ORDULARIN KUTSALLIĞI VE EVRENSEL VİCDAN

ORDULARIN KUTSALLIĞI VE EVRENSEL VİCDAN

 

Orduların kutsallığının nereden geldiği hususunda, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun 1940 yılında Ankara radyosundaki konuşmasında söylediklerinden bir bölümü şöyledir.

“Bu savaşma niçin oluyor? Yeryüzünde toprak mı yok? Denizlerin suyu mu çekildi? Yer altındaki madenler mi tükendi? Sebep şu; insan toplulukları, insan topluluklarını yutarak çoğalırlar genişlerler…

Şimdi soruyorum; ordu nedir? Ordu, insan topluluklarının, kendileri için en kutsal bildikleri kültür ve medeniyet mirasını korumak için asker, silah, subay, disiplin, feragat şeklinde beliren toplam iradedir. Orduyu teşkil eden fertler, orduyu idare eden yeni bireylerdir. Fakat bu bireyleri kımıldatan ne kendi fizikleri, ne kendi fizyolojileri, ne de kendi psikolojileridir. Belki, toplumsal vicdanın kendisidir. Ordunun kutsallığı da, gayesinin kutsallığından ileri gelir.

Törel bir şahsiyet olarak asker nedir? İki cevher: Birincisi, toplumun dil, töre, hukuk, sanat gibi en yüksek kültür değerlerini taşıyan bir vicdan. İkincisi, bilgi, fen, teknik gibi topluma en faydalı medeniyet kurallarını taşıyan uygar insanın kendisidir.”

Şimdi de, Pulitzer ödülünü iki defa kazanmış Amerikalı kıdemli gazeteci Walter Lippmann’ın, İkinci Dünya Savaşından sonra yaptığı bir konuşmadan bazı bölümlere dikkatinizi çekeceğiz.

“Biz şimdi bin yıllık bir bölünmeyi birleştirmeye çalışıyoruz. Asırlar boyunca birbirinden ayrı bulunan ve bu yüzyıllar boyunca birbirinden farklı gelişen medeniyetleri birleştirmeye çalışıyoruz…

Kanaatimce bu görevin kapsamı ve zorluğu üzerinde durmak gereklidir. Çünkü bunu anladığımız ve takdir ettiğimiz zamandır ki, bizi mağlup edebilecek hatalara karşı kendimizi savunabiliriz. Biz, beşer ırkının tarihinde öyle bir noktaya eriştik ki, insanlık, bir iyilik uğrunda olmaktan daha çok, bir kötülük uğrunda daha sıkı birleşmiş haldedir. Ama insanlığın birliği o derece ilerledi ki, bir askeri gücün karışacağı herhangi bir savaş, kaçınılmazcasına, evrensel bir harbe dönüşecektir. Woodrow Wilson ve Franklin Roosevelt, barış uğrundaki evrensel bir kurumu kuramadılar. Ama Hitler, dünyayı evrensel bir savaşa sürüklemeyi başardı.

Harp, artık evrenseldir. Savaş patladığı zamanki dünya, tek bir dünyadır. Yine, kesincesine tek bir dünya olmasa da, bolluk ve kıtlık yıllarında, enflasyon ve devalüasyon senelerinde, üst-istihsal ve alt-tüketim yıllarında, az-üretim ve işsizlik dönemlerinde dünya, hemen hemen tek bir dünya halindedir.

Biz, bir barış ve mutluluk dünyasından ziyade, bir harabe ve ıstırap dünyası kurmasını daha iyi beceriyoruz… Eğer esasta bir barış dünyası kurulacaksa, birleşmiş fakat yeknesak olmayan bir dünya olmalı… Eğer biz, fark ve ayrılıklara tahammülü, Birleşmiş Milletlerin ilk ilkesi yapmazsak, ortaya, evrensel bir barış değil, evrensel bir savaş çıkar.

Medeniyetler geliştikçe, milletler hoşgörülü olmayı öğrenir. Ama medeniyet yavaş gelişir. İnsanlar uygar olmayı öğrenirlerken de, onları, tecavüz savaşlarından engelleyecek şey, bu harpleri kazanamayacaklarını bilmeleridir.”

Günümüzde milletler, kültürler ve ekonomi, Walter Lippmann’ın dönemine göre, daha bir iç içe geçmiş haldedir. Hiçbir devlet, kendi sorununu kendi başına çözebilecek durumda değildir. Bir ülkedeki ekonomik sıkıntılar ve sokak hareketleri gibi hususlar kısa sürede diğer ülkelere de yayılmaktadır.

İkinci Dünya Savaşından günümüze kadar geçen dönemde, hiçbir güçlü devlet, sınırları dışındaki küçük bir devletle olan mücadelesini kazanamamıştır. Vietnam, ABD için bataklık olmuştur. Afganistan, Sovyetler için korkulu bir sonun başlangıcını oluşturmuştur. İran-Irak savaşı 8 yıl sürmüş, savaşanlar perişan olurken, savaşmayanlar kazanmıştır. Sonrasında Irak, ABD için dipsiz bir kuyu haline gelmiştir. İsrail, 1967 savaşında teknolojik üstünlüğü sayesinde toprak almıştır. Ama aldığı topraklar, kendi kalkınmasını engellemekten, başındaki sıkıntıyı artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Eğer, İsrail’in geliri, sadece ülke içerisinden olsaydı, şimdiye kadar fethettiği toprakları, kendiliğinden geri vermesi ihtimali yüksekti. Herhangi bir devlet, şimdiki gelirlerinin uzun süre devam edeceğini garanti edebilir mi?

Ülkelerin yaptıkları bu savaşlar, orduların kutsallığı kavramına çok ciddi zarar vermiştir. Orduların kutsallığı, gayesinin kutsallığından geliyorsa, bu gaye de, toplumsal vicdanı temsil etmeliyse, küreselleşen dünyada da toplumsal vicdan, evrensel vicdan halini almışsa, çıkacak bir savaş, hangi vicdanı temsil edecektir? Çıkacak herhangi bir harp, bırakın dünya çapında olmayı, bölgesel olması durumunda bile, bütün dünya ekonomisini kötü yönde etkileyecektir. Bütün insanlığa cefa çektirecek ufak bir savaşa sebep olmak, nasıl bir ulvi amaç taşıyabilir?

Bir Sırp gencinin Avusturya-Macaristan krallığının bir prensine yaptığı suikast, bütün dünyayı savaşın içerisine soktu. Günümüzde basit bir şekilde başlayacak bir olayın, bütün insanlığın mahvına sebep olması durumunda, savaşı çıkaran orduların gayelerine kutsallık atfedilebilir mi?

Günümüzde ülkelerin büyük çoğunluğu, en kapasiteli beyinlerini kalkınmış ülkelere kaptırmaktadırlar. Siyasi liderlerin ve orduların görevi, ülkelerinden beyin göçünü azaltmak için, içeride barış ve huzur ortamı oluşturmak olmalıdır. Ülkeleri için böylesine kutsal bir gayeyi bırakarak, en kapasiteli insanlarını kaptırdıkları ülkelerle söz yarışına girip savaş peşinde koşmaları, devletlerinden beyin göçünü hızlandırmaz mı? Bu sorumsuzca davranışlarıyla, düşman gördükleri ülkenin kutsal gayesine hizmet etmiş olmazlar mı?

Bu hususlarla bağlantılı olarak, daha önce yayınladığımız “Savaşlarda Yenilen Sadece Ordular Değildir” başlıklı makalemizde şöyle bir ifade kullanmıştık.

“Kibirli bazı önderlerin basiretleri bağlanarak böyle bir olayı başlatmalarının sonucunda, önceden hiç tahmin edilemeyecek kadar insan ölebilir. Burada unutulmaması gereken tarihi örnekler, Nuh Tufanı ve Firavunun ile Musa’nın mücadelesinin sonuçlarıdır.

Her iki olayda da Yüce Yaradan, bizim anlayamayacağımız şekilde, iyileri kurtarmış, zalimleri suların altında cezalandırmıştır… Demek ki, kibirli insanların sebep olacağı kargaşalarda, ilk ziyana uğrayan kendileri olmaktadır. Sonra orduları, devletleri ve halkları zarar görmektedir.”

İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun tanımladığı, törel bir şahsiyet olan ve orduyu temsil eden asker; topluma en faydalı medeniyet kurallarını taşıyan uygar insanın kendisi ise, hem toplumsal hem evrensel vicdana sahipse, gayesi de, kutsal olmalıdır. Asker, sadece, kutsal olan bir gaye için aldığı emri, kayıtsız ve şartsız yerine getirmeye çalışmalıdır. Aksi takdirde, asker ile terörist veya çapulcu arasında fark kalmaz.

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.