KAPİTALİZMİN YAYGGINLAŞMASI 2

KAPİTALİZMİN YAYGINLAŞMASININ NEDENLERİ ÜZERİNE 2

 

Zenginleşen ülkeler, daha çok zenginleşebilmeleri için, birbirlerine mal satmaya mecburdurlar. Onlar da bunu yaptılar. Fakat birbirleriyle yaptıkları bu alışverişler de yetmeyince, maddeten daha güçsüz ülkelere borç vermeye başladılar. Böylece onlardan borç alan ülkeler, kendilerinden alım yapacaklardı. Ancak, bu borç vermenin de hem kendileri için bir risk oluşturduğunu hem de yetersiz kaldığını gördüler.  Bu nedenle birbirlerinin tahvillerini aldılar. Birbirlerinin borsalarındaki kâğıtlara yatırım yaptılar. Bütçeleri cari açık vermeyip aksine cari fazla veren ülkeler, ağırlıklı olarak ABD borsalarında işlem yaptılar. Belki de böyle yaparak, hem borçlarını dolar kuru ile aldıklarından kendilerini korumak istediler, hem de aldıkları tahvillerle ABD’yi baskı altına alacaklarını düşündüler. Fakat bu durum, zenginleri birbirlerine bağımlı hale getirdi. Daha doğrusu, alacaklılar, borçlularına bağımlı hale geldiler. İşte kendiliğinden oluşan bu bağımlılık, kapitalizmin yararına oldu.

Nitekim zenginler kulübünden bir ülkenin, örneğin amiral gemisi olmasına rağmen, çok borçlu olan ABD’nin zor duruma düşmesinin, hepsini sıkıntıya soktuğu, 2008 buhranında anlaşıldı. Hiç hoşlanmasalar bile, mecburen sıkıntıya giren ABD’ye yardım ettiler. Benzer durum, borç verdikleri diğer bazı ülkelerle ilişkilerinde de söz konusudur. Borçlarını ödeyememe durumuna düştüklerinde, Latin Amerika ve Türkiye benzeri bazı ülkelere de yardım etme mecburiyetinde kalıyorlar.

ABD’nin, ekonomik buhranlardan sıyrılmasının bir başka sebebi daha vardır. ABD, uluslararası para yaratma kapasitesine sahiptir. Bu özelliği sayesinde ABD, en borçlu ülke iken, en alacaklı ülke konumuna gelebilmektedir. Ülkeler, dolarla borç almak zorunda bırakılmaktadır.

1980 sonrası küreselleşmede devletlerin borç alabilmeleri, en çok, borç alan ülkelerin siyasetçilerini memnun ediyordu. Çünkü hem vatandaşları nezdinde, borç alabilmenin itibarını yaşıyorlar, hem de kendi insanlarına borç verebilecek bir ortama sahip oluyorlardı. Diğer yandan borç verenler, borç alan ülkeleri “büyük düşünün” diyerek güçlerinin üzerinde, ekonomik normları aşan oranlarda borç almaya zorluyorlardı. Çünkü borç verenlerin amacı, paralarını kısa sürede geri almak değildi. Borç verdikleri ülkenin sıkıntıya düşerek, kendilerine bağımlı hale gelmesini hedefliyorlardı. Bu hedeflerine ulaşabilmek için, verdikleri borçların; yol, baraj, liman, şehirlerin kaldırımları ve parkları gibi geri dönüşü çok geç olan yerlere harcanmasını tavsiye ediyorlardı. Böylece ülkeler, aldıkları borçla üretim yapmadıkları için borçlarını zamanında ödeyemediklerinden, yeni alacakları borçlarla ödemek zorunda kalıyorlardı. Bu durum bir süre böyle devam ettiğinde, borç alan ülkeler, aldıkları borçlardan daha fazlasını ödemek durumunda kalarak, borç verenleri finanse eder hale geliyorlardı.

Bu arada siyasetçilerin kendileri de, alınan borçlardan, rahatça zenginleyebiliyorlardı. Çünkü alınan borçlarla yapılan yukarıda saydığımız bu işler, maliyet hesabının sonradan yapılmasının çok zor olduğu iş alanlarıdır. Dolayısıyla, alınan borçlarla yapılan bu işlerde, rüşvet alımında sınır yüksektir ve rüşvetin, sonradan ortaya çıkarılması zordur.

Kolay kredi almak, bilhassa Batı ülkelerine giden fakir göçmenlerin ve duygusal davranan, kalkınma yolundaki ülkelerdeki halkların çoğunun hoşuna gitti. Çünkü alınan krediler, fakir insanların içlerinde kalmış ezikliğin giderilmesi için fırsat oluştururken, yakın çevrelerine gösteriş yapma şanslarını artırıyordu. Kolay verilen krediler de, ekonominin motoru olmayı sürdürüyordu. Ekonomi büyüdükçe fiyatlar arttığından, daha önce kredi almış olanlar, kendilerini kazanç sağlamışlar gibi görüyorlardı. Hâlbuki aldıkları kredi ile 1 birime satın aldıkları evi veya arabayı, bir süre sonra, iki birime sattıklarında, yerine ancak, sahip olup da sattıklarının aynısını alabiliyorlardı. Kapitalizm de, bu kolay kredi ortamından, yukarıda bahsedildiği şekilde faydalanarak yaygınlaşmasını sürdürüyordu.

Zengin ülkelerden olan Japonya, ülke topraklarının, nüfusuna göre çok az olması sebebiyle, abartılı bir şekilde şişen gayrimenkul fiyatlarında hızlı düşüş yaşadı. Bu sebeple, 1990’larda başlayan ve yaklaşık yirmi yıl süren fiyat düşüşleri ve ekonomik durgunluk ortamına girdi. Japon halkı, bu durumun kendilerinin üzerindeki kötü etkisini atlatmak için, hem tasarruflarını hem de ülkelerinde çok ucuza aldıkları kredileri, dünya borsalarında, borsa-döviz-faiz üçgeninde değerlendirmeye çalıştılar. Bu davranışları, Japon halkının tasarruflarının, aldıkları kredilerin tüketime ve dolaylı olarak üretime gitmesinin önünde engel oluşturdu. Dolayısıyla da fiyat düşüşleri ve durgunluk hali uzun sürdü. Ama kapitalizmdeki üretmeden tüketme anlayışının, Japonya’da da yaygınlaşmasına vesile oldu. Japon kültür anlayışı yara aldı.

Japon halkı, işlerini kaybetme tehlikesiyle daha çok yüz yüze geldiklerinden, gerilimli bir yaşam mücadelesinin içerisine girdiler. Japon kadınlarının arasında, Batılı yüz elde etmek isteyenler hızla arttı. Milletvekillerinin birçoğu, ülkelerine hizmeti geri plana attılar. Zamanlarının ve gelirlerinin büyük çoğunluğunu, yeniden seçilmeye harcamaya başladılar. Böylece kendi kültürünü muhafaza ederek zenginleştiği iddia edilen Japonya’da da, kâr hırsına dayalı kapitalizm anlayışı yükselişe geçti.

Bütün bu kapitalizm lehindeki gelişmelere rağmen, Sovyetlerin dağılması, Çin’in ve çevresindeki ülkelerin yeni arayışlara girmesi, kapitalizme, mucizevi denilebilecek bir şekilde çok ciddi bir nefes aldırdı.

Sovyetler dağılınca, yeni pazarlar ortaya çıktı. Bu yeni pazarlara daha çok mal satabilmek için onlara borç verildi. Doğu Avrupalılar da, kalkınmak umuduyla bu borçlara sarıldılar. Ama aldıkları borçlar, bu ülkelerin çoğunu, yeni borçlar almaya bağımlı hale getirdi. Ayrıca, bilhassa Batı Avrupa’daki işyerleri açısından, ucuza çalıştırılabilecek ve bilgili Doğu Avrupalı yeni işgücü ortaya çıkmış oldu.

Çin’in, kalkınmak için yaptığı hamleler, ucuz işçilik fırsatının zirvesi oldu. Zengin ülkelerin kapitalistleri, işçileri kendi ülkelerine getirip sosyal sorunlara sebep olmadan, fabrikaları Çin’de kurarak, ucuz iş gücü sağladılar. Bu ortam, köle ticaretinin yaygın olduğu 19uncu yüzyıldan çok daha kolay ve kârlı bir imkân sunmuştu. Böylece, zenginlerin ülkelerindeki işçi sendikalarının güçleri, tamamen kırıldı. Kapitalistler, kârlarından geri adım atmadılar, ama işçilikten ve sorunlarından rahatladılar.

Zengin şirketlerin, başka ülkelerde yaptıkları yatırımların ortak bir özelliği var. Zengin şirketler, sermayeleriyle girdikleri ülkenin ihtiyacı olan alanlarda değil, kendilerinin ihtiyacı olan alanlarda yatırım yaptılar. Bu anlayış, şirketlere daha çok kazandırarak, kapitalizmin önünün açılmasına vesile oldu.

Çin’de her türlü fabrika üretimi yaptırılırken, Hindistan’da özel bir teknik ve bilimsel yetenek gerektiren hizmetler alanında kapitalizme çok ciddi imkânlar sağlamaktadır. Çin, Hindistan ve çevre ülkelerinde yapılan bu yatırımlardan, onlar da elbette faydalanmaktadırlar. Fakat bu faydalar, konu ayrıntılarıyla incelendiğinde, bu ülkelerin geleceğinin parlak olduğunu gösterdiğini iddia etmek zordur. Ülkelerin kalkınmaları, kendi içlerinde bazı bölgelerinde olmaktadır. Bu nedenle bu durum, zengin-fakir bölge ayrımını oluşturarak, bu ülkelerin bütünlüğünü tehdit edecek seviyeye gelebilir.

Çin, Hindistan ve bölgedeki ülkelerde ücretler nispeten yükselince, Afrika’nın devreye girmesi ihtimali az da olsa vardır. Ancak Afrika, günümüzdeki haliyle bu duruma hazır değildir. Afrika’daki iç çatışmalar, devletlerin çoğundaki çürüme, altyapı eksikliği, eğitimin hem sayısal hem de nitelik olarak düşüklüğü, sermayenin Afrika’ya yönelişinin önündeki engeldir.

Diğer yandan unutmamak gerekir ki, kapitalizm, ucuz işçilikle rahat nefes alırken, bu ortam, aynı zamanda kapitalizmin kendi içerisindeki çelişkisini de oluşturmaktadır. Ucuza çalışan insanların tüketimleri de az olacağından, kapitalizmin yaygınlaşmasının önünde engel oluşturacaktır.

Diğer yandan, ucuz işçi kaynakları azaldıkça, şirketlerin kârları da düşecektir. Dolayısıyla sonunda ya üretim yavaşlayacak yahut da işgücünün serbest dolaşımına, kaçak olarak olsa da, izin verilmek zorunda kalınacaktır. Böylece pazara yakın üretime geçmek gerekecektir. Çünkü Çin ve benzeri ülkelerdeki ücret artışları nakliyelere de yansıyacağından, hem hammaddelerin hem de mamullerin nakil masrafları da artacaktır. İşgücünün serbest dolaşımının gerçekleşmesi, zengin ülkelerin şirketlerinin yatırımlarını, kendi zengin bölgelerine geri getirmelerine vesile olabilir. Ayrıca yeraltı kaynaklarının çıkarılmasının giderek zorlaşması, maliyetleri de çok artıracaktır. Bu artışlar, satışları düşürecektir.

Bu yazı Ekonomi kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.