmen, o asırlara göre kısa sayılacak bir süre olan 92 yılda iktidardan indirildiler. (Bilgi notu: Emevileri yıkarak yerlerine gelen Abbasi yöneticileri de, Emeviler gibi haksızlıklar ve zalimlikler yapmaya başlarlar. Ebu Hanife’yi taraflarına çekebilmek için “baş kadılık teklif ederler. Kabul edilmeyince İmamı Azamı, halifenin emriyle hapse atarlar ve değnek cezası uygularlar. Bu ceza sonrasında Ebu Hanife vefat eder)
Yöneticilerin adaletsiz davranmaları durumunda ne yapılacağı hususunda fikir yürüten diğer âlim, İmam Gazali’dir. Gazali, Büyük Selçuklu Devletinin Nizamiye Medresesinde müderrislik yapmıştır. Dolayısıyla devlet yöneticileriyle içli dışlı olmuştur. Gazali’nin aşağıda aktaracağımız fikri, Frank Ronald Charles Bagley’in, Nasihat al Muluk adıyla tercüme edilen eserinde bahsedilmiştir. Bagley’e göre Gazali, nizamın korunmasını esas almıştır. Dolayısıyla, sultanın fitne ve fesadın önüne geçebilmesi için her yola başvurmasına cevaz vererek şöyle demiştir: “Sultanların bir asırlık gayri adilane idaresi, tebaanın bir saat adaletsizliği kadar tahribat yapmaz.”
Âlimlerin, birbirine zıt gibi görünen iki fikrin, birleştiği bir nokta vardır. Her ikisi de, ıslah etmeyi, fitne ve fesadı kaldırmayı hedeflemiştir. Ancak, çözüm önerilerinin farklı olmasının arkasında, belki de kendi yaşadıkları şartlar ve dönemin olayları etkili olmuştur.
Ebu Hanife, yöneticilerin fitne ve fesadın kaynağı olduklarını, bizzat yaşayarak görmüştür. Bu sebeple, fitne ve fesadın ortadan kaldırılarak, fitnecilerin ıslah edilmesinin temini için, öncelikle, bütün barışçı çarelere başvurulmasını istemiştir. Bu çareler tükenince, fitne ve fesadı çıkaranların kimler olduğuna bakılmadan, kılıçla çözüme gidilmesine cevaz vermiştir. Ebu Hanife’nin bu düşüncesini irdeleyebilmek için Kur’an’a bakalım.
Nisa Suresi 4/58: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor…”
Yukarıdaki ayette, “emanetleri ehline veriniz” deniliyor. Burada “emanet” kavramının üzerinde düşünmek gerektiği kanaatindeyiz. Geri alınmak üzere verilen emaneti koruyacak insan, güvenilir kişi olmalıdır. Kendisine emanet edilen şeyi güzel bir şekilde muhafaza ederek, istenildiğinde geri vereceğine güven duyulmalıdır.
Peki, Yüce Yaradan’ın, “emanetleri ehline veriniz” emrini kim yerine getirecek? İlk akla gelenler, yönetimin başındakilerin bu emre uymalarıdır. Burada şu soru akla geliyor. Eğer yöneticiler, halktan aldıkları “yönetim emaneti”nin ehli değillerse, devleti yönetme emanetini ehline kim verecek? Ebu Hanife’ye göre bu görev, halka düşmektedir.
İmam Gazali’nin yaşadığı dönem, Abbasi yönetiminin etkisinin iyice zayıfladığı, Mısır’da Şii Fatımilerin, İran ve Anadolu’da Selçukluların devlet kurduğu, ama aynı zamanda Hasan Sabbah’ın da yaşadığı yıllardır. Dolayısıyla tek devlet olmamanın sonucunda oluşan otorite boşluğunun da etkisiyle, fikirlerde kargaşanın arttığı bir devirde yaşamıştır. Muhtemelen bu sebeple, Gazali, önceliği halktaki fitne ve fesadın yok edilmesine vermiştir. Hâlbuki Ebu Hanife döneminde tek otorite vardı, o da Emevi Devletiydi.
Âlimlerin kendi yaşadıklarından etkilendikleri açıkça görülmektedir.
Âlimlerin sözlerini, yaşadıklarından etkilenmelerinden bağımsız olarak değerlendirmeye çalışalım. Gazali’nin fikrindeki irdelenmesi gereken husus, sultanların, fitneyi önlemek için gayri adilane davranıp davranamayacakları konusudur. Aslında sadece yöneticiler değil, bütün insanlar adaletli davranmakla yükümlüdür. Yukarıdaki Nisa Suresi 58inci ayette, “insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor” buyruğundan anlaşılan o ki, sadece yöneticiler değil, her bir insan adaletle hükmetmek zorundadır. Kur’an’da adil olmak o kadar önemlidir ki, aşağıdaki ayette, kinlendiğimiz insanlara karşı bile adaletten ayrılmamamız emredilmektedir.
Maide Suresi 5/8: “Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin…”.
Bu ayetten anlaşılan o ki, birilerine veya bir kavme olan kızgınlığımız, bizi adaletten ayırmamalıdır. Fitne ve fesat çıkardığı bilinen insanlara, herkes kızar. Hattâ onlara kinlenir. Kinlendiğimiz bu noktada Kur’an, bizi ve İmam Gazali ile benzer düşünenleri uyarıyor. Kur’an’ın Maide Suresi 8inci ayetindeki hükmüne göre, fitneyi ve fesadı önlemek adına da olsa, hiç kimse, hattâ özellikle sultanlar, adaletten ayrılmamalıdırlar.
Sultanlar, Gazali’nin dediğini yapsalar, fitneyi önlemek adına, gayri adilane davransalar, bu defa çok daha fazla fitnenin oluşmasına sebep olmaları ihtimali artar. Fitne arttıkça, toplum giderek, fitnenin başı olarak, sultanı görmeye başlar. “At, binicisine göre kişner” atasözündeki gibi, halk da sultana uyar, halk içinde de fitne artar. Böylece içinden çıkılamayacak bir kısır döngü oluşur.
Böyle bir ortamın meydana gelmemesi için, Yusuf Has Hacib, beylere şöyle yol gösteriyor:
“Bütün bulanıklıkları arıtayım dersen, kendi ruhunu arıt; halk ister istemez sonunda durulur.” Beyit nu 5201
Eğer beyler ve sultanlar kendi ruhlarını arıtmazlar, aksine adaletten ayrılırlarsa, Yusuf Has Hacib, ne olacağını da merak ederek, şöyle soruyor:
“Halk bozulursa onu beyler düzene koyar; eğer beyler bozulursa onları kim düzeltir?” Beyit nu 5203
İşte, Ebu Hanife’nin çözüm üretmeye çalıştığı konu, sultanların yoldan çıktıkları ve fitnenin başı durumuna düştükleri ortamdır. Ebu Hanefi’ye göre, bu durumda sorumluluk halka düşmektedir. Sultanı, halk yola getirmelidir. Hanefi’ye göre, durum önce güzellikle anlatılmalıdır. Fakat barış yollarının tıkandığı yerde, kılıçla müdahale etmekten çekinmemelidir.
Peki, bu fikir, Kur’an’a uygun mudur? Kur’an, Allah’a ve peygamberlerine isyan edilmesini, hiç hoş görmez. İlâhi kaynaktan gelen emirlere, kesinlikle itaat edilmesini ister. Nisa Suresi 4/59uncu ayette: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.”
Ayet, anlaşmazlığa düşüldüğünde, “sizden olan emir sahibine itaat edin” demektedir. Buradaki “sizden olan” sözünden maksat, sizin kavimden yahut da sizin cemaatten veya günümüzdeki uygulamayla, sizin partiden olan demek değildir. Ayetin hitap ettiği kişiler, “ey iman edenler” sözünün muhatabı olanlardır. Ayette “ey Müslümanlar” bile denilmemektedir. Hitap edilenler, Allah’ın ve peygamberlerinin yolunda gittiğini, davranışlarıyla ve yaptıklarıyla gösterenlerdir.
Peki, son peygamber Hz. Muhammed, vefat ettiğine göre, anlaşmazlıklarda kime müracaat edeceğiz? Danışacağımız insanların, Allah ve peygamberinin yolundan gittiği hususunda emin değilsek, ne yapacağız? Elbette ki, asıl sahip olan Yüce Yaradan’a başvuracağız. O’na başvurmak demek, değişmeden kalan tek kutsal kitap olan Kur’an’a müracaat etmek demektir.
Kur’an’a bakmadan önce, Hz. Muhammed’in yol arkadaşı olan ilk iki halifenin uygulamalarından misal verelim.
Bilindiği gibi ilk halife, Hz. Ebubekir’dir. Seçildikten sonraki ilk hutbesinin bir bölümünde, halka mealen şöyle seslenir: “Doğru yolda ve Hak üzere olduğum sürece bana uyunuz, Haktan ayrılırsam, beni dinlemeniz gerekmez.”
Hz. Ebubekir’den sonra halife seçilen Hz. Ömer de, ilk hutbesinde şöyle sorar: “Ben Allah’ın yolundan çıkarsam ne yaparsınız?” Bu soru üzerine cemaatten bir sahabe, elini kılıcının kabzasına atar ve “seni bu kılıcımla doğrulturum” der. Hz. Ömer bu cevaba sevinir ve böyle sahabeler olduğu için ağlamaklı bir şekilde Allah’a şükreder.
Hz. Muhammed’den sonra gelen ilk iki halife yöneticinin de yaptıkları bu konuşmaların temeli, Kur’an’dır. Nitekim eğer yöneticiler aşırı giden müsriflerse, Kur’an’da onların emirlerine itaat etmememiz isteniyor. Şuara Suresinin 26/151inci ayetinde “savurganlık ederek haddi aşanların emirlerine uymayın” deniliyor. 152inci ayette de “o müsrifler ki, yeryüzünde ıslaha çalışmayıp, fesat çıkarıyorlar” denilerek, böyle yöneticilerin emirlerine neden itaat edilmemesi gerektiğini açıklıyor. 150inci ayet ise “Allah’tan korkun ve bana itaat edin” denilerek tek itaat makamının Yüce Yaradan olduğunu vurguluyor.
Demek ki, yöneticiler müsriflik yapmıyorlar, adaletle hükmediyorlar ve tek olan Tanrı’nın gösterdiği yolda yürüyorlarsa, onlara, itaat edilir. Çünkü onlara itaat edilerek, aynı yere yani Yüce Yaradan’a hizmet edilmiş olunmaktadır. Ama haddi aşıp savurganlık yapan, adaletsiz uygulamalar yapan yöneticilere kesinlikle itaat edilmemeli, karşı duruş sergilenmelidir.
Bir başka açıdan konuya yaklaşalım. Kur’an, ana babaya itaat edilmesini emreder. Ama bir şey bilmeyen, yanlış yolda olan ataların peşinden gidilmesine itiraz eder. Demek ki, ilâhi kaynaklı olmayan her fikri sorgulamak gerekir. Nitekim Bedir, Uhud ve Hendek Savaşlarında ve daha pek çok dünyevi konuda Hz. Muhammed’in düşündüğü taktiklere sahabe itiraz etmiştir. Hz. Peygamber, kendi düşüncesi farklı olmasına rağmen, bazı sahabelerin söylediği fikirleri makul bularak uygulamıştır. Bu örneklerden anlaşılan o ki, itirazlar makul olmalı, düşünenler tarafından kabul görecek mantıklı çözümler üretilmelidir.
Kur’an, haksız yere yapılan isyanı, tıpkı Allah’a ve peygamberlerine yapılmış gibi değerlendirerek, yasaklamıştır.
Araf Suresi 7/33: De ki: “Rabbim, sadece zinayı, onun açık ve gizli olanını, günahları, haksız yere isyanı, haklarında hiç bir delil indirmediği şeyleri, Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi yasaklamıştır.“
Ayetlerle birlikte, Hz. Muhammed’in ve ilk iki halifenin uygulamalarının ışığında konuyu irdelediğimizde, yönetimler hata yaptıkları zaman, karşı tavır sergilenmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Ancak yöneticilere yapılacak itirazlarda haksız duruma düşmemek için, önce güzellikle uyarılmalı. Sabırlı davranarak düzelmeleri beklenilmeli. Yani her konuda olduğu gibi, isyan hususunda da adaletli davranmalıyız. Çünkü nasıl, Allah’ın yolunda olmayan yöneticiye itaat etmememiz gerekiyorsa, isyan ederken de Allah’ın yolundan ayrılmamamız gerekir. Aşırı giden, müsrif, fesat çıkaran ve halkın içerisine fitne sokarak ayrıştırmaya çalışan yöneticiler, Yüce Yaradan’ın gösterdiği şekilde uyarılmalarına rağmen, halen yanlışta ısrar ederek fitne kaynağı olmaya devam ederler ve ıslah olma ihtimalleri kalmazsa, kılıç kullanmaktan çekinilmemelidir.
Ancak bu uygulama, seçim diye bir anlayışın olmadığı dönemler için geçerlidir. Günümüzde serbest ve adaletli seçimlerin olduğu ortamlarda, kılıç yerine, kullanılan “oy” ile karşılık verilmelidir.
Bilindiği gibi, Kutadgu Bilig’in anlatımında adalet, hakanın bir bağışlaması değildir. Yazara göre adalet, törenin doğru ve tarafsız bir şekilde uygulanmasıdır. Bu görev, önce Hakan’a düşer. Eğer o başaramazsa, sorumluluk halka geçer. Halk da, kargaşaya meydan vermeden, töreyi, doğru ve tarafsız bir şekilde uygulayarak yürümekle yükümlüdür. Çok zor olan bu yükümlülüğümüzün bir kısmını yerine getirebilmek için, günümüzün silahı “oy”dur. Bu konuda nasıl bir tavır sergilememiz gerektiğini Kur’an bize şöyle gösteriyor:
İsra Suresi 17/36ıncı ayet: “Bir de bilmediğin bir şeyin ardınca gitme. Göz, gönül ve kulağın her birinin onda sorumluluğu vardır.” Demek ki, bilmediğimiz bir şeyin ardınca gitmemeliyiz. Çünkü ulaşılacak sonuçla ilgili sorumluluğumuz var. Yanlışlarının, bir kısmını da olsa, bildiğimiz kişilerin peşinden gitmemizin sorumluluğu ise, daha nettir. Yüce Yaradan’ın karşısında, her birimizin ayrı ayrı sorumlu olduğumuzu unutmamalıyız.
Eğer biz, bilmediğimiz bir şeyin ardınca gitmediysek veya yanlışlarını bildiğimiz birilerini destekler yönde tavır almadıysak, yani, kendi sorumluluklarımızı yerine getirdiğimize inanıyorsak, sonucu ve çözümü, Nisa Suresi 4/59’a göre, en hayırlısını oluşturması duasıyla, her şeyi bilen Yüce Yaradan’a bırakmalıyız.
Mevla’m neylerse güzel eyler.