MİMARLIK VE İSLÂM ANLAYIŞLARI ARASINDAKİ BENZERLİK
Bilindiği gibi, gerçek anlamıyla mimarlık, hem sanattır hem de tekniktir. İyi bir mimar, iki alanda da bilgi ve kabiliyet sahibi olmalıdır. Tek başına tekniği, yani binanın fonksiyonel olmasını hedefleyenler, binanın yapım bilgisinin dışına çıkamazlar. Dolayısıyla, estetiği olan bir eser oluşturamazlar. Eğer bir mimar, sadece sanatı hedeflerse, insanların işlerine yaramayan bir eser oluşturmaktan ileri gidemez. Demek ki, daha başarılı bir mimar olabilmek için, sanat ile tekniği birleştirmeleri gerekmektedir. Veya sanat ile tekniği birlikte işleyecek bir ekip olarak çalışmalıdırlar.
Avrupa’nın en meşhur mimarları, Rönesans dönemindeki mimarlardır. Rönesans döneminin mimarları, daha çok, sanatçılar arasından çıkmıştır. Bu dönemdeki ressam veya heykeltıraşların arasından, fonksiyonelliği de dikkate alanlar, mimarlıkta başarılı olmuşlardır. Bu durumun tersi de olmuştur. Pozitif bilimle uğraşırken başarılı bir mimar olanlara en güzel örnek, İngiliz Christopher Wren’dir. Wren, en büyük İngiliz mimar olarak kabul edilmesine rağmen, ilk mesleği matematiktir. Osmanlı Türklerinin en meşhur mimarı, Mimar Sinan’dır. Sinan’ın ilk mesleği, dülgerlik, yani ahşap işlemeciliği ve oymacılığıdır. Daha sonra, gemi yapımında çalışmıştır. Ordu ile seferlere çıktığında, gittiği yerlerdeki mimari eserleri inceleyerek, teknik alandaki bilgisini geliştirmiştir.
Mimarlıktaki sanat ve teknik ikiliği gibi, İslâm’da, beden ve ruh şeklinde ikilik kendisini gösterir. Beden fonksiyoneldir. İnsanların işlerine yarayacak maddi fonksiyonları gerçekleştirir. Ruh ise, işin, zarafet, incelik ve sanat kısmıdır. İslâm’daki ikiliğe bir başka açıdan baktığımızda, hem düşünce hem de hayat tarzı olduğunu görürüz.
Yukarıda ifade ettiğimiz İslâm’daki bu anlayış, mimari alanda güzel eserler verilmesinde etkili olmuş olabilir. Bilhassa, Müslümanlığı kabulden sonra Türk mimarisinin başarısında, bu ikili anlayışın daha fazla tesirinin olması ihtimali kuvvetlidir. Bilindiği gibi, günümüze kadar ayakta kalmış İslâm kaynaklı mimari eserler içerisinden, bütün Türk devletlerinin yaptığı eserleri çıkarırsak, geriye önemli bir şey kalmaz.
Bu konudaki düşüncelerimi, Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli kitabımın “Türklerde Bilim, Sanat ve Mimarlık” adlı bölümünde paylaşmıştım. Bu bölümde, Türklerin, sadece Anadolu ve Balkanlarda yaptığı eserleri ele almadık. Orta Asya, Ortadoğu, Mısır gibi bölgelerde verdikleri eserlerden de örnekler sunmuştuk. Türklerin, gittikleri her bölgede meydana getirdikleri eserlerinin, görsel olarak ve fonksiyonel açıdan birbirinden farklı olduğunu belirtmiştik. Verdiğimiz bu örneklerin bir kısmını, diğer devletlerin ortaya koydukları eserlerle karşılaştırmaya çalıştık. Bu karşılaştırmaları, hem fonksiyonellik hem de sanatsal bakış açısından ifa ettik. Böylece Müslüman Türklerin mimari eserlerinin hem fonksiyonel hem de görsel açıdan insanlar hitap etme hususunda, çağdaşlarından daha başarılı olduğunu gözler önüne sermiştik.
Müslüman Türklerin mimari eserlerinin, diğer İslâm eserlerine göre daha başarılı olmasının sebepleri, sadece maddi güç ile açıklanamaz. Benzer maddi güç, diğer İslâm devletlerinin bazılarında da olmuştur. Dolayısıyla, sebepleri, Türklerin o dönemlerdeki düşünce yapılarında aramak gerekir. Genel kabul gören bir anlayışa göre Türkler, hem analitik hem de mistik düşünmekteydiler. Günümüz biliminin açıklamasına göre, beynin sağ ve sol loblarını birlikte kullanma, Türklerde daha yaygındı. Bilindiği gibi, Avrupalılar, ağırlıklı olarak analitik düşünürler. Doğulu milletler ise, ağırlıklı olarak mistik düşünürler. Muhtemeldir ki, Türkler, coğrafi olarak, doğu ve batı arasında hareketli oldukları ve iki tarafla da temasları oldukları için böyle bir farklılaşma olmuştur.
Demek ki, yaşadıkları şartlar gereği olarak, Türkler, mistik ve analitik düşünceyi bir arada değerlendirerek, birleştirmeye çalışmışlardır. Müslüman Türklerin mimari eserlerini, genel olarak incelediğimizde, eserlerin çoğunda, fonksiyonelliğin ve insanlara mesaj verme eğiliminin daha ağır bastığını gözlemlemekteyiz. Örneğin, Kiliseler, daha çok mistik bir yapıdadır. Camiler ise, daha çok fonksiyoneldir. Diğer bir anlatımla, Cami, insana yöneliktir. Kilise ise, daha çok Tanrı’ya yönelikmiş gibidir.
Bu durum, İslâm anlayışı ile uyuşmaktadır. İslâm, bir düşünce tarzı olmakla birlikte, daha ziyade bir hayat tarzıdır. Bilindiği gibi, İslâm’ın Mekke’deki hali, mistisizm ağırlıklıdır. Medine’de ise, siyaset ve devlet yönetimi eklenmiştir. Tarihi olaylara baktığımızda, devlet yönetiminin, Türklerin asıl işleri olduğunu görürüz. Müslümanlığı kabul eden Türkler, bu kabiliyetlerine mistisizmi eklemişlerdir. Yahya Kemal Beyatlı’nın ifadesine göre, Türk’ün kahramanlığı, İslâm’ın sonsuzluk duygusu ile birleşerek daha bir anlamlanmıştır.
İslâm, hem ilham hem tecrübedir. Konuya bu açıdan yaklaşınca, Fransız Türkolog Jean Paul Roux’nun Türkler hakkındaki kanaatleri dikkati çekmektedir. İki bin yıllık Türk tarihini inceleyen Roux, şöyle demektedir: “Türkler, çevrelerinden aldıklarını, kendi inançlarıyla birleştirerek, onları geliştirip, daha ileriye taşıdılar.”
Son iki bin yıl içerisinde, bilinen dünyanın önemli bir bölümüne dağılarak, gittikleri yerleri vatan yapıp, yaşamlarını sürdüren tek millet olmaları, Türklere böyle bir avantaj sağlamış olabilir. Türkler, vardıkları yerlerdeki sanatkârları ve yöneticileri kendi hedefleri doğrultusunda değerlendirmişlerdir. Bazen, yönettikleri insanların ilhamlarını kendi tecrübeleriyle birleştirmişler, bazen, kendi ilhamlarını onların tecrübeleriyle mecz etmişler. Sonuçta ortaya, hem işe yarayan hem de görsel yönü olan eserler çıkarmışlardır. Konuya yönetim açısından baktığımızda ise, ortaya, farklı kökenden gelen halkların bir arada huzur içerisinde yaşadıkları bir uygarlık anlayışı çıkmıştır.
Avrupalıların, keşiflerden sonra zenginleşmelerine karşılık, Türklerin giderek fakirleşmeleri, onların güzel mimari eserler vermelerinin önünü kesmiştir. Ancak, her türlü aleyhte şartlara rağmen, devletin ayakta kalmasının sebeplerinden birisi İslâm’daki beden ve ruh ayrımının hayata uygulanmasıdır. Bu uygulama, mistik ve analitik düşüncenin birlikte kullanılmasına vesile olmuştur.
Günümüz insanlığının da, ortak uygarlık için, ihtiyacı olan anlayış budur. Gün içerisinde karşılaştığımız herhangi bir meseleye, hem analitik hem de mistik bakış açısıyla, aynı anda yaklaşıldığı sürece, insanlık daha huzurlu olacaktır.