NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİ 3

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİNDEN ALINABİLECEK DERSLER 3

 

Nasreddin Hoca’nın Türk Dünyasının hemen her bölgesinde tanındığını gösteren bir hikâye şöyledir.

 HİKÂYE: EŞEĞE OKUMASINI ÖĞRETME

Bu hikâyenin Türkiye’de anlatılış şekli aşağıdadır:

Hoca, Emir Timur’u ziyaret ettiği günlerden birinde, konu eşekten açılınca, eşeğini biraz fazla övmüş.

Timur:

-Atıyorsun Hoca demiş.

Hoca, ne yapsın bir kere söylemiş bulunmuş, sözlerinde ısrar ederek:

-İstesem ona okumasını bile öğretirim deyivermiş.

Emir Timur da hemen

-Sana tam üç ay müsaade, öğret de görelim demiş.

Hoca bakmış ki durum ciddi, başlamış eşeğe eğitim vermeye. Önüne büyük bir kitap koymuş. Kitabın sayfalarının içerisine az az yem koymuş. Eşeğe, yemi yiyince diliyle sayfayı çevirmesini öğretmiş. Eşek sayfayı çevirdikçe açılan sayfadaki yemi yiyor, sonra yeniden yem bulabilmek için diliyle sayfayı çeviriyormuş.

Üç ayın dolmasına üç gün kala Hoca, eşeğe yem vermeyi kesmiş. Üç ay dolunca Hoca’yı ve eşeğini Timur’un huzuruna götürmüşler. Eşeğin önüne bir kitap konulmuş. Eşek, yem bulabilmek umuduyla sayfaları diliyle çevirmeye başlamış. Kitabın sayfaları bitince, kafasını kaldırmış ve Hoca’ya doğru bakarak anırmaya başlamış.

-Timur, Ee, hani diye sormuş.

Hoca:

– Eşeğin okuması bu kadar olur demiş.

Yorum kısmına geçmeden önce, konuyla ilgili olduğu için aktarmak istediğim bir hatıram var. 1992 yılının Şubat ayında bir gurup arkadaşla birlikte yeni kurulan Türk Devletlerini ziyarete gitmiştik. Özbekistan’ın Semerkant şehrinde iki katlı bir otelde kalmıştık. Sabah otelin bahçesine çıktığımda bir de ne göreyim. Bahçenin bir tarafında bir havuz var, havuzun kenarında da, Nasreddin Efendi’nin eşeğe okumasını öğretmesinin temsili olarak, kendisinin ve eşeğinin heykeli ile ikisinin önünde de bir kitap heykeli duruyor.

Semerkant, Emir Timur’un ikinci başkentiydi (birincisi, bugün Afganistan sınırında kalan Herat şehridir.) Nasreddin Hoca ile ilgili yazılarımın ilkinde bahsettiğim gibi, Timur, Anadolu’ya 1402 yılında geldiğinde, Hoca çoktan vefat etmişti (vefatı, 1284).

Bir tarafta Türkiye’de anlatılan Emir Timur ile Nasreddin Hoca hikâyesi, diğer yanda, Emir Timur’un başkentinde Nasreddin Efendi olarak bilinen bu üstadın bu hikâyesinin ölümsüzleştirilmiş anıtı.

Bu hikâyenin ilk oluştuğu yer Semerkant bile olsa, eğer Nasreddin Hoca aynı kişi ise sonuç değişmiyor. Hoca’nın yaşadığı yıllar 1208-1284, Timur’un doğum tarihi 1336. Bu durumda akla iki ihtimal geliyor. Ya Nasreddin Hoca diye bilinen üstat, tek insan değil, birden fazla kişi. Yahut da Hoca aynı şahıs, ama hem hikâyeleri dilden dile yayılmış, hem de dikkat çekmesi için, başka konular Hocaya atıfta bulunarak anlatılmış.

İkinci ihtimal daha kuvvetli görünüyor. Çünkü 1555 yılında Osmanlı Türk Devleti ile Safevi Türk Devleti arasında yapılan anlaşmaya kadar, Orta Asya’daki Türk bölgelerinden Anadolu’ya göçler devam etmiştir. Dolayısıyla geniş coğrafyaya yayılmış Türkler arasında sözlü kültür aktarımı sürmüştür. Ayrıca Osmanlı Devleti, Safevi Devletine karşı destek vermek için Özbek sultanlarına yardımcı olmayı sürdürmüştür.

Diğer yandan, Kazakistan’da “Kocanasır” olarak bilinen Hoca’, Gagavuz Türklerinde de Nastradin olarak bilinir. Biz de bu makalemizde Gagavuz Türklerinde anlatılan bir hikâyeyi yorumlamaya çalışacağız.

Bu bilgileri kısaca paylaştıktan sonra, şimdi yukarıda aktardığımız eşek hikâyesiyle ilgili yorumumuza dönelim.

YORUM:

Hocanın bu hikâyesinde yine birkaç mesaj bir arada verilmiş.

Sohbetlerde konuşurken, gerçeklerden uzaklaşmamamızı ve ölçüyü kaçırmamamızı tavsiye diyor.

Eğer, karşı taraf bizden makamca veya maddi olarak güçlü ise, sözümüzü ispatlamasını isteme erkine sahiptir demektir. Bu durumda, kendi kazdığımız kuyuya kendimiz düşebiliriz.

Eğer, karşı taraf fikirleri sorgulayan ve konuşmalarımızdaki çelişkileri görebilen kişi veya kişiler ise, bizi kendi sözlerimizle vururlar. Dolayısıyla yine kendi kazdığımız kuyuya düşebiliriz.

Sohbetlerde konuşurken ölçüyü kaçırarak, gerçeklerle bağdaşmayacak şeyler söylememiz, karşımızdakileri cahil olarak görmemize sebep olur. Ama sonradan dönüp, sakin kafayla kendi durumumuzu irdelediğimizde, asıl cahilin kendimiz olduğu fikrine gelerek, kendi kazdığımız kuyuya düşebiliriz.

Diğer taraftan, eşeğin kitabın sayfalarını diliyle çevirmesini, bir kitaba sadece göz gezdirerek okuyan bir insanın durumuna benzetebiliriz. Hoca, bir kitabı okumakla göz gezdirmek arasındaki farkı bizlere göstermek istiyor.

Bir kitabı sadece göz gezdirerek okuyan insan, ya okuduğunu farklı anladığı için, çevresine kendi anladığını aktarır ve çevresindeki insanların yanlış bilgi edinmesine sebep olur.

Veya kendisi doğru dürüst bir şey anlamadığı için, kitabı kötüler. Eşeğin anırması, bir şey anlamadığı kitabı kötülemekle benzer anlama gelir. Belki eşeğinki gibi sesi çok çıktığından, haklıymış gibi görülebilir. Hâlbuki sakin bir şekilde anlatmaya çalıştığında, kendi eksiklerini kendisi görerek, okuduğunu anlamayanın kendisi olduğunu fark etmesi ihtimali kuvvetlidir.

Hikâyeden alınabilecek bir diğer mesaj, öğrenmeye yatkınlığı ve isteği olmayana, ortam ne kadar cazip hale getirilirse getirilsin, öğretmenin çok zor olduğudur. Hepimiz yaşayarak gömüşüzdür ki, talep ve istek olmadan biz ne kadar anlatırsak anlatalım, sözlerimiz karşımızdakinin bir kulağından girip diğerinden çıkabilmektedir.

Şimdi Gagavuz Türklerinden bir fıkrayı ele alalım. Bilindiği gibi, Gagavuz Türkleri Hıristiyan’dır. Eski dönemlerde, hocalar da, papazlar da köylünün, kasabalının yardımlarıyla geçinirlerdi. Maaş almazlardı. Aktaracağımız hikâyede Papaz, köylüden toplayacağı yiyecek hakkını, Hocaya devrediyor. Aşağıdaki hikâyede bahsettiğimiz Nasreddin Hoca, bu bölgede Nastradin olarak bilinir. Biz hikâyede Hoca olarak bahsedeceğiz.

HİKÂYE: GÖSTEREYİM NASIL YEDİM

Papaz, bazı uzak evleri dolaşıp peksimet (kovrik) toplamaya üşenmiş. Hoca’ya eğer toplarsa yarısını ona vereceğini vaat etmiş.

Hoca evleri gezmiş. Tam 16 peksimet toplamış.

_Hm, düşünmüş Hoca, bu peksimetlerin yarısı benim. Payını ayırmış, sekizini yemiş.

Sonra kendi kendine düşünmeye devam etmiş: Ama bunlardan da yarısını Papaz nasılsa bana verecek demiş, hesaplamış dört eder. Dördünü daha yemiş. Kalmış dört peksimet.

Dördün de yarısı, Hoca’nın hesabına göre ona düşermiş.

O dörtten de ikisini daha yemiş. Kalmış iki peksimet. Papazın evinin önüne geldiğinde, elindekilere bakmış, Bunun yarısı benim zaten demiş. Kalan iki peksimetten birisini daha yemiş. Papazın avlusuna elinde bir peksimetle girmiş.

_ Kaç peksimet topladın, o saat sormuş Papaz.

_ On altı, hızla cevap vermiş Nasreddin.

_ Ne yaptın onları?

_ Payımı yedim, demiş Hoca

_ Ee, onların hepsi sana düşmezdi, nasıl yedin onları? diye sormuş öfkeli Papaz

_ Olur, göstereyim demiş Hoca ve yemiş kalan bir peksimeti de.

YORUM:

Hoca burada birkaç mesaj birden vermiş.

Birincisi; insan nefsine yenilip yorum yapmaya başladı mı sınırını tutturamaz. Nalıncı keseri gibi, hep kendine doğru yontar. Hoca da, elindeki peksimetlerin yarısını yedikten sonra tekrar düşünmeye başladığında, elindeki mevcuda göre değerlendirirken yediklerini hesaba katmıyor. Böylece, kendi menfaatini her daim ön planda tutarken, değişen şartları da kendine göre yorumlayabileceğini göstermektedir.

Papazın öfke ile sorması üzerine son peksimeti de yiyerek ikinci mesajı veriyor. Diyor ki; “Yanlış soru soran yanlış cevap alır.” Bu hata çoğumuzun düştüğü bir yanlıştır. Eşimizle, çocuklarımızla, astlarımızla, üstlerimizle konuşurken soracağımız sorulara dikkat etmezsek, Papazın durumuna düşmemiz ihtimali her zaman vardır.

Üçüncü bir mesaj da, bir insanın kendisinin yapabileceği bir işi, üşenerek veya başka basit bir sebeple başkasına havale etmesinin, beklenen sonucu vermeyeceği gerçeğini göstermektir. Bu ortamı tanımlayan bir özdeyiş şöyle: “Kurda sormuşlar, ensen niye kalın? Kendi işimi kendim görürüm de ondan demiş.”

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.