MARKSİZMİN ÇELİŞKİLERİ ÜZERİNE
Önceki yazımızda, dinlerdeki değişime örnek olarak, İsevilik ile Hıristiyanlık arasındaki farkın sonuçlarını irdelemiştik. Çünkü dinler içerisinde, insanlık tarihi üzerinde en etkili olan değişim İsevilik ile Hıristiyanlık arasındaki farktan kaynaklanmıştı. Bu yazımızda, fikirlerdeki değişime örnek olarak, Marksizm ile komünizm arasındaki farkları inceleyeceğiz. Bilindiği gibi Marksizm, fikri akımlarının içerisinde, insanlık tarihi açısından en etkili sonuçları olandır.
Karl Marks, kapitalizmde gördüğü aksaklıkları, kendince düzeltmek istemiştir. Bu sebeple karşıt bir sistem kurmaya çalışmıştır. En azından kendisinin iddiası bu yöndedir.
Marks’ın kurduğu sisteme bakılınca, kapitalizm ile aynı temele oturduğu görülür. Savunduğu sistem de, tıpkı kapitalizm gibi materyalist temele dayanmaktadır. Marks da, insanların, sadece maddi menfaat düşüncesiyle hareket ettiğine inanır. Bu sebeple, insanlık tarihinin, ekonomik menfaat mücadelesi olduğunu iddia etmiştir.
Marks’ın düşüncesinin temellerinden birisi de, asıl olanın toplum olduğudur. Bu nedenle bireyi önemsemez. Aileyi ise reddeder. Kurtuluşun toplumla geleceğine inanır.
Çok kısa olarak aktardığımız ve burada bahsetmediğimiz fikirlerine ve uygulamalarına baktığımızda, materyalist anlayışa göre zıtlıklar olduğunu görmekteyiz. Bu farklardan bazılarını aşağıda ele almaya çalışacağız.
Marksistler, bulundukları ülkelerde iktidara gelebilmek için bazı fikri savunmalar yaptılar. Bu savunmalar hemen her ülkede aynı yönde oldu. İktidar olabilmek için, insan haklarını ve vatandaşlık haklarının savunuculuğunu yaptılar. Hâlbuki bu savunmaları, insanlık tarihinin ekonomik menfaat üzerine olduğu şeklindeki fikirleriyle çelişmektedir.
Marksistler, iktidara gelebilmek için mücadele yürüttükleri dönemlerde, hem düşünce özgürlüğünden hem de kişilerin hürriyetinden bahsettiler. Bununla da kalmadılar, ülkelerindeki mevcut iktidarın baskılarına karşı çıkarken, mesken mahremiyetini savundular. Bu söylemleri, ferdi ve aileyi yok sayan ve toplumu kutsayan anlayışları ile çelişmektedir.
İktidara gelmek için, kendi fikirlerine zıt savunmalar yapan Marksistler, iktidara geldiklerinde, kendi savundukları fikri sisteme döndüler. Fakat kendi fikir sistemleriyle, insanları çalışmaya yönlendiremediklerini gördüler. Bunun üzerine, insanları çalıştırabilmek için, manevi teşvikler verdiler. Bazı fabrikalarda, işçiler içerisinden “ayın işçisi” seçimleri yaparak, panolarda sergilediler. Ülkelerin geçmiş tarihindeki kahramanlık yapmış yönetici veya generallerin adını taşıyan nişanlar verdiler. SSCB’de verilen General Kutuzov nişanı bunlardan birisidir. Marksist yöneticilerin verdikleri bu nişanlar ve diğer uygulamaları, insanların yalnızca menfaat düşüncesiyle hareket ettiği şeklindeki, kendi iddialarını çürütmektedir.
Marksizm, iktidara gelme mücadelesi sırasında, ülkedeki hukuku, “muktedirlerin hukuku” olarak niteledi. İktidara geldikleri ilk dönemlerde, kendilerinin uyguladıkları hukuka karşı çok ciddi tepkiler olduğunu gördüler. Önceleri halkı ikna etme yolunu seçtiler. Halkı ikna edebilmek için, kendi uyguladıkları hukuku savunmaya çalıştılar. Savunmaya çalıştıkça, daha da battılar. Battıkça, kendileri de, itiraz ettikleri “muktedir “hukukunu” oluşturmuş oldular.
Marksistler, iktidara gelebilmek için, çarlara, krallara, sultanlara karşı çıktılar. Hattâ, ön saflarda uzun süre kalmış siyasi liderlere de cephe aldılar. Bütün bunların, tek adam yönetimi olduğunu söylediler. Buna karşılık, halkın iktidarı fikrini savundular. İktidara geldikleri ilk ülke olan Rusya’daki mücadeleleri sırasında, “iktidar Sovyetlere” yani “iktidar halk meclislerine” söylemini geliştirdiler.
Fakat Marksizmin uygulandığı bütün ülkelerde, “lider kültü” oluşturulduğu acı bir şekilde görüldü. Öylesine bir lider kültü oluşturdular ki, kanunların yapımında bile, ülkedeki diğer muktedirlerin etkisi çok az oldu. Partinin liderinin yani tek adamın onayı olmadan hiçbir kanun yapılamadı. Komünist parti adına ülkeyi yöneten kişi, en bilge insan olarak takdim edildi. Böylece, itiraz ettikleri bütün tek adam yönetimlerinden daha sert ve daha katı bir idari sistem oluşturarak, Marksizm’i, daha başlangıcında tarihe gömdüler.
Markszim, evliliğe ve mülkiyete karşı çıkmakla kalmıyor, toplumsal ahlâkı da reddediyordu. Bizzat Marks, ailenin yok olması ve insanın toplumsallaşmasını savunuyordu. Böylece insan, tamamen sosyal bir varlık haline gelecekti. Dolayısıyla, ailede var olan bütün sosyal, ahlâki ve maddi esaslar, topluma geçecekti. Fransız Marksist Simone de Beauvoir, aile efsanesi ve annelik içgüdüsü efsanesinin ortadan kalkmasını savunuyordu. Marks ise, çocuklar konusunda şöyle söylüyordu. “Her iki cinsiyetten çocukları, ailelerinden olduğu kadar hiç kimseden daha fazla korumak gerekmez.”
Fakat iktidara geldiklerinde, ülkelerinde işler kötüye gitmeye başlayınca, bütün bu fikri savunmalarının tersine hareket etmek mecburiyetinde kaldılar. Hem aileyi, hem de küçük de olsa mülkiyeti kabul ettiler. Çünkü Paul Kennedy’nin yayınladığı, 1915 ile 1928 yılları arasındaki bir istatistiğe göre düşüş net bir şekilde görülüyordu. Bu dönemde Rusya’daki bir işçinin verimliliği, bir Japon işçicine göre 14 kat azalmıştı. Farkın bu kadar açılmasının bir sebebi, Japonlardaki çalışma hırsı olsa bile düşüş fazlaydı. Bütün bunları gören SSCB yönetimi, karşı çıktıkları “devlet” fikrini bile kabul ettiler.
Marksistler, vatan kavramının ve kardeşlik duygusunun burjuvazi aldatması olduğunu iddia ediyorlardı. Ama iktidara geldikten sonra karşılaştıkları ilk savaşta fikir değiştirdiler. Vatan savunmasının kutsallığından bahsederek, kendi düşüncelerinin tam tersini uyguladılar. Kardeşlik fikirlerinde de değişime uğradılar. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Marksist partiler kurulmaya başlayınca, birbirlerini, kardeş partiler olarak ilan ettiler. Böylece, itiraz ettikleri kardeşlik fikrine, kendileri sarıldılar.
Marksistler, hukukta suçluluk kuralına itiraz ettiler. Fakat kendi kurdukları mahkemelerin ve hukuk sisteminin tarafsız olduğunu savunabilmek için, karşı çıktıkları suçluluk kuralına sarıldılar.
Marks, kapitalizme karşı çıkarken, iktidarların bu yolla halkı ve insanları ezdiğini söylüyordu. Bu fikri savunurken, aynı anda, Kapitalist Avrupa’nın keşifler sırasında yaptıklarını haklı buluyordu. Sadece o olayları değil, Batılıların Asya’da yaptıklarına da bu gözle bakıyordu. Ona göre, Doğu, genelleşmiş köleliktir. Dolayısıyla, kendi rehavetine bırakılamaz. Gerekirse zorla, Batıya bağlanmalıdır. Nitekim Marks ve benzer düşüncedekiler, Çarların, Asya’yı topraklarına katmasını, Fransa’nın Cezayir’i işgalini, ABD’nin, Kaliforniya’yı Meksika’dan almasını, “oralara uygarlığın götürülmesi” olarak nitelemişler ve alkışlamışlardır.
Marks ve takipçilerinin bu söylemleri, sömürü düzenine karşı savundukları fikirleriyle taban tabana zıttır. Bu çelişkilerinin temel sebebi, doğulu toplumların değişmezliği şeklindeki inançlarıdır. Belki de “onlar kendiliklerinden başaramayacaklarına göre, mecburen böyle olması gerekir” diye düşünmüş olabilirler. Eğer böyle düşünmüşlerse, bu iddiaları temelsizdir, bölgeyi tanımamaktır.
Yazımızın başlangıcında ifade ettiğimiz gibi, bu makalemizde Marksizm’in fikri ve uygulamaları arasındaki farkları ele aldık. Böyle farklılıklar Marksizm kadar insanlık tarihinde etkili olmasa bile, diğer fikir akımlarında ve dinlerde de mevcuttur. Hayatın gerçekleri ve insanların nefsani davranışları karşısında, her fikir ve din, saflığından bir şeyler kaybetmiştir. Ancak Marksizm’deki farklılığın bir sebebi de, fikrindeki iç çelişkilerdir.