MEDİNE TOPLUMUNUN ÖZELLİKLERİ
Hz. Muhammed (s.a.v.) Medine’ye göç ettiğinde, şehrin adı Yesrib idi. Peygamberin oluşturduğu toplumun özelliklerinden dolayı, ismi değişti ve Medine denilmeye başlandı. Medine, “şehir” demektir. Bedevilikten kurtularak, medeni olmak anlamına geldiği düşünülmektedir.
Hz. Peygamber M.S. 622 yılında Medine’ye göç ettiğinde, şehirde çok farklı inanışa sahip insanlar ikamet ediyordu. Müslüman olduğunu söyleyenler, henüz azınlıkta idiler. Yahudiler, Hıristiyanlar (Nasranîler) ve tek Tanrı inancı olmayan Araplar çoğunluktaydılar.
Hz. Muhammed, Yesrib’e göç ettikten bir süre sonra, Müslüman olan ve olmayan Araplar ile Yahudiler arasında bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşma, Medine Vesikası veya Medine Anayasası olarak da bilinir. Kırk yedi madde olan bu anlaşmanın ilk maddesi şöyledir:
“Bu kitap, Resulullah Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlar ve onlarla birlikte cihat edenler için düzenlenmiştir.”
Hz. Peygamberin hicretinden kısa bir süre sonra oluşan bu topluluğun temeli, eski toplumların yapısına benzemiyordu. Aralarında kan bağı yoktu. Bir ırk temeline dayanmıyordu. Ticari ilişkiler veya bağlar üzerine de kurulmamıştı. Büyük toprak sahiplerinin oluşturduğu bir topluluk da değildi. Fakirlerin veya kölelerin birlikteliği de denilemezdi.
Yeni kurulan bu toplumun, geçmişten gelen ortak bir kültür birliği de yoktu. Bu topluluğun ortak bir tarihe sahip oldukları da söylenemezdi.
Dolayısıyla, bu toplumun, ortak bir geçmişinden veya sahip oldukları ortak miraslarından bahsedilemezdi.
Peki, topluluğun ortak yönü neydi?
Birbirinden çok farklı yapıda olan ve çok farklı geçmişe sahip bu insanların ortak tarafları, “imanları” idi. Bu iman, tek olan Tanrı’ya, bir Yüce Yaradan’a olan imandı. İşte bu garip toplumun tek ortak bağları, bu imanları idi.
Medine’de yeni oluşan bu toplumun nüfusu, hızla artmaya başladı. Çünkü sürekli katılımlar oluyordu. Bu topluma sonradan katılmak isteyenlere, hangi kavimdensin diye sorulmuyordu. Derisinin rengine bakılmıyordu. Savaşlarda işe yaraması düşünülerek, güçlü kuvvetli olup olmadığına dikkat edilmiyordu. Yani iyi bir savaşçı ve sadece erkek olması istenmiyordu.
Yeni katılanların maddi güçleri de sorgulanmıyordu. İster fakir, ister zengin olsunlar topluma kabul ediliyordu. Okuryazar olmasına bakılmıyordu. Evli veya bekâr olması da hiç önemli değildi.
Topluma yeni katılan bir kişiden istenilen tek şey, “Lâilâheillallah” demesi idi. Yani, Allah’tan başka Tanrı yoktur, sözünü söylemesi yeterliydi. Toplumun içerisinde daha itibarlı olmanın yolu, Yüce Yaradan’a duyulan derin imanın ölçüsü idi.
Bu toplum, üyelerindeki bu iman sayesinde, geçmiş dönemlerde insanların itibar ettikleri şan ve şöhretten vazgeçenlerin toplumu şekline dönüşmüştü. Kendi aralarındaki münasebetlerde, kimsenin eski şan ve şöhretinin önemi yoktu.
Bu toplum, nefislerine karşı mücadele ederlerken, birbirlerinden kuvvet alanların birliği idi. Yüce Yaradan’a bağlanmak için oluşturmaya çalıştıkları derin imanın bilincine vardıkça, hayatı bütün güzellikleriyle yaşamaya çabalıyorlardı.
Bu toplum, “hür” olmanın anlamını yeniden kavrayanların topluluğu idi. Özgürlüğü, Yüce Yaradan’a veya başka bazı şeylere “hayır” diyebilme gücü olarak görmeyi bırakmışlardı. Hürriyeti, güzel bir şeyler ortaya koyabilmenin gücü olarak görmeye başlamışlardı. Böylece, geçmiş hayatlarında hiç hayal edemeyecekleri güzel işler yapmaya başlamışlardı.
Bu toplumun üyeleri, artık, Hud Suresinin 90ıncı ayetinde bahsedilen, “…Allah, müminleri çok sever…” sözünün muhatabı olmaya çalışıyorlardı. Bu sebeple, aralarındaki her türlü dil, ırk, zenginlik, kültür, bilgi, cinsiyet ve diğer farklarına rağmen, kardeşçe yaşamaya gayret ediyorlardı.
Yaşanan olaylarla ilgili anlatımlara bakıldığında, içlerinden çok azı hariç, hem iç huzuru buldukları, hem de mutlu yaşamayı başarabildikleri anlaşılıyordu.