OSMANLIDA BİR NASİHATNAME, 1822 YILI
Nasihatnamenin yazıldığı yıllar, Osmanlıların savaşlarda yenildikleri ve toprak kayıplarının hızla arttığı, devlet gücü olarak çöküşün başladığı dönemdir. Avrupa’dan gelen baskıların, içerideki menfaatperestleri harekete geçirip halkı kandırmaya çalıştıkları devirdir. Bu sebeple hem insanların fakirleştiği, hem de kaybedilen topraklardaki insanların yaşamlarında ve onların bir kısmının göçleri sırasında acıların yoğunlaştığı yıllardır. Nitekim bu nasihatnameden sadece dört yıl sonra, devlet ricali, halkın bir kısmını arkasına alarak, kendi ordusunu yok etmek durumunda kalmıştır. Tarih içerisinde böylesine sıkıntılı bir durumu, tam olmamakla birlikte, kısmi şekilde Japonya, Samuraylara karşı mücadelesinde yaşamıştır.
Gültekin Yıldız’ın çevirisinin bir kısmını vereceğimiz nasihatnameyi, öyle bir dönemde yazılmış olmasının önemine dikkat ederek irdelemek gerekir.
“Huda’ya emanet eylemek lâzımdır. Zira memalik-i Osmaniye cesim olup, büyük memlekettir. Yedi iklimde eli vardır. Her yerde dindar ve sadık birer vezire muhtaçtır. Bu cihan küfr ile yıkılmaz, zulm ile yıkılır. Adaleti sağlamak, zulme set çekmekle güzelleşir.
Al-i Osman efendilerimizin ecdadı Osman Gazi hazretleri, bu kadar vilayetleri ve kaleleri asker-i İslâm ile feth eyledi. Rüşvet ve akçe ve hediye ve pişkeş ve rica ve şefaat ve ‘fulan bu adama iyi’ dedi deyu kullanmadı.
Ve Rumili ve Anadolu’da olan zulmü kaldırmak (lâzımdır). Ve bu zulmün kaldırılması, himmet-i padişahiyle olur. Eğer bizlere kalırsa, vay hâle. Zira bizler her birimiz derebeyi kapu-kethudasıyız. Akçe tatludur, padişah sormadıktan sonra bizler dâhi bir taraftan akçe alırız.
Bu Devlet-i Al-i Osman gibi nazik devlet dâhi, dünyada misli olmayıp…
Dünya fani, ahiret bakidir. Bu cihan, Süleyman’a kalmadı ve kimseye kalmaz. Netice, padişah cümle ibadullahın hizmetkârıdır, zevke ve sefaya sülûk etmek caiz değildir. Daima umuru düşünüp, fukarayı gözetmeli. Sultan Süleyman Han hazretleri, fukarayı hıfz etmek için ömrü ahir oluncaya dek seferden kalmadı.”
Bu sitede, Osmanlı Türklerinin uygulamaları üzerine bazı makaleler yazdık. Bu yazılarımızdan birisi olan “Osmanlı Türk Devletini, Batı Kapitalizminden Ayıran Özellikleri” makalemizin ilk paragrafında şöyle demiştik:
“Osmanlı Türk Devletinin, kendiliğinden üstlendiği görev, doğusundaki ülkeleri batının saldırılarına karşı korumaktı. Bunu başarıyla yerine getirdiler. İkinci başarıları, dünyanın en karışık, netameli bölgesinde ve tarihinin en karışık döneminde Orta Doğu Bölgesinde ve Balkanlarda huzuru sağlamalarıdır. Böyle bir bölgede, batıdan Haçlı Seferleri ve doğudan Moğol akınlarıyla sarsılan bir yapıdan sonra, toparlanıp, devleti kurmakla kalmayıp, kökleştirmek ve geliştirmek çok ciddi özellikler ister.”
1822 yılındaki nasihatnameden de anlaşıldığı üzere, Türklerin devlet yönetimlerindeki anlayışta pek bir değişiklik olmamış.
Osmanlı Türk Devletinin yönetimi, yenilgilerin hızlandığı 18inci yüz yılın ikinci yarısından itibaren, iktisadi uygulamalarında, Avrupalılarınkine benzer çözüm yollarına gitmedi. Mal ve hizmet arzını artırmak için, yatırımları teşvik etmedi. Kaynaklarını, üreticileri korumaya ve tam istihdamı sağlamaya yönlendirmedi. Yani Batı Avrupa’da heyecanlı bir şekilde uygulanan kapitalist sistemi benimsemedi. Benimsememelerinin önemli bir sebebi, kapitalist sistemin, yukarıda bir kısmını verdiğimiz nasihatname ile uyuşmamasıdır.
Bu sebebin aksini iddia etmek, o dönemin yöneticilerinin, olayları süzme yeteneklerinin olmadığını söylemek anlamına gelir. Eğer yöneticilerin olayları süzme kabiliyetleri olmasaydı, Osmanlı devletinin, sömürgecilikten dolayı aşırı zenginlemiş Avrupalıların baskıları karşısında kısa sürede yıkılıp gitmesi gerekirdi. Ama devlet, topraklarından bir kısmını kaybetmesine rağmen, bir asırdan fazla yaşadı. Hem kendi ayakta durdu, hem de çevresini korumaya çalıştı.
Kapitalist sistemi, anlayışlarına uygun görmeyen Osmanlı yöneticileri, çözüm yollarını, kendi anlayışlarına uygun sistem içerisinde aradılar. İktisat tarihçisi Mehmet Genç’in ifadesine göre, Osmanlı, merkantilist bir politika uygulamayı uygun görmedi. Aksine ihracatı kısıtlayıcı, ithalatı teşvik edici tedbirler almayı sürdürdü. .Yani kapitalist ekonominin kurallarının tam tersine davranmaya devam etti. Ta ki, 1838 Balta Limanı Antlaşmasına kadar kapitalist anlayışa direndi. Hattâ, Mehmet Genç, Osmanlının, Balta Limanı Antlaşması sırasında pazarlık gücünü ithalatı değil, ihracatı sınırlandırmak için kullandığını söyler. Yani Osmanlı, en zora düştüğü ortamda bile, kapitalist anlayışa karşı direnmesini sürdürmeye çalışmaktadır.
Halkın mal darlığı çekmemesi ve fakirlerin kollanması amacıyla, gümrük vergilerinin oranları %3-5 arasında tutuluyordu. Aksine bazı mallarda, ihracattan vergi alınıyordu.
Fiyatlarda üst sınır olan “narh” sistemi uygulanıyordu. Ortalama kâr, işin özelliğine göre, %10-20 arasında değişiyordu. Fiyatlar ve ticari kararlar, hem kadılar aracılığıyla yayınlanır, hem de halka duyurulurdu. Kararların takibini kadılar yaparlardı. Fahiş kâr ettiği belirlenenler, cezalandırılırdı.
Toprakların verimli kullanılmasına azami dikkat gösterilirdi. Ancak, toprak ağalığına izin verilmezdi. Toprak ağalığına temayülü olanlardan tespit ettiklerini, uzak yerlere sürerlerdi.
Yukarıda bahsettiğimiz bakış açıları, kölelerle ilgili tutumlarda da kendini göstermiştir. Bursa’da 15inci yüz yılsonu ile 16ıncı yüz yılın başlarında dokuma sanayinde hızlı bir gelişme yaşandı. Bu sebeple, dokuma sanayinde köle çalıştırılarak, kalifiye işçi sorunu çözülmeye çalışıldı. Fakat bu kölelik, Roma’da veya ABD’de görülen kölelikten çok farklı idi. Hacı Sahillioğlu’nun araştırmalarına göre, köle ile iki çeşit anlaşma imzalanıyordu. Bunlardan birinin adı “tedbir” idi. Bu anlaşmaya göre, efendi ölürse, köle hürriyetine kavuşuyordu. Diğer anlaşmanın adı “mükatebe” idi. Bu anlaşma uyarınca, köleler, belli bir süre hizmet verdikten veya belli bir miktarda mal ürettikten sonra hürriyetlerine kavuşabiliyordu.
Ücret karşılığı işçi çalıştırmak yerine, köle satın alınıyordu. Köle ile çalıştıran işveren arasında mükatebe anlaşması yapılıyordu. Kölenin, anlaşmada belirtilen değerde işi yerine getirilmesi durumunda azat ediliyordu. Yerine, yeni bir köle satın alınıyordu. Fakat bir süre sonra kölelerin maliyetleri, giderek pahalıya gelmeye başladı. Bunun için, köle satın almaktan vazgeçilip, ücretli işçi çalıştırma yoluna gidilmiştir. İstanbul’da ve Bursa’da konaklarda köle çalıştıranlar olmuştur. Fakat konak sahipleri, köleleri, konağın fertlerinden birileri olarak görmüşler ve öyle muamele etmişlerdir. Osmanlı bölgesine köle getiren tacirlerin içerisinde Türkler, yok denecek kadar azdı. Köle ticaretini, çoğunlukla Osmanlı Devletinin uyruğunda olmayan yabancılar ile bazen Arap tacirler yapıyorlardı.
Osmanlı Türk Devletinin yönetiminin iktisat anlayışı, tek başına gelir gider hesabı değildir. Yönetimin ekonomi anlayışı, hayata bakışın bir yansımasıdır. Osmanlıya göre; dinin bekası, güçlü bir devletin varlığıyla; güçlü bir devletin varlığı ve bekası, güçlü bir orduyla; güçlü bir ordu, yeterli vergi gelirleriyle; yeterli vergi gelirleri, reayanın refah düzeyinin yüksek olmasıyla; reayanın refahının yüksekliği, adil ve güçlü bir devletin varlığıyla mümkün olur.
Belki de bu anlayıştan dolayı, Osmanlılara, Avrupalılar, kendi sömürgeci anlayışları açısından bakarak, Osmanlı İmparatorluğu yakıştırmasını yaparken, onlar kendilerine, Devlet-i Al-i Osman demişlerdir.