TANRI, HER ŞEYE GÜCÜ YETEN BİR SULTAN MI?
Eğer öyle görürsek, niçin sorusunu soramayız. “Niçin, sultan veya kral var? Niçin, biz varız? Niçin böyle bir düzen var?” gibi soruları soramadığımız için, amaçlar hakkında düşünemeyiz.
Sorularımızın başlangıcı, “nasıl” ile başlar. Sultanın bu işleri nasıl yaptığını sorarız. Bu soru tipi bizi amaçlar değil, araçlar üzerinde tartışmaya yönlendirir. Araçlarla ilgili bulduğumuz sebeplerden sonuçlara ulaşmaya çalışırız. Böylece gerçeklerden uzaklaşırız.
Kralın durumunu açıklamaya çalışırken, kendimize göre bulduğumuz bir “ilk sebep” üzerinden yürümeye başlarız. İşte yanılgımız da böyle başlar. Tarih boyunca bazı ilahiyatçıların düştükleri hataya biz de düşeriz. Bulduğumuzu sandığımız ilk sebep yanlış olunca, varacağımız “son amaç” da yanlış olacaktır.
Bizler, bulduğumuz “ilk sebep” ve “son amaç” arasına, kendi anlayışımıza göre ilkeler belirlemeye çalışırız. Kendi bulgumuz olan “ilk sebep” ve “son amaç”, her birimiz için farklı olacağından, kuvvetli ihtimal yanlış veya hatalı olacaktır. İlk ve son hatalı olunca, arası için oluşturduğumuz ilkelerin de hatalı olması kaçınılmazdır.
Eğer bizler, bu hatalarımızı fark etmediğimiz gibi, oluşturduğumuz ilkeleri de, “mutlak ilke” şeklinde nitelersek, tamamen yanlışın içerisine düşeriz. Kendimizi içinden çıkılması güç bir kuyunun içerisinde buluruz.
Bilindiği gibi, nasıl sorusu, somut verileri araştırmak içindir. Bilim yaparken sorduğumuz nasıl sorusuna bulmak istediğimiz cevap, somut bir araçtır. Diyelim ki telefon, televizyon, kablosuz internet için araştırma yaparken, bunların iletiminin “nasıl” olduğunu araştırır isek, “onları sultan ayarlıyor” diyemeyiz. Somut bir veriye ulaşmayı bekleriz. Somut verilere ulaştıkça da yeni araçlar oluştururuz. Benzer şekilde meyve ve sebzelerimizin kalitesini verimliliklerini artırmak için, meyvenin nasıl oluştuğunu araştırmak istediğimizde “kral ne canı isterse öyle yapar” diyen birinin cevabı ile çözüme doğru ilerleyemeyiz.
Evrenin yaratılışında ve kâinattaki varlıklarla olayların birbirlerine bağlantısında, sadece somut ilişkiler yoktur, soyut irtibatlar da vardır. Bizler, bazen kafamızdaki sorulara somut cevaplar vermekte zorlanırız. Böyle durumlarda, somut olarak açıklamakta zorlandığımız şeyleri, kendiliğimizden, soyut kavramlarla birbirine bağlamaya çalışırsak, yukarıdaki paragraftaki cevapların durumuna düşeriz. Eğer çözemediğimiz her şeyi “Allah’ın hikmeti” olarak anlatırsak, kendimize göre bir sultan veya Tanrı yapısı oluşturmuş oluruz.
Benzer hataya bir başka açıdan da düşmemiz mümkündür. Bazen bilimin ulaştığı bazı yeni bulguları beğenmeyiz. Beğenmediğimiz bu verileri sırf reddetmek için, olaya kendi fikrimiz açısından yaklaşarak, soyut açıklamalar yapmaya çalışabiliriz. İşte böyle yaptığımızda da kendimize göre bir kral veya Tanrı oluşturmuş oluruz.
Oluşturduğumuz bu Tanrı anlayışı, her insanda farklı olur. Çünkü bizler Tanrıyı, karşılaştığımız ve çözmekte zorlandığımız sorunlarla ilgili olarak, boşluk dolduran bir güç haline getiririz. Her birimizin kafasındaki soruların boşlukları farklı olacağından, Tanrı hakkındaki fikrimiz de farklı olacaktır. Muhtemeldir ki, İbni Arabi, bu yapıyı gözler önüne sermek için, “her insanın kafasındaki Allah tasavvuru farklıdır” demiştir.
Benzer bir hataya, bilimin ulaştığı bulguları başka açıdan değerlendirmeye çalıştığımızda da düşeriz. Bir örnek verirsek: Bilim günümüzde atomların yapıları hakkında bir asır önce bilinmeyen bulgulara ulaştı. Bazen biz, atomların yapılarına bakarak “bak, görüyor musun, Tanrı, ne kadar ince işler yapmış” diyerek Tanrıya itibar kazandırmaya çalışırız. Bu yola girdik mi, daha da ileri gider, bulgulardaki bazı belirsizlikleri dikkate almadan yeni teoriler geliştiririz. Bing-bang teorisi veya evrenin genişleme kuramını geliştiririz. Bunları yaparken bir amacımız da, Tanrıya itibar kazandırmaktır. Bunu yapabilmek için de, kutsal kitaplarla bağ kurarız. Böylece Tanrı fikrinin özünden uzaklaşırız.
Yine yazımızın başlığına dönelim ve Tanrıyı her şeye gücü yeten bir sultan veya kral olarak düşündüğümüzü varsayalım. Bu durumda Tanrıyı, bizim için ya sevimsiz bir şey veya jandarmalıktan başka bir şey yapmayan bir nesne konumuna düşürmüş oluruz. Tanrı bir defa bu hale düştü mü, artık gerisi gelir. Bir kral, nasıl diğer bazı güçlü guruplarla birlikte hareket ederek halk üzerinde baskı kurarsa, Tanrıyı da, halkı korkutarak veya kandırarak sömürmeye çalışan etkin güçlerle birlikte hareket eden bir konuma mahkûm ederiz.
Eğer Tanrıyı bir kral olarak düşünürsek, Tanrı fikrine kökten karşı çıkan ateistlerle aynı konuma geliriz. Ateistler krallık sistemine karşı çıkarken, “dediğim dedik” diyen ve insanlara hak tanımayan bir krala karşı çıkmaktadırlar. Biz de, kralı yani Tanrıyı savunurken, insanlara hak tanımayan bir Tanrıyı savunmuş oluruz. Kralın bu konumuna haklı olarak itiraz eden ateistler de, bu konuyla ilgili fikirlerindeki haklılık payını abartarak “dediğim dedik” anlayışına gelmektedirler. (Ateizmin 20. yüz yıldaki felsefi savunucularının en etkilisi olan Antony Flew, bir gün “yanılmışım Tanrı varmış” deyince, ateistlerin isterik bir şekilde saldırdıkları bir av haline geldi.) Dolayısıyla biz de ateistlere benzeriz ve her yönden hata içerisine düşmüş oluruz.
Eğer Tanrıyı bir kral olarak düşünürsek, bizim özgürlüğümüz olmadığını varsayarız. Eğer özgürlüğümüz yoksa tarihten biz sorumlu olmayız. Hem kendi özel geçmişimizden hem de dünya tarihinden biz değil, Tanrı sorumlu olur. Hâlbuki böyle bir şey düşünmek abesle iştigal olur. Tarihten insanlar sorumludur.
Eğer Tanrıyı bir kral olarak düşünürsek, Tanrıyı bile bir insan gibi görmeye başlayacağımızdan, insanın aşkın yönünü anlayamayız.
Tanrıyı her şeye gücü yeten bir kral gibi düşünmek, insanların birçoğunun, derin düşünme gereğini duymadıkları için farkında olmadan yaptıkları hatadır. Ancak bazı dindar Yahudi guruplar, ısrarlı bir savunmayla, bu anlayıştalar. Onlara göre İsrail milleti, Tanrının kavmidir. Tanrı da, İsrail kavminin kralıdır. Tanrı, sadece Ahit’in Tanrısıdır.
Dindar Yahudilerin bazılarının bu bakış açısı, Tanrıyı her şeye gücü yeten bir kral olarak görmekten daha hatalıdır ve tehlikelidir. Çünkü burada tanımlanan Tanrı, dünyada yaşayan insanların binde biri kadar küçük olan bir gurubun Tanrısıdır. Diğer insanlar, başka bir kralın yani başka bir Tanrının kavmidir. Bu bakış açısı, tarafların hepsi için tehlikelidir. Öncelikle Tanrıyı küçültür, insan hüviyetine düşürür. Tanrıyı, dünyadaki egemen güçlerle işbirliği yaparak, diğerlerini ezen bir konumda gösterir. Sonra İsrail kavminin insanlarını küçültür, onları, kralın kulları konumuna getirir. Ayrıca, İsraillilerin yeryüzündeki diğer insanlarla, olan bağlarını koparır. Kendilerinin bin katı fazla olan dünyadaki bütün insanları, İsraillilere düşman eder. Eğer sadece kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri Ahit’e sahip olamazlarsa, ona layık davranamazlarsa, kendilerini ve iddialarını çürütmüş olurlar.
İnsana hizmet etmeden, Tanrının varlığından bahsedemeyiz. Çünkü bir anlamı olmaz. Tanrının insandaki yansımalarından bahsetmeden, insanı anlatamayız. Çünkü bir nesneden bahsedercesine anlamsızlaşır.
Tanrı, bütün insanların yaratıcısıdır. İnsanlara, Kendisinin özelliklerinden küçük yansımalar vermiştir. İnsanları düşüncelerinde ve davranışlarında özgür bırakmıştır. Bu sebeple, insan bir nesne değildir. İnsanın aşkın bir yönü vardır. Dolayısıyla, yarattığı insanlara böylesine güzel özellikler ve özgürlükler veren, insanları yeryüzünde Kendisinin vekil yöneticisi yapan ve haklının hakkını vermekle görevlendiren Tanrı, bir kral ile kıyaslanamaz.