KANAATKÂRLIĞIN TEMELLERİ ÜZERİNE

KANAATKÂRLIĞIN TEMELLERİ ÜZERİNE

 

Bu sitede, kanaat konusu üzerine iki makale yayınlamıştık. Biri “Kanaat Tükenmez Bir Hazinedir” şeklinde idi. Diğeri “Kanaatkâr Olan Birey ve Toplum Bağımsız Olur” başlığını taşıyordu. İkinci makalemizde, kanaatkârlık konusunda aşağıdaki ifadeleri kullanmıştık:

“Kanaat etmek, dünyadan elini-eteğini çekip, “bir lokma, bir hırka” anlayışıyla ahiret için yaşamak değildir. Çalışmadan ve sadece verilen yardımlarla geçinmek, hiç değildir. Dolayısıyla, bu dünya hayatını yaşamak, bulduğunla yetinmek olmamalıdır. Kişinin, ihtiyacını, insanlık onuruna uygun olarak ve asgari bir şekilde sağlamaya çalışması olmalıdır. Kanaatkârlık, kendi makul ihtiyacından fazlası için de çalışmayı gerektirir. Ama sadece, ihtiyaçtan fazlasına sahip olmak amacıyla ve hırsıyla çalışmak, kanaatkârlık değil, tamahkârlıktır.”

Kanaatin tükenmez bir hazine olduğu hususunu irdelediğimiz yazımızda şöyle demiştik: “Kanaat etmenin insanlara faydası, bu dünyada huzurlu bir ömür yaşayabilmek, ahirette ise, Allah’ın Cennetini ummaktır.”

Eğer sadece bu dünyayı düşünerek yaşarsak, kanaat sahibi olmak, enayilik olarak algılanabilir. Sadece yaşadığımız dünyanın var olduğunu farzeder ve ahiretin varlığını kabul etmezsek, kanaatkârlık anlayışımız bizlere, bu dünyada huzur vermez. Aksine enayi yerine konulduğumuz için huzursuz yapar. Bu durumda biz huzuru, kanaatkâr olmakta değil, daha çok şeye sahip olmakta aramaya başlarız. Biz daha çok mala sahip olmak hırsıyla çalıştığımızda, çoğu zaman, daha çok şeye sahip oluruz. Fakat bir süre sonra, sahip olduğumuz malların miktarları artmasına rağmen, huzur bulamadığımızı ve mutlu olamadığımızı anlarız. Çünkü mülkümüzün her artışında, kendimizi başkalarının varlıklarıyla kıyaslarız. Karşımızdakilerden ve bilhassa rakip olarak algıladığımız insanlardan daha az şeye sahip olduğumuzu görmek, bizi mutsuz yapar.

Hırsla mücadele eden ve zengin olmak için her zalimliği sakıncasız gören inşaları bekleyen bir başka huzursuzluk daha vardır. Bu yapıdaki bir kişi zenginleştikçe, başta ailesi olmak üzere çevresindeki ve hizmetindeki insanlar, onun hışmına uğramamak için yalan söylemlerini artırırlar. Onun yüzüne karşı başka, arkasından başka davranırlar. Çevresindekilerin bu ikili davranışlarının bir kısmını tesadüfen veya özel takiplerle öğrenen zengin kişinin, bütün dünyası yıkılır. Başta ailesi olmak üzere, çevresindekileri ve kendisine hizmet edenleri, kendisinin yüzüne gülüp, arkasından kuyusunu kazan insanlar olarak görür. Güvenebileceği hiçbir insanın kalmadığı böyle bir ortam, bir insan için, en büyük mutsuzluk kaynağıdır.

Diğer taraftan, bazen daha çok şeye sahip olmak istememize ve olanca gayretimize rağmen, işler umduğumuz gibi gitmez. İstediklerimizin çoğuna sahip olacak güce erişemeyiz. Bu ortam, bizim mutsuzluğumuzu hem artırır hem de sürekli hale getirir. Hırslı bir şekilde yaptığımız çalışmalarımıza rağmen, düşündüğümüzden az kazandıkça, zalimliğe doğru kaymaya başlarız.

Sonuçta, sadece bu dünyanın var olduğunu düşündüğümüz için kanaatkâr olmayı enayilik şeklinde görmemiz, bizi hayvanlardan daha kötü duruma düşürür. Bilindiği gibi, bir veya birkaç aslan, sürü halinde gidenlerin içerisinden yakaladıkları bir avı yiyerek karınlarını doyurunca kenara çekilirler. Belki de bu sürüye rastlayabilmek için uzun süre aç-bilaç dolaşmışlardır. Buna rağmen, her aslan karnını doyurmanın mutluluğu içerisindedir. Karnını doyurduktan sonra avından biraz uzaklaşıp otururken, diğer hayvan gurupları sırasıyla gelerek, aynı avdan karınlarını doyururlar. Karnı doyan gider, yenileri gelir. En sonunda, karıncalar temizliği yapar.

Hayvanların bu davranışlarıyla, kanaatkâr olmayan bir insanınkini karşılaştıralım. İnsanların büyük çoğunluğunun, sürüden sadece birini öldürmekle yetinmeyeceğinde çoğumuz hemfikirizdir. Çoğu insan, sürünün içerisinden öldürebildiği kadar çok hayvanı helâk etmeye çalışır. Sonra, öldürdüklerinin hepsinin kendisinin olduğunu düşünür. Diğer insanlara hiç pay vermemeye gayret eder. Belki de, kendisinin ihtiyacını karşılamaya bir hayvan bile fazla gelmektedir. Bunu bildiği halde, öldürdüğü hayvanları, bir başka deyişle, malları depolar. Fakat depoladığı malların çokluğu bile kendisini mutlu etmez. “Şöyle yapsaydım veya hayvanlar öbür tarafa doğru koşmak yerine bana doğru koşsalardı, daha çok hayvanı öldürürdüm, daha çok malım olurdu” diyerek hayıflanır. Çünkü daha çok şeye sahip olmak hırsı, onu zalimleştirmiştir. Ama o, zalimliğinin farkında değildir.

Demek ki, zalimliğinin farkına varabilmesi ve kanaatkârlığın insanı huzurlu kılması için, insanın düşüncesinin ve kanaatkârlık duygusunun manevi bir temele oturması gerekir.

Zuhruf Suresi 43/32: “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri (dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.”

Bu ayetteki “birbirlerine iş gördürebilmeleri için, kimini kimine derece derece üstün kıldık” ifadesini bu sitede yayınladığımız “Allah, İnsanların Her Özelliğini Genlerle Taşımamıştır” başlıklı makalemizde irdelemiştik. Bu nedenle bu yazımızda bahsetmeyeceğiz. Ayetin, bu makalemizle ilgili bölümü, başlangıcındaki sorusudur.

Ayetin anlatımı gayet nettir. Ayet, Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar diye soruyor. Cevabını bize bırakmıyor. Bize kalsa, biz farklı cevaplar verebiliriz. Zengin ve güçlü isek, kibrimize yenilerek, her sahip olduğumuzu kendi becerimiz olarak anlatabiliriz. Fakir isek de, paylaştırmayı zenginlerin ve egemen güçlerin yaptığını, o sebeple bize çok az pay düştüğünü söyleyebiliriz.

Biz insanların, kendi konumlarımıza göre farklı cevaplar vereceğimizi ve fikirlerimizin temelsiz olduğunu bildiğinden, doğru cevabı, Yüce Yaradan, yine Kendisi veriyor. Dünya hayatında insanların arasındaki geçimlikleri, tek Tanrı olarak, Kendisinin paylaştırdığını vurguluyor.

Peki, adil olan Yüce Yaradan, neden özellikleri ve paylaşımları eşit yapmıyor? Nedenini de, yine aynı ayette açıklıyor. Birbirimize iş gördürebilmemiz, dolayısıyla dünyadaki yaşamımızda bir düzen kurabilmemiz için bu farklılıkları oluşturduğunu vurguluyor. Bu vurgulamadan sonra, üstün özellikler ve bol nimetler verdiklerini, ayetin sonunda uyarıyor. Yüce Yaradan’ın bir insan üzerindeki rahmetinin, onun biriktirdiklerinden daha hayırlı olduğuna dikkatimizi çekiyor.

Bu ikaza uyabilmemiz, ancak, biriktirme hırsını terk edip, kanaatkâr olmaya çalışmamızla mümkün olur. Kanaatkârlık derecemiz, paylaşımı Yüce Yaradan’ın yaptığına inanmamızla doğru orantılıdır.

Eğer, paylaşımı yapan bir insan olsaydı, paylaştırma yapılan insanların çoğunluğu itiraz ederlerdi. Hattâ eşit olmayan bir paylaşımda, çok pay alanlar bile itiraz ederlerdi. Onlar, itirazlarını, kendilerinden bir fazla verileni örnek göstererek yaparlardı. Yahut da, kendisinden az verileninkine bile, kendi konumunun ondan çok daha yüksek olduğunu iddia ederek, dağıtıma, orantı açısından bakılınca, ona fazla verildiğini savunurdu.

Eğer, dağıtımı gerçekleştiren insan, paylaşım eşit yapılmış olsaydı, itirazlar daha kuvvetli olurdu. Her bir insan, kendisinin daha çok hak ettiğini öne sürerdi. Başkalarına, bilhassa yakın tanıdığı veya rakip gördüğü insanlara, kendisininkinden daha fazla verilmesine çok büyük ihtimalle itiraz ederdi.

İnsanların bu yapısıyla ilgili olarak anlatılan bir kıssadan hisse şöyledir: “Tanrı, kullarından birisine sorduruyor. Melekler ona diyorlar ki, Tanrı sana ne istersen verecek. Ama tek şartı var. Sana ne verdiyse komşuna iki mislini verecek. Adam, duruyor, düşünüyor ve kendisinin bir gözünün kör edilmesini istiyor.”

Düşünceler dünyevi olunca, itirazların temeli değişmiyor. Eğer, ahiret hayatı olmasaydı, Yüce Yaradan’ın yaptığı paylaşıma da çok şiddetli itirazlar olurdu.

Ama insanları kanaatkâr olmaya yönlendirecek olan inanç, ahiret inancıdır. Yüce Yaradan, ahiret hayatındaki paylaşımın, dünyadaki davranışlarımıza göre yapılacağını ifade etmektedir. Tek olan Tanrı’nın bize aktardığı bilgilere göre, ahiret hayatının dünyadaki yaşamın süresine göre ebedi denilebilecek uzunlukta olması, ahiret hayatıyla ilgili beklentileri çok daha önemli hale getirmektedir. Ayrıca, insanların, tek olan Yaratıcının adaletine güvenmeleri de, ahiret hayatıyla ilgili yorumlarımızda daha net olmamıza vesile olmaktadır.

Demek ki, tek olan Tanrı’ya kalpten inanmadan, Onun adaletinin zerrece sapmayacağına güvenmeden, kanaatkâr olmamız çok düşük ihtimaldir. Dünyevi düşünenler açısından kanaatkârlık, muhtemelen, daha fazlası için gayret etmelerine rağmen, elde edemeyenlerin veya beceriksizlerin sığındığı bir liman olarak görülür.

Ahiret inancı temeline oturan manevi kanaatkârlığın olmadığı yerde, sahtekârlığın ve zulmün bitmesi beklenmemelidir. Zulmün olduğu yerde, huzur olmaz. Huzursuzluk bütün insanlığa yayılırsa, insanlık kendi sonunu hazırlamış olur.

İnsanlığın huzurlu geleceği, kanaatkârların sayılarının artması ve kanaatkârların, açgözlüleri engellemesiyle doğru orantılıdır.

Bu yazı YAŞAM kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.