İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU

İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU 2

 

Yazımızın birinci bölümünde doğrudan mucize (Kur’an’da geçen kelime, ayet) konusunu irdelemeye çalıştık. Bu kısımda keramet hususunu inceleyeceğiz.

Keramet gösterdiklerini iddia ederek insanları kandıranlar, Kur’an’da mucize (ayet) kelimesinin geçtiği ayetleri kullanmakta zorlandıkları için, başka ayetleri kendilerince yorumlamaya çalışıyorlar.

Bu konuda en çok kullandıkları, Hz. Süleyman ile Saba Melikesinin kıssasının olaylarının bir kısmını anlatan Neml Suresinin 39 ve 40ıncı ayetleridir.

Neml 27/39: Cinlerden bir ifrit, ”Sen yerinden kalkmadan ben onu (Saba Melikesinin tahtını) sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim” dedi.

40: Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir.”

İnsanları dini konularda kandırarak menfaatlerini sürdürmek isteyenler, 40ıncı ayette bahsedilen, kitaptan bilgisi olan birinin, Melikenin tahtını göz açıp kapayana kadar getirmesini örnek gösteriyorlar. Olayı anlatan ayette mucize kavramı geçmediği için, tahtı getirmeyi keramet olarak niteliyorlar. Böylece, peygamberlerin dışındaki insanların da keramet sahibi olabileceğini vurguluyorlar. Kendilerinde de, rüyalarında gösterilen böyle kerametleri olduğunu söylüyorlar. Veya odada müritleriyle otururken, kapıya doğru bakarak aniden ayağa kalkıyor. Birisiyle konuşuyormuş gibi güzel şeyler söylüyor ve saygılı davranışlar sergiliyor. Duruma şaşıran müritleri sorduğunda, “peygamber efendimiz geldi, onunla konuştum” diyerek, keramet göstermiş gibi algılanmasını sağlıyor. Ayete göre, keramet gösterebilmek için ilim verilmiş kişi olmak gerektiğinden, kendilerine de Allah tarafından ilim verildiğini iddia ediyorlar.

İnsanları kandırmak isteyenlerin sığındığı diğer bir kıssa da, Hz. Musa ile kendisine Allah tarafından ilim verilen kişi arasındaki yolculukla ilgili olarak anlatılanlardır. Kehf Suresinin 65 ile 82inci ayetleri arasında bu olaylar anlatılır. Bu ayetler uzun olduğu için burada yayınlamayacağız.

Şimdi bazı âlimlerin, şeyhlerin ve benzerlerinin, yukarıdaki ayetleri yorumlamalarını irdelemeye çalışalım.

Kur’an’da Hz. Süleyman ve Hz. Musa kıssalarında anlatılan ilim sahibi bu insanlar, doğrudan peygamberlerle muhatap oluyorlar. Tanrı’nın verdiği ilimlerini, peygamberlere destek için kullanıyorlar. Buradan da anlaşılıyor ki, ilim sahibi bu kişiler Hz. Musa’dan ve Hz. Süleyman’dan daha farklı konumdalar. Hz. Musa’yı eğitiyorlar, Hz. Süleyman’a çok özel bir yardımda bulunuyorlar.

Diğer yandan, Yüce Yaradan’ın ilim verdiği bu kişiler, peygamberlere destek verdikten sonra bir daha ortada görünmüyorlar. Bu durumda ilim verilen bu kişilerin insan olma ihtimalleri çok zayıflıyor. Eğer, insan olsalardı, peygamberlerle birlikte kalır, mücadeleyi birlikte sürdürürlerdi. Eğer insan olsalardı, benzer konuları tekrar yöntemiyle aktaran Kur’an’da, böylesine önemli işler gören ilim sahiplerinden, bir defa daha olsun bahsedilmesi beklenirdi.

Bazı âlimler, Hz. Musa kıssasında anlatılan kişinin, Hızır İlyas olduğunu iddia etmişlerdir. İnsanların zorlandıkları anlarda, kendilerine gelen yardımlarda “Hızır gibi yetişti” sözü, halk arasında âlimlerin bu iddiaları sebebiyle yerleşmiştir. Bu anlayışın yaygınlaşması, cahil insanların hem de asırlarca, “ben Hızır’ım” diyerek kendilerinden para ve yiyecek istenilerek kandırılmalarına sebep olmuştur. Hıristiyanlıktaki Noel Babanın bir başka çeşidi, Hızır Aleyhisselâm dedikleri kişi olmuştur.

Eğer, Hızır olduğu iddia edilen bu ilim verilmiş kişi insan ise, Hz. Musa döneminden beri binlerce yıldır yaşamayı nasıl başarmıştır? Yaşamı sırasında her sıkışan insana nasıl yetişmiştir? Yüce Yaradan’dan özel bir izin mi almıştır? Eğer Hızır, insan değilse, sadece Hz. Musa kıssasındaki değil, Hz. Süleyman kıssasındaki ilim verilen kişi de, insan değildiler demektir.

Hz. Süleyman kıssasındaki Kehf Suresi 39uncu ayette, cinlerden bir ifrit (ifrit tanımlamasına dikkat edelim), tahtı anında getirebileceğini söylemiştir. Ama tahtı, ifrit olan bu cinin getirmediği bir sonraki ayetten anlaşılmaktadır. Kendisine Yüce Yaradan tarafından ilim verilen kişi getirmiştir. Eğer cin getirmiş olsaydı, bir sonraki ayette, ilim verilen kişinin teklifinden bahsedilmezdi ve tahtın getirildiği bu ayette anlatılmaz, cin ile ilgili ayette bahsedilirdi.

Ayrıca Sebe Suresi 34/14 te, “cinler gaybı bilir olsalardı, o zilletli azap içinde bekleyip durmazlardı” diyerek, cinlere ilim verilmediğini vurgulanmaktadır.

Şimdi düşünelim. Tahtı, cinlerden ifrit olan biri getirmiş olsaydı, kendilerinin keramet sahibi olduklarını iddia edenlerin, insanlara hükmeden “cin” olarak algılanmalarının önü açılmış olurdu. Bu durumda yeryüzü, insanların değil, cinlerin hâkimiyet mücadelesine sahne olurdu. Böyle olabileceğini en iyi bilen Tanrı, cinin teklifini kabul etmemiş ve tahtı ona getirttirmemiştir. Kendisine ilim verdiği kişiye getirtmiştir.

Cinlerin, insanlara egemen olmalarını istemeyen bir Yüce Yaradan’ın, insanların bazılarının, kendilerini ilim verilmiş kişiler olduklarını iddia ederek, insanlara hükmetmelerinin önünü açacağını düşünebilenimiz var mıdır?

Cinlerden ifrit olanının teklifinin kabul edilmemesine rağmen, Kur’an’da bahsedilmesinin de sebepsiz olduğunu zannetmiyorum. Eğer böyle bir bahis olmasaydı, bizim yukarıdaki “cinlerin, insanlara egemen olmalarını isteyen Tanrı…” şeklindeki yorumumuz geçersiz olurdu. Dolayısıyla, insanları kandırmak isteyenler, keramet sahibi olduklarını ve kendilerine Allah tarafından ilim verildiğini daha rahat iddia ederlerdi. Yine “cinlerden ifrit…” ifadesi olmasaydı, cinlerin hareketlerinin hızı konusunda bilgimiz olmazdı. Bu bilgi eksikliği de, başka ayetlerden (ör: Neml 27/17, Sebe Suresi 34/12)  esinlenenlerin, kendilerinin aslında cin olduğunu yani insanlardan farklı olduğunu iddia etmelerinin önü açılırdı. Böyle iddiaların sonunda insanlar, Sebe Suresi 34/41’de bahsedildiği üzere, cinlere tapmaya başlarlardı. Ama cinlerin hızını bildiğimizden ve kendisinden bir şeyi getirmesi istenilen hiçbir insan bu hızla hareket edemeyeceğinden, karşımızdakinin cin olduğunu iddia etmesi ihtimali ortadan kalkmış oldu.

Yalnızca Bana kulluk edin diyerek sıkça öğüt veren bir Yüce Yaradan’ın, bazı kullarının, bazı insanları kendilerine kul yapmasına aracı olmayacağı kesin olduğuna göre, Hz. Süleyman’a Saba Melikesinin tahtını getiren kişinin, cin olmadığı gibi, insan da olmayacağı aşikârdır. Eğer, tahtı getiren insan olmuş olsaydı, bazı insanların, kendilerine ilim verildiğini iddia etmeleri, çok daha kolaylaşırdı.

Son peygamberi olan ve aynen korunmuş tek kutsal kitabını verdiği Hz. Muhammed’e, görsel mucize vermeyen Yüce Yaradan’ın, başka kullarına mucize niteliğinde keramet sahipliği (aracılık) vereceğini düşünmek, Allah’ın aklıyla alay etmek değil de nedir?

Ayrıca, Makalemizin yayınlanan birinci bölümünde, Rad Suresi 13/38 ve Mümin Suresi 40/78 de, peygamberlerden başkasının mucizelere aracı edilmeyeceği anlamında ifadeler olduğunu gördük. Bu durumda en son peygamberine vermediği mucize niteliğinde olan kerametin, peygamber olmayan bir insana verilmesinin inandırıcılığı olabilir mi?

Bazı âlimler, Zülkarneyn’i, ilim verilen kişi olarak görmüşlerdir. Kehf Suresi 18/83-100 arasında anlatılan kıssalara bakılınca, ona ilim verilmediği anlaşılmaktadır. Ayetlere göre, ona verilen başkadır.

Kehf Suresi 18/84: “Gerçekten biz onu (Zülkarneyn’i) yeryüzünde iktidar sahibi yaptık ve ona ulaşmak istediği her şeyi elde etmesinin bir sebebini verdik.”

Ayette de görüldüğü üzere Zulkarneyn’e verilenin, Hz. Musa kıssasında bahsedilen ve sıradan bir şahsın bilemeyeceği olayların bilgisine sahip olmak şeklindeki bir ilim olmadığı açıktır. Ayrıca, ona verilen, Hz. Süleyman kıssasındaki gibi, tahtı getirecek doğaüstü güç de değildir. Ona verilen şey, insanlara yardımcı olacak şekilde iktidar sahibi olmak için çabalarken, sarılabileceği sebeplerdir.

Zulkarneyn kıssasında anlatılan olayların, birebir değil, mecazi anlamda irdelenmesinin daha uygun olacağı kanaatindeyim. Sebepler konusu da, yaşanan olayların temel nedenlerine inip yorumlayarak dersler çıkarıp, tek olan Tanrı’nın gösterdiği yola uygun çözümler üretmek olarak değerlendirilebilir. Zulkarneyn, geçmiş tecrübelerinin ve bilgisinin ışığında, cesaretle ve iyi niyetle uğraşıp fikir üretimi yapmaya gayret edince, Yüce Yaradan’ın, onun zihnini açtığı ve kendisine yardımcı olduğu, ayette de ifade edildiği üzere, aşikârdır.

Zulkarneyn’i, Hz. Musa ve Hz. Süleyman kıssasındakilerden ayıran bir başka husus daha var. Zulkarneyn çalışmalarını ömrü boyunca sürdürürken, kendilerine ilim verilenler bir daha görünmüyorlar. Dolayısıyla, ilim verilenlerin insan veya cin olmadıkları, ama Zulkarneyn’in insan olduğu açıktır.

Gerek Zulkarneyn, gerekse diğer bahsedilen ilim verilmiş kişiler ve mağaradaki gençler konusundaki bilgimiz, Kur’an’da anlatıldığı kadardır. Biz de, bu konulardaki yorumlarımızı, Kur’an’da anlatılan ayetlerin ışığında yapmaya çalışıyoruz.

Kur’an ayetlerinin tamamını okuduğumuzda, bu iki makalemizle bağlantılı olarak ulaştığımız bir başka sonuç daha var. Şöyle ki; Kur’an’ı okuyanlar olarak, Yüce Yaradan’ın adaletinin zerrece şaşmayacağına inanıyoruz. Dolayısıyla, kulları arasında kimseye torpil yapmayacağını biliyoruz. Bu sebeple, Huzuruna gelen kullarından hiçbirisine haklısın diyecek konuma düşmeyeceği kesindir.

Diğer yandan, biz bir iyilikle gittiğimizde, Tanrı, bize on katı iyilikle geleceğini Kur’an’ında (Enam Suresi 6/160) taahhüt etmektedir. Nitekim tek olan Tanrı’nın, hareketlerini, bizim düşünce ve davranışlarımıza göre belirlediğini, aslında, dikkatli olan her insan, kendi hayatında yaşayarak görmüştür.

Lütfen, Yüce Yaradan ile ilgili bütün bu gerçekleri dikkate alalım. Peygamberlerini, kendilerine ilim verilenleri, mağaradaki gençleri, Zulkarneyn’i, Lokman’ı, cinleri, şeytanı ve diğerlerini irdelerken, Yüce Yaradan’ın adaletinin zerrece şaşmayacağını, kulları arasında hiçbir şekilde torpil yapmayacağını gözümüzden kaçırmayalım. İlaveten, Tanrı’mızın, bizim davranışlarımıza göre bize karşılık verdiği gerçeğini, aklımızdan çıkarmayalım. Ayrıca Yüce Yaradan’ın bir konuda karar verirken, kulları olan bizler gibi bir veya iki açıdan bakarak karar vermeyeceği, bütün olayları ve düşünceleri bildiği için, her yönden görerek kararını oluşturacağı açıktır.

Dolayısıyla, Tanrı’mızın kararlarında bizim göremediğimiz faydalarının da olduğu kesindir. Karşılaştığımız bazı olaylarda, bizim şer olarak gördüklerimizin, işin sonunda hayır olduğunu görmemiz, yine bizim hayır olarak gördüklerimizin sonunda şer çıkması, Tanrı’mızın olayları bütün yönleriyle değerlendirmesinden dolayıdır.

Bu kadar irdelemeden sonra, yazımızın başlığına dönelim. Mucize ve kerametler, sadece Yüce Yaradan’ın katındadır. Tanrı’mız, gerek gördüğünde, doğrudan Kendisi veya peygamberleri aracılığıyla, insanlara göre mucize olan şeyleri bize gösterir. Peygamberleri dışında kimseye böyle bir aracılık verilmez. Keramet göstermeyi, Yüce Yaradan tarafından ilim verilenler yapabilir. İlim verilenler de, ayetlerden anlaşılan, “insan” olmadığı gibi, “cin” de değildir.

 

Yazımızın birinci bölümünde doğrudan mucize (Kur’an’da geçen kelime, ayet) konusunu irdelemeye çalıştık. Bu kısımda keramet hususunu inceleyeceğiz.

Keramet gösterdiklerini iddia ederek insanları kandıranlar, Kur’an’da mucize (ayet) kelimesinin geçtiği ayetleri kullanmakta zorlandıkları için, başka ayetleri kendilerince yorumlamaya çalışıyorlar.

Bu konuda en çok kullandıkları, Hz. Süleyman ile Saba Melikesinin kıssasının olaylarının bir kısmını anlatan Neml Suresinin 39 ve 40ıncı ayetleridir.

Neml 27/39: Cinlerden bir ifrit, ”Sen yerinden kalkmadan ben onu (Saba Melikesinin tahtını) sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim” dedi.

40: Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir.”

İnsanları dini konularda kandırarak menfaatlerini sürdürmek isteyenler, 40ıncı ayette bahsedilen, kitaptan bilgisi olan birinin, Melikenin tahtını göz açıp kapayana kadar getirmesini örnek gösteriyorlar. Olayı anlatan ayette mucize kavramı geçmediği için, tahtı getirmeyi keramet olarak niteliyorlar. Böylece, peygamberlerin dışındaki insanların da keramet sahibi olabileceğini vurguluyorlar. Kendilerinde de, rüyalarında gösterilen böyle kerametleri olduğunu söylüyorlar. Veya odada müritleriyle otururken, kapıya doğru bakarak aniden ayağa kalkıyor. Birisiyle konuşuyormuş gibi güzel şeyler söylüyor ve saygılı davranışlar sergiliyor. Duruma şaşıran müritleri sorduğunda, “peygamber efendimiz geldi, onunla konuştum” diyerek, keramet göstermiş gibi algılanmasını sağlıyor. Ayete göre, keramet gösterebilmek için ilim verilmiş kişi olmak gerektiğinden, kendilerine de Allah tarafından ilim verildiğini iddia ediyorlar.

İnsanları kandırmak isteyenlerin sığındığı diğer bir kıssa da, Hz. Musa ile kendisine Allah tarafından ilim verilen kişi arasındaki yolculukla ilgili olarak anlatılanlardır. Kehf Suresinin 65 ile 82inci ayetleri arasında bu olaylar anlatılır. Bu ayetler uzun olduğu için burada yayınlamayacağız.

Şimdi bazı âlimlerin, şeyhlerin ve benzerlerinin, yukarıdaki ayetleri yorumlamalarını irdelemeye çalışalım.

Kur’an’da Hz. Süleyman ve Hz. Musa kıssalarında anlatılan ilim sahibi bu insanlar, doğrudan peygamberlerle muhatap oluyorlar. Tanrı’nın verdiği ilimlerini, peygamberlere destek için kullanıyorlar. Buradan da anlaşılıyor ki, ilim sahibi bu kişiler Hz. Musa’dan ve Hz. Süleyman’dan daha farklı konumdalar. Hz. Musa’yı eğitiyorlar, Hz. Süleyman’a çok özel bir yardımda bulunuyorlar.

Diğer yandan, Yüce Yaradan’ın ilim verdiği bu kişiler, peygamberlere destek verdikten sonra bir daha ortada görünmüyorlar. Bu durumda ilim verilen bu kişilerin insan olma ihtimalleri çok zayıflıyor. Eğer, insan olsalardı, peygamberlerle birlikte kalır, mücadeleyi birlikte sürdürürlerdi. Eğer insan olsalardı, benzer konuları tekrar yöntemiyle aktaran Kur’an’da, böylesine önemli işler gören ilim sahiplerinden, bir defa daha olsun bahsedilmesi beklenirdi.

Bazı âlimler, Hz. Musa kıssasında anlatılan kişinin, Hızır İlyas olduğunu iddia etmişlerdir. İnsanların zorlandıkları anlarda, kendilerine gelen yardımlarda “Hızır gibi yetişti” sözü, halk arasında âlimlerin bu iddiaları sebebiyle yerleşmiştir. Bu anlayışın yaygınlaşması, cahil insanların hem de asırlarca, “ben Hızır’ım” diyerek kendilerinden para ve yiyecek istenilerek kandırılmalarına sebep olmuştur. Hıristiyanlıktaki Noel Babanın bir başka çeşidi, Hızır Aleyhisselâm dedikleri kişi olmuştur.

Eğer, Hızır olduğu iddia edilen bu ilim verilmiş kişi insan ise, Hz. Musa döneminden beri binlerce yıldır yaşamayı nasıl başarmıştır? Yaşamı sırasında her sıkışan insana nasıl yetişmiştir? Yüce Yaradan’dan özel bir izin mi almıştır? Eğer Hızır, insan değilse, sadece Hz. Musa kıssasındaki değil, Hz. Süleyman kıssasındaki ilim verilen kişi de, insan değildiler demektir.

Hz. Süleyman kıssasındaki Kehf Suresi 39uncu ayette, cinlerden bir ifrit (ifrit tanımlamasına dikkat edelim), tahtı anında getirebileceğini söylemiştir. Ama tahtı, ifrit olan bu cinin getirmediği bir sonraki ayetten anlaşılmaktadır. Kendisine Yüce Yaradan tarafından ilim verilen kişi getirmiştir. Eğer cin getirmiş olsaydı, bir sonraki ayette, ilim verilen kişinin teklifinden bahsedilmezdi ve tahtın getirildiği bu ayette anlatılmaz, cin ile ilgili ayette bahsedilirdi.

Ayrıca Sebe Suresi 34/14 te, “cinler gaybı bilir olsalardı, o zilletli azap içinde bekleyip durmazlardı” diyerek, cinlere ilim verilmediğini vurgulanmaktadır.

Şimdi düşünelim. Tahtı, cinlerden ifrit olan biri getirmiş olsaydı, kendilerinin keramet sahibi olduklarını iddia edenlerin, insanlara hükmeden “cin” olarak algılanmalarının önü açılmış olurdu. Bu durumda yeryüzü, insanların değil, cinlerin hâkimiyet mücadelesine sahne olurdu. Böyle olabileceğini en iyi bilen Tanrı, cinin teklifini kabul etmemiş ve tahtı ona getirttirmemiştir. Kendisine ilim verdiği kişiye getirtmiştir.

Cinlerin, insanlara egemen olmalarını istemeyen bir Yüce Yaradan’ın, insanların bazılarının, kendilerini ilim verilmiş kişiler olduklarını iddia ederek, insanlara hükmetmelerinin önünü açacağını düşünebilenimiz var mıdır?

Cinlerden ifrit olanının teklifinin kabul edilmemesine rağmen, Kur’an’da bahsedilmesinin de sebepsiz olduğunu zannetmiyorum. Eğer böyle bir bahis olmasaydı, bizim yukarıdaki “cinlerin, insanlara egemen olmalarını isteyen Tanrı…” şeklindeki yorumumuz geçersiz olurdu. Dolayısıyla, insanları kandırmak isteyenler, keramet sahibi olduklarını ve kendilerine Allah tarafından ilim verildiğini daha rahat iddia ederlerdi. Yine “cinlerden ifrit…” ifadesi olmasaydı, cinlerin hareketlerinin hızı konusunda bilgimiz olmazdı. Bu bilgi eksikliği de, başka ayetlerden (ör: Neml 27/17, Sebe Suresi 34/12)  esinlenenlerin, kendilerinin aslında cin olduğunu yani insanlardan farklı olduğunu iddia etmelerinin önü açılırdı. Böyle iddiaların sonunda insanlar, Sebe Suresi 34/41’de bahsedildiği üzere, cinlere tapmaya başlarlardı. Ama cinlerin hızını bildiğimizden ve kendisinden bir şeyi getirmesi istenilen hiçbir insan bu hızla hareket edemeyeceğinden, karşımızdakinin cin olduğunu iddia etmesi ihtimali ortadan kalkmış oldu.

Yalnızca Bana kulluk edin diyerek sıkça öğüt veren bir Yüce Yaradan’ın, bazı kullarının, bazı insanları kendilerine kul yapmasına aracı olmayacağı kesin olduğuna göre, Hz. Süleyman’a Saba Melikesinin tahtını getiren kişinin, cin olmadığı gibi, insan da olmayacağı aşikârdır. Eğer, tahtı getiren insan olmuş olsaydı, bazı insanların, kendilerine ilim verildiğini iddia etmeleri, çok daha kolaylaşırdı.

Son peygamberi olan ve aynen korunmuş tek kutsal kitabını verdiği Hz. Muhammed’e, görsel mucize vermeyen Yüce Yaradan’ın, başka kullarına mucize niteliğinde keramet sahipliği (aracılık) vereceğini düşünmek, Allah’ın aklıyla alay etmek değil de nedir?

Ayrıca, Makalemizin yayınlanan birinci bölümünde, Rad Suresi 13/38 ve Mümin Suresi 40/78 de, peygamberlerden başkasının mucizelere aracı edilmeyeceği anlamında ifadeler olduğunu gördük. Bu durumda en son peygamberine vermediği mucize niteliğinde olan kerametin, peygamber olmayan bir insana verilmesinin inandırıcılığı olabilir mi?

Bazı âlimler, Zülkarneyn’i, ilim verilen kişi olarak görmüşlerdir. Kehf Suresi 18/83-100 arasında anlatılan kıssalara bakılınca, ona ilim verilmediği anlaşılmaktadır. Ayetlere göre, ona verilen başkadır.

Kehf Suresi 18/84: “Gerçekten biz onu (Zülkarneyn’i) yeryüzünde iktidar sahibi yaptık ve ona ulaşmak istediği her şeyi elde etmesinin bir sebebini verdik.”

Ayette de görüldüğü üzere Zulkarneyn’e verilenin, Hz. Musa kıssasında bahsedilen ve sıradan bir şahsın bilemeyeceği olayların bilgisine sahip olmak şeklindeki bir ilim olmadığı açıktır. Ayrıca, ona verilen, Hz. Süleyman kıssasındaki gibi, tahtı getirecek doğaüstü güç de değildir. Ona verilen şey, insanlara yardımcı olacak şekilde iktidar sahibi olmak için çabalarken, sarılabileceği sebeplerdir.

Zulkarneyn kıssasında anlatılan olayların, birebir değil, mecazi anlamda irdelenmesinin daha uygun olacağı kanaatindeyim. Sebepler konusu da, yaşanan olayların temel nedenlerine inip yorumlayarak dersler çıkarıp, tek olan Tanrı’nın gösterdiği yola uygun çözümler üretmek olarak değerlendirilebilir. Zulkarneyn, geçmiş tecrübelerinin ve bilgisinin ışığında, cesaretle ve iyi niyetle uğraşıp fikir üretimi yapmaya gayret edince, Yüce Yaradan’ın, onun zihnini açtığı ve kendisine yardımcı olduğu, ayette de ifade edildiği üzere, aşikârdır.

Zulkarneyn’i, Hz. Musa ve Hz. Süleyman kıssasındakilerden ayıran bir başka husus daha var. Zulkarneyn çalışmalarını ömrü boyunca sürdürürken, kendilerine ilim verilenler bir daha görünmüyorlar. Dolayısıyla, ilim verilenlerin insan veya cin olmadıkları, ama Zulkarneyn’in insan olduğu açıktır.

Gerek Zulkarneyn, gerekse diğer bahsedilen ilim verilmiş kişiler ve mağaradaki gençler konusundaki bilgimiz, Kur’an’da anlatıldığı kadardır. Biz de, bu konulardaki yorumlarımızı, Kur’an’da anlatılan ayetlerin ışığında yapmaya çalışıyoruz.

Kur’an ayetlerinin tamamını okuduğumuzda, bu iki makalemizle bağlantılı olarak ulaştığımız bir başka sonuç daha var. Şöyle ki; Kur’an’ı okuyanlar olarak, Yüce Yaradan’ın adaletinin zerrece şaşmayacağına inanıyoruz. Dolayısıyla, kulları arasında kimseye torpil yapmayacağını biliyoruz. Bu sebeple, Huzuruna gelen kullarından hiçbirisine haklısın diyecek konuma düşmeyeceği kesindir.

Diğer yandan, biz bir iyilikle gittiğimizde, Tanrı, bize on katı iyilikle geleceğini Kur’an’ında (Enam Suresi 6/160) taahhüt etmektedir. Nitekim tek olan Tanrı’nın, hareketlerini, bizim düşünce ve davranışlarımıza göre belirlediğini, aslında, dikkatli olan her insan, kendi hayatında yaşayarak görmüştür.

Lütfen, Yüce Yaradan ile ilgili bütün bu gerçekleri dikkate alalım. Peygamberlerini, kendilerine ilim verilenleri, mağaradaki gençleri, Zulkarneyn’i, Lokman’ı, cinleri, şeytanı ve diğerlerini irdelerken, Yüce Yaradan’ın adaletinin zerrece şaşmayacağını, kulları arasında hiçbir şekilde torpil yapmayacağını gözümüzden kaçırmayalım. İlaveten, Tanrı’mızın, bizim davranışlarımıza göre bize karşılık verdiği gerçeğini, aklımızdan çıkarmayalım. Ayrıca Yüce Yaradan’ın bir konuda karar verirken, kulları olan bizler gibi bir veya iki açıdan bakarak karar vermeyeceği, bütün olayları ve düşünceleri bildiği için, her yönden görerek kararını oluşturacağı açıktır.

Dolayısıyla, Tanrı’mızın kararlarında bizim göremediğimiz faydalarının da olduğu kesindir. Karşılaştığımız bazı olaylarda, bizim şer olarak gördüklerimizin, işin sonunda hayır olduğunu görmemiz, yine bizim hayır olarak gördüklerimizin sonunda şer çıkması, Tanrı’mızın olayları bütün yönleriyle değerlendirmesinden dolayıdır.

Bu kadar irdelemeden sonra, yazımızın başlığına dönelim. Mucize ve kerametler, sadece Yüce Yaradan’ın katındadır. Tanrı’mız, gerek gördüğünde, doğrudan Kendisi veya peygamberleri aracılığıyla, insanlara göre mucize olan şeyleri bize gösterir. Peygamberleri dışında kimseye böyle bir aracılık verilmez. Keramet göstermeyi, Yüce Yaradan tarafından ilim verilenler yapabilir. İlim verilenler de, ayetlerden anlaşılan, “insan” olmadığı gibi, “cin” de değildir.

Bu yazı KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.