KANUNİ’DEN SONRAKİ EN FAYDALI PADİŞAH, II. MAHMUT
Aslında bu konuma, III. Selim daha uygun olabilirdi. Çünkü II. Mahmut’un gerçekleştirdiği icraatları ilk başlatan o idi. Ama Yeniçeriler tarafından öldürüldü.
III. Selim, 1792 de Nizamı Cedid (Yeni Düzen) ismiyle yeni bir ordu kurdu. Ama bu durumu Yeniçeriler hoş karşılamadı. Şeyhülislam Ataullah Efendi, Sadrazam Hafız İsmail Paşa ve vezir Köse Musa Paşaların kışkırtmasıyla, az sayıda Yeniçeri ayaklandı. Kabakçı Mustafa denilen isyan başlattılar. Naif yapılı Padişah, kardeşkanı dökülmemesi için, Nizamı Cedid kuvvetlerini kullanmadı.
Yeniçeriler, “Moskof oluruz, Yeniçeri olmayız” diye bağırarak yürüyorlardı. Tıpkı günümüzdeki “Keşke, savaşı Yunanlılar kazansaydı da Cumhuriyet kurulmasaydı” diyen bazı insanlar gibi düşünüyorlardı.
Yeniçeriler, Osmanlı Türk Devleti’nin yükselme devrinde, padişahı koruyan Merkez kuvvetleri oluştururlardı. Mohaç Zaferi sırasında sayıları 15.000 kadar idi. Ana kuvvetler, Tımarlı sipahiler ve akıncılar idi. Kanuni, şehzade Mustafa olayından sonra bazı sebeplerle, Yeniçerilerin sayılarını artırmaya başladı. Diğer taraftan, 1595 te Sadrazam Sinan Paşanın paraya aşırı düşkünlüğünden dolayı, Akıncı sınıfı yok olma noktasına geldi. Sonuçta 1600 lü yıllara girildiğinde Yeniçeriler, merkezde olmanın da verdiği avantajla, ordudaki en önemli güç haline geldiler.
Güçlenen Yeniçerilerin ilk icraatları, devletin kurucusunun adını taşıyan padişah II. Osman’ı 1622 de öldürmek oldu. Padişahı bile öldüren Yeniçerilerin öldürdüğü sadrazam ve vezir sayısı tam bilinmiyor. Yeniçeriler, savaşlarda gösteremedikleri kahramanlıkları, padişaha, vezirlere ve halka karşı baskı kurarak örtbas etmeye çalışıyorlardı. Roma Devletinin son dönemlerindeki Lejyonlar gibi olmuşlardı. En büyük destekçileri de, ilmiye sınıfının cazgırları idi. Tıpkı, günümüzde, rüşveti dinde yeri var gibi gösteren, tıpkı kendi dini anlayışlarıyla tıpatıp örtüşmeyen insanların mallarını ve namuslarını gasp etmeyi ganimet kapsamında değerlendiren din ulemasından bazıları gibi.
Kardeşkanı dökülmesinden çekinen padişah III. Selim tahtan indirildi. Yerine, yeğeni IV. Mustafa geçti. Erkek evladı olmayan eski padişah III. Selim, diğer yeğeni şehzade Mahmut ile birlikte sarayda aynı bölgede zorunlu ikamete tabi tutuldu. Bu ortam II. Mahmut’un sonradan yapacağı padişahlığı dönemi için çok faydalı oldu. Yaklaşık iki ay aynı bölgede yaşadıkları için, III. Selim bütün tecrübesini ve düşündüklerini yeğeni Mahmut’a anlattı.
Bu sırada, Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim’i kurtarmaya geldi. Ama o da, kendisiyle görüşmeye gelen padişah IV. Mustafa’yı esir etme fırsatını kullanmadı, “mertliğe sığmaz” diyerek ayağına kadar gelmiş padişahı tutuklamadı. Olaylar farklı gelişti. Padişah IV. Mustafa, Yeniçerilere, III. Selim’i öldürttü. Şehzade Mahmut, Cevri Kalfa isimli bir cariyesinin, gelen Yeniçerilere ocaktaki kızgın külleri fırlatması sonucu kazanılan birkaç dakika ile hayatta kaldı. Tam bu anda saraya giren Alemdar Mustafa Paşa onu, padişah ilan etti.
II. Mahmut’un, tahta, böylesine film gibi bir serüven sonucu çıkması, içinde bulunduğu zorlukların göstergelerinden sadece birisidir. Diğer taraftan, içeride, bağımsızlık isteyen Hıristiyan guruplar, her geçen gün güçleniyorlardı. Keyfi hareket eden paşalar engellenemiyorlardı. Dokuz yıldır süren Sırp isyanları bastırılamıyordu. Tepedelenli Ali Paşa kendisini “Yanya Sultanı” ilan etmişti. Bütün bunlar çözüm bekliyordu. Dışarıda ise, durum daha vahim idi. Ruslarla ve Avusturyalılarla sınır savaşları devam ediyordu. Yeniçeriler sınırlara yardıma gitmiyorlardı. İstanbul’dan yola çıkan bir Yeniçeri birliğinin %80’i Silivri’ye varmadan firar ediyordu.
Yani genel duruma bakıldığında, dışarıdan kuşatılmış, içeride cahil kaldığı için din tüccarlarının baskısı altında fakir bir halk vardı.
II. Mahmut, kendisinin ve amcası III. Selim’in yaşadıklarını değerlendirdi ve stratejisini sabırla oluşturdu ve titizlikle uyguladı. Bilhassa Sadrazam yaptığı Alemdar Mustafa Paşanın Yeniçerilerce öldürülmesinden sonra, Yeniçerilerin kendisinden şiddetle şüphe duyduklarını bildiğinden 17 yıl sabırla bekledi.
Bu dönemde Halifelik anlayışını güçlendirerek İslâm Birliği fikrini geliştirmeye çalıştı. Fakat Vehhabilerin başkaldırıları, Mekke’yi ve Taif’i işgal etmeleri üzerine fikrini değiştirdi.
II. Mahmut işe, Yeniçeri ve Kapıkulu teşkilatını kaldırarak başladı. 17 Haziran 1826 da iç savaş olarak nitelenebilecek bir mücadele sonucu, halkın da desteğiyle Yeniçeri Ordusu yok edildi. Bu defa şeyhülislâm Tahir Efendi, Yeniçerilere karşı Sultan Ahmet Meydanında Sancakı Şerifi açtı. Ulemaların ve yüksek medrese öğrencilerinin bir bölümünü sancak altında topladı. Bu olaya Vakayı Hayriye denildi. Yerine, Muhammed’in Muzaffer Orduları (Asakiri Mansurei Muhammediye) adıyla yeni bir askeri teşkilat kuruldu.
Osmanlı Devletinin, kendi ordusunu kendisinin ortadan kaldırmasını fırsat bilen Fransa, İngiltere ve Rusya birleştiler. 20 Ekim 1827 de Navarin’de Osmanlı Donanmasını yok ettiler. Bundan bir sene sonra da Ruslar, Osmanlı Türk Devletine savaş ilan ettiler. Doğuda Bayburt’a batıda Edirne ve Kırklareli’ne kadar ilerlediler.
Osmanlının yeni bir düzenli ordu kurmak için eski düzeni yıkma anlayışı, daha sonra Japonlarda görüldü. Onlar da 1868 de düzenli ordu kurdular. 1877 de Tokugava Şogunluğunu ve son Samurayları yok ettiler. Fakat bu durumu fırsat bilip Japonlara saldırmak için ne bir sebep vardı, ne de bir devlet vardı. Bu durum Japonlar için bir şans oldu.
II. Mahmut’a, Ruslardan sonra bir darbe de, kendisinin Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşadan geldi. Kavalalı, oğlu İbrahim komutasında bir orduyu Osmanlı üzerine yolladı. Osmanlı Ordusu Konya’da yenildi. Kimseden yardım alamayan padişah, mecburen Ruslardan yardım istedi.
İçteki ve dıştaki bütün aleyhe şartlara rağmen II. Mahmut, ıslahat hareketlerinden taviz vermedi. Her zorluğa direndi. Belki uykusuz geceler geçirdi, ama dişlerini sıktı. Kan kustu, “kızılcık şerbeti içtim” dedi. 31 yıllık padişahlığının 17,5 yılında sabır gösteren padişah, kalan 13,5 senede kendisini büyük kılan gelişmelere imza attı. Bu şekilde dirayet göstermesinin sebebi muhtemelen, Rusya Büyükelçisi olan damadı Müşir Halil Rıfat Paşanın şu sözlerine inanmasıdır:
“Eğer Avrupa’ya benzemezsek, Asya’ya çekilmemizden başka çare yoktur.”
Bu anlayışta olan padişah II. Mahmut, Avrupa medeniyetinin tekniğini ve eğitim sistemini, örf ve adetlerimize zarar vermeden almak için çabaladı. Yani Batılılaşma için değil, muasırlaşma için çabaladı. Fakat her yenileşmede olduğu gibi, hızdan kaynaklanan hatalar oldu. Bu hataları kendisine “gâvur padişah” denilmesine sebep oldu.
Padişah II. Mahmut, bir süre Topkapı Sarayında oturmadı. Beşiktaş’ta bir evde oturdu. Saraya, sadece törenler için geldi. İnsanlara tepeden bakmadı.
Padişah, yeni ordu kurma çalışmalarında da, sadece emirler vermekle yetinmedi. Bizzat içinde yaşadı. Bütün bir kışı, Rami Kışlasındaki taş odasında sıradan bir albay gibi geçirdi. Kar, yağmur, çamur demeden askerin başında talime çıktı. Bu davranışlarıyla da, Osmanlı Padişahlarının içerisinde özel bir yeri vardır.
II. Mahmut böyle davranırken, aslında İslâm’ın emirlerine uygun davranıyordu. Bilindiği gibi, İslâm’a göre, yaratılışta, kimse kimseden üstün değildir. Üstünlük, Allah’ın gösterdiği yola uygun şekilde çalışmakla elde edilir. İslâm’da liyakat ve çalışma esastır.
II. Mahmut’un yaptığı ıslahatlardan bazıları şunlardır. Halkın cahil kalmışlığını kırabilmek için, ilköğretimi hem parasız hem de mecburi yaptı. Vilayetlerde rüştiye (ortaokul) açılmasını zorunlu yaptı. İlk Osmanlı gazetesini çıkardı. 14 Mart 1827 de Tıbbiyeyi açtı. Fransızca eğitim veren bu kurumdan yetişen gençler, Avrupa’nın fikir hayatını, gelişmeleri doğrudan öğrenme imkânına kavuştu. Fransızca ikinci dil haline geldi. Bu şekilde yetişen insanlar, II. Mahmut’tan sonra da muasırlaşma mücadelesini devem ettirdiler.
Tercüme hanelerde yabancı eserler Türkçeye çevrilmeye başlandı. 1831 de ilk nüfus sayımı yapıldı, ama sadece erkekler sayıldı. Yurt dışına öğrenciler gönderildi. 1827 de tüfek imalatına başlanıldı. Baruthaneler kuruldu. Buharlı gemiler ve makineler alındı. Harbiye okulu açıldı. Modern anlamda subay yetiştirilmeye başlanıldı.
Bilindiği gibi, 1839 da Prusya, Genel Kurmay Başkanlığında en çok kurmay subay bulunan Avrupa devletiydi. Osmanlıda ise, kurmaylık bilinmiyordu. Yine Prusya’nın Kimya Enstitüleri, Avrupa’nın en iyileriydi. Osmanlı ise baruthaneleri Fransızlara kurdurmuştur.
Anadolu’daki 18 eyalet 4’e indirildi. Valiler, devletin memuru yani mülki amiri konumuna getirildi. Vilayetlerde İl İdare Meclisleri kuruldu. Bu meclisler seçimle iş başına geldi.
Gerek III. Selim gerekse II. Mahmut, yeni kurdukları askeri birliklere ceket ve pantolon giydirdi. Bu uygulama Yeniçerilerin ve dini gurupların şiddetli tepkisini çekti. Hâlbuki ceket ve pantolon eski Türklere ait bir giysi idi.
M.Ö. 5inci yüzyılda yaşadığı düşünülen ve Esik Kurganında bulunan Altın Elbiseli Adam diye anılan bir Türk prensi, pantolon ve ceket giyiyordu. Romalılar, pantolonu Hun Türklerinde görmüşlerdi. Onlardan önce Romalılar, harmaniyelere sarılıyorlardı. Göktürklerin kayalar üzerine yaptıkları resimlerdeki insan şekilleri çizme, pantolon, uzun kaftan, uzun saç ve kesilmiş sakal şeklindedir.
Takdir edileceği gibi, ata rahat binmek, at üzerinde iken rahat savaşmak için pantolon gerekir. Bilindiği gibi, Türklerin ordusunun tamamı süvarilerden oluşur. Romalıların ordusunun çoğu piyade idi.
Şimdi durumu tekrar irdeleyelim. O dönemde devlet, dışarıdan kuşatılmış halde. Devleti koruyacak ordu, savaşta kaçmaya, barışta ise hem devleti hem halkı soymaya başlamışlardı. Halk okur-yazar olmadığı için, dini taassubun ve menfaatçilerin baskısı altında idi. Artan masraflar, azalan gelirler, kapitülasyonlar sonucu fakirleşmiş bir halk ve devlet vardı. Türk halkı henüz siyaseten rüştünü ispat etme çabasına bile girmemişti.
Burada dile getirmediğimiz daha başka olumsuzluklar da dikkate alındığında, kendimize soralım. Eğer Padişah II. Mahmut bu ıslahatları yapmasaydı, devletin ve halkın durumu ne olurdu? Devlet, II. Abdülhamit zamanına kadar yaşayabilir miydi? 1815 Büyük Avrupa Barışından sonra enerjilerini sömürgelerine yönelten Avrupalılar, Osmanlı Devletini paylaşma hususunda aralarında anlaşsalardı, teşkilatlanmak için halk nezdinde önderleri olmayan bir Türk halkını Anadolu’da bile bırakırlar mıydı?
Elbette bu sorulara net cevaplar verilemez. Çünkü tarihin akışını etkileyen çok sayıda etken vardır. Ama bazı konularda “görünen köy, kılavuz istemez” sözü geçerlidir.
Rus tarihçilerin bazıları, II. Mahmut’u, Türklerin “Deli Petro” onların ise “Büyük Petro”’ dedikleri Çarlarına benzetirler. Bilindiği gibi, Türkler, II. Mahmut’a “gâvur padişah” demektedirler. II. Mahmut’un yaptıkları Japonya’daki İmparator Mutsuhito’nun gerçekleştirdiği Meiji dönemi ile de karşılaştırılabilir.
Padişah II. Mahmut, tecrübelenmiş haliyle 10 yıl daha yaşasaydı, çok daha köklü değişiklikler yapacağı muhakkak idi. II. Mahmut, Osmanlı Türk Devletinin ömrünü uzatmakla kalmamış, yıkıldığında bile, yerine yeni bir devlet kurulmasının alt yapısını oluşturmuştur.
Bu durum tıpkı, II. Göktürk Devletinde Bilge Kağan’ın, Tonyukuk’un yaptıkları için tarihçilerin söyledikleri “Ama bu yıkılışın önemi yoktu; Türk Dünyasına onu yüzyıllar boyunca hareket halinde tutacak bir atılım kazanılmıştı.” sözüne benzer olmuştur.
Aslında kendimize soracağımız bir başka soru; “II. Mahmut’tan iki asır önce yaşayan II. Osman’ı Yeniçeriler öldürmeselerdi, bazı değişiklikler o zaman başarılsaydı, Osmanlı Türk Devletinin konumu ne olurdu?”
Yazımızın başında II. Mahmut’un ıslahatları yaparken yaptığı bazı yanlışlar olduğunu vurgulamıştık. Muhtemelen kendisine “gâvur padişah” demelerine sebep olan bazı uygulamaları şunlardır: Saray Bandosu kurması, Mehter Marşını kaldırması (Mehter Takımı 1917 de Enver Paşanın yazılı emriyle tekrar getirilmiştir.), saraylarda danslar edilmesi, balolar düzenlenmesi, kız kardeşi Esma Sultan’ın Avrupai giyimli kızı ile birlikte, askeri kışlaları denetlemeye gitmesi, tiyatro kurdurması.
II. Mahmut’un yaptıkları hakkında çeşitli ve farklı fikirler öne sürülebilir. Ama tarihi inceleyen herkesin birleştiği husus, II. Mahmut’un, kendisinden sonra gelen padişahları etkilediği, onların yönlerini belirlediğidir. II. Mahmut’un çizdiği, milli iffet ve haysiyeti koruyarak Batılılaşma anlayışıyla ıslahat yapan bu padişahlara, II. Abdülhamit Han da, yaptıklarıyla genel anlamda, dâhildir. Cumhuriyet dönemi yönetimleri de, II. Mahmut’un ıslahat hareketlerini devam ettirmiştir. Denilebilir ki III. Selim ile başlayan ama ömrü vefa etmediğinden kesintiye uğradığı için II. Mahmut tarafından tekrar başlatılan muasırlaşma yönündeki ıslahat düşünceleri, bu yazının kaleme alındığı 2018 yılında da sürmektedir. Arada yönetime gelen bazı padişahların veya Cumhuriyet yönetimlerinin, dini yönlerinin var olduğunu ifade etmeleri, Batılılaşma yönünde ıslahat yapmayı sürdürmelerine engel olmamıştır.
1826’daki Vakayı Hayriye, yani Yeniçerilerin yok edilmesi ile başlayan bu ıslahatların, iyi veya kötü olduğuna ileride tarih karar verecektir. Fakat sadece 1826’dan günümüze kadar, muasırlaşma çabalarının kesintisiz sürmesi bile, hareketi başlatan padişah II. Mahmut’a, “büyük padişah” denilmesi için yeterlidir.