İSLÂM VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 6

İSLÂM TARİHİ VE HIRİSTİYANLIK TARİHİNDEN ALINACAK BAZI DERSLER 6

 

Yahudilerin ve Hıristiyanların kendilerine peygamberleri aracılığıyla gelen vahiyleri, nasıl değiştirdikleri hususunda net bir bilgiye sahip değiliz. Yahudiliğin geliştiği dönemler, destanların etkili olduğu devirlerdir. Bu sebeple değişme, sanki beklenen bir durumdur. Hıristiyanlığın ise, daha başlangıcında tek İncil olmamıştır.

Her ikisinde de değişimi din adamlarının yaptıklarını aşağıdaki Kur’an ayetlerinden anlıyoruz.

9 Tevbe Suresi 30: Yahudiler, “Uzeyir Allah’ın oğlu” dediler, Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğlu”, dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar!

31: “ Onlar, Allah’ı bırakıp, hahamlarını, rahiplerini Rab edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de Rab edindiler. Oysa, bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.

34: “Ey iman edenler, şurası bir gerçektir ki, Yahudi hahamları ile Hıristiyan rahiplerinin bir çoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar…”

Son ayetten anlaşılacağı gibi, din adamları kendilerini, dünya nimetleri ile ilgileri yokmuş gibi gösterirlerken, bir çoğu böyle değilmiş. Aksine, insanların mallarını hem de haksız yere yemişler. Sadece insanların paralarını ve mallarını yemekle kalsalar, sadece kendilerini ilgilendirir. Ama onlar, insanları Allah’ın yolundan da saptırmışlar. Bunu belki de, kendi kazançlarını sürekli hale getirebilmek için yapmışlardır. Allah’ın gerçek emirlerini söyleseler, kendilerine kazanç sağlayamayacakları için de böyle davranmış olabilirler.

Yüce Yaradan, bütün insanları aynı fıtrat üzerine yarattığına göre, Müslüman din adamlarından da benzer şeyler beklenmelidir. Onların da birçoğu, halka kendilerini çok dürüst gibi gösterirken, halkın mallarını haksız yere yiyebilirler. Aklı başında hiç kimse, Yahudi ve Hıristiyan din adamları böyle yaparlar, Müslüman din adamları yapmaz diyemez. Bilhassa günümüz dünyasında, hiç kimse diyemez. Hattâ, Müslüman din adamlarının bir çoğu bile,  diyemez.

Müslümanlar, asrı saadet dedikleri Hz. Muhammed’in döneminde böyle şeylerin olmadığını düşünürler. Doğrudur. Fakat bunun sebebi, peygamberin ve çevresindeki gerçekten dürüst sahabelerin yakın takipleri dolayısıyla yeterince fırsat bulunamamasıdır.

Nitekim halkın malını haksız yere yemek isteyenler, Hz. Muhammed’in vefatından sonra biraz daha rahatlamışlardır. Ama asıl rahatlamaları, Muaviye’nin halife yani din adamlarının en üst makamı olduğu dönemde başlamıştır. Hâlbuki Muaviye de bir sahabedir. Hem de vahiy kâtibi görevinde olan bir sahabedir. Nitekim, bu özelliğinden dolayı, hatalarına rağmen Muaviye, kendisinden sonra gelen halifelerin içerisinde ortalama kalitenin biraz üzerindedir.

Ebu Hureyre, Hz. Muhammed’in sohbetlerine 3 yıl katılma şerefine erişmiş genç ve fakir bir sahabedir. Bu sebeple Hz. Ömer, onu vali olarak atamıştır. Ama görevi sırasında halkın parasını haksız yere yediğini tespit edince, derhal görevinden almış ve cezalandırmıştır. Ancak aynı şahıs, Halife Muaviye döneminde baştacı olmuştur. Bu dönemde, Ebu Hureyre ile aynı şekilde davranan bir çok sahabe, haksız kazanç sağlamışlardır.

Sayıları az da olsa, sahabelerin içerisinden böyle insanlar çıkabiliyorsa, Muaviye gibi sahabelerden olan bir halifenin devrinde bunlar oluyorsa, sonraki dönemlerde daha fazla sayıda insanın haksız kazanç sağlamaya çalışması kaçınılmazdır. Bilhassa da, hem halife hem siyasetçi olan kişilerin içerisinden, haksız yere halkın parasını yiyen ve halkı, Allah yolundan saptıran insanların çıkmaları, vakayı adiyedendir.

İslâmiyet’teki bu bozulmayı fark eden bazı ulema, Kur’an’da açık olmadığı düşünülen bazı hükümlerin geçerli olması için, bütün âlimlerin, aynı sahabelerde olduğu gibi, o karar üzerinde ittifak etmeleri gerektiğini söylemişlerdir. Ancak bu anlayış, bilhassa Muaviye dönemi ile birlikte uygulanamaz hale gelmiştir. Çünkü yukarıda söylediğimiz gibi, Ebu Hureyre gibi insanların Muaviye’den olan menfaat beklentileri, gerçekleri değil, sultanın menfaatini koruma yönünde fikir beyan etmelerine sebep olmuştur. Dürüst ulemanın bir bölümü bu hükümlere katılmamıştır.

Halifenin istediği gibi hüküm vermeyenler giderek dışlanmışlardır. Bu dürüst ulema, Halife tarafından, halka kötü olarak tanıtılmıştır. Bu durumda olanların en meşhur örneği, İmamı Azam Ebu Hanife’dir. İmamı Azam, dönemin iktidarı Abbasilerin halifesi olan Mansur’un  başkadılık teklifini kabul etmemiştir. “Ben sultanın tasdik makamı olmam” diyerek reddetmiştir. Bunun üzerine çeşitli cezalara çarptırılmış, hapislere düşmüş. Sonunda hapiste vefat etmiştir. Dönemin halife sultanları, İmamı Azamın vefatıyla bile rahatlamamışlardır. Onun isminin bahsedilmesini, yüz yıl boyunca yasaklamışlardır.

Bütün bu ve bunun gibi meselelerden anlaşıldığı gibi, artık bir hüküm üzerinde bütün ulema arasında “icma” edilmesi mümkün olmamıştır. İcma, sadece dönemin iktidarının tasdikleyicisi olan ve ulema olarak nitelenen din adamlarının, kendi aralarındaki birlikteliği haline gelmiştir.

Bilindiği gibi, günümüz Müslüman âlimlerinin bir konuda hüküm verirlerken faydalandıkları kaynaklar; Kur’an, Hz. Muhammed’e atfedilen sözler (hadisler), icma, kıyas, rey, örf ve istihsandır (tercih).

Muaviye’nin halifeliğinden itibaren, herhangi bir dönemdeki bir Müslüman âlime, bir konu hakkındaki fikrinin sorulduğunu düşünelim. Bu âlim dürüst birisi olsun. Soruyla ilgili olarak da Kur’an’da net bir hüküm bulmuş olsun. Fakat bu hüküm, iktidarın ve ileri gelenlerin aleyhine ise, önünde iki yol vardır. Ya Allah’tan korkacak ve gerçeği söyleyecektir. O zaman da çeşitli cezalara çarptırılacaktır. Belki de öldürülecektir. Yahut da, kendisinden önceki meşhur bir veya birkaç ulemanın bu konudaki kararlarına sığınacaktır. Onlar, kendisinden farklı fikir beyan etmişlerse, “onların bir bildiği vardır, ben onlar kadar meşhur değilim” gibi mülâhazalarla, kendini ikna edecek ve kendi gerçek fikrini söylemeyecektir.

Dürüst bir âlim bile bu hale düşüyorsa, Tevbe Suresi 34üncü ayetteki gibi, menfaat peşinde koşanlar, acaba neler yaparlar. Yıllar ilerledikçe, âlimlerin uğradıkları bu olaylar silsile halinde devam eder.

Nitekim, hadis kitabı yazarlarının içerisinde, en sahih yazar olarak bilinen İmam Buhari’nin kitabında, Ebu Hureyre’den aktarılan 466 adet hadis olduğu söylenir. Buhari’nin güvenilir bir kişi olduğu hususu, o kadar yayılmıştır ki, onun kitabından bir hadisi reddedenin dinden çıkacağı iddia edilmiştir. Bu iddiaya inanan aynı insanlar, aynı hadis kitabındaki, Hz. Muhammed’in ahirette Müslümanlara şefaat edeceğini, kalbinde iman kırıntısı bile olanın Cennete gireceği sözüne de inanmışlardır. Aralarında çelişki olup olmadığını bile sorgulamamışlardır.

İmam Buhari, böyle kitap yazınca, ilmihal kitapları yazanların işleri kolaylaşmıştır. Onlar da Hz. Muhammed’e atfedilen hadisleri göstererek, Müslümanların davranışlarının kurallarını, sınırlarını belirleyen ilmihalleri kolayca ve hiç bir suçlanmaya maruz kalmadan yazmışlardır. Nitekim, Hilmi Işık bu konuda şöyle der: “Eğer, ilmihal kitaplarından Ebu Hureyre’nin aktardığı söylenen hadisleri çıkarırsak, geriye bir şey kalmaz.”

Görüldüğü gibi, sabit ve değişmez olan tek kaynak Kur’an’dır. Hadisler, aktaranlara ve aktaranlardan dinleyenlerin aktardıklarına göre değişmektedir. Aynı hadis kitabında birbiriyle çelişen hadisler çok miktarda vardır. Hadislere dayanılarak, orta namazın hangisi olduğuna bile karar verilememiştir. Dört ayrı fikir belirmiştir. Ayrıca bazı hadislerdeki ifadeler, kitaptan kitaba farklılık arzetmektedir.

Gelelim icma konusuna. İcma, Hz. Muhammed döneminde, sahabelerin üzerinde ittifak etmeleri idi. Sonradan ulema arasındaki görüş birliği olarak değişti. Ancak yukarıda örneklerini verdiğimiz gibi, Hz. Muhammed’den sonra ve bilhassa ilk dört halifeden sonra, ulema arasında icma yani fikir birliği hiç olmamıştır. Aynı zamanda halifelik görevini de yürüten sultanların baskıları, fikir birliğini engellemiştir. O dönemlerde bütün Müslümanların tek çatı altında oldukları düşünülürse, çok daha sonraki dönemlerde icma olma ihtimali daha zayıflar, ancak belli bazı konularda olabilir. Bugün ise, çok farklı devletlerin, bazı soysuz siyasetçilerin, çoğu menfaatçi din insanlarının olduğu bir devirdeyiz. Diyelim ki, geçmiş dönemlerde hırsızlık yapana veya zina suçu işleyene verilecek cezalar hususunda icma olabilirdi. Fakat günümüzün çok renkli dünyasında çok az konuda icma olması beklenir.

Ancak yine de, çoğu konularda icma hususunda fikir birliği olabilir. Bunun için, icma edilen konudaki hükmün, sebeplere dayandırılması gerekir. Sebebe ve araştırma sonuçlarına dayanmayan bir icma geçerli olmaz. Meselâ, çok değerli bir Müslüman âlimi olan Hacı Bektaşi Veli, Makalat adlı eserinde, denizlerin birbirine karışmadığı şeklindeki ayetin açıklamasını şöyle yapar: “Bu iki denizin biri Fars denizidir, diğeri Rum denizidir. Bunlar birbirlerine karışmazlar.” Uzun süre kabul gören ve üzerinde icma edilen bu görüşün yanlışlığı, Kaptan Kusto (Cousteau) sayesinde bugün net bir şekilde bilinmektedir.

Kıyas konusu da, çok başvurulan bir husustur. Günümüzdeki bazı yargıtay kararlarına atıfta bulunularak açılan emsal davaları, bu niteliktedir. Halbuki, örnek verilen olayların temel sebeplerinin aynı olması ihtimali zayıftır. Ayrıca olayların gelişmeleri de farklıdır. Hem yaşanan bölgelerin, hem şartların hem de devirlerin ve anlayışların farklı olduğu düşünülürse, kıyas yapmanın bizi doğru sonuca götürmeyeceği hemen anlaşılır. Bilhassa günümüzde, kıyas yönteminin hiç güvenilir olmayacağı açıktır.

Müslüman din adamlarının faydalandığı kaynaklardan; rey, örf ve tercih (istihsan) gibi hususları sonraki yazımızda irdelemeye çalışacağız.

Bu yazı Dini kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.