İSLÂM, SADECE DİNİ DUYGULAR MIDIR?
Hz. İsa’dan sonra Havariler, Hıristiyanlığı anlatırken, dini duyguları öne çıkardılar. Hz. İsa’nın, “benim hükümdarlığım, bu dünyada değildir” sözünü, dünyevi bütün isteklerin reddi gibi aktardılar. Sonuçta Hıristiyanlık, “salt din” olarak algılandı. Dolayısıyla, toplum düzeninin nasıl oluşacağı üzerine fikirler yeterince oluşmadı. Romalı yöneticiler üzerinde hiçbir anlayış değişikliği oluşturmadı. Devletteki yönetim anlayışı aynen devam etti.
Hıristiyanlığın bu şekilde aktarılmasının muhtemel sebebi, Yahudilik anlayışına karşı gösterilen tepkidir. Bilindiği gibi Musevilik, o dönemlerde tamamen “dünyevi bir din” haline getirilmişti. Zaten bazı Hıristiyanlar, İslâmiyet’teki topluma yönelik emirleri görünce, İslâm’ı, Yahudiliğin devamı bir din olmakla eleştirdiler.
Hıristiyanlığın uygulamaları salt din şeklinde olunca, en önemli toplumsal sorun olan fakirliğin azaltılabilmesi için gerekli adımlar atılamadı. Hıristiyanlığın etkin olduğu toplumlardaki fertler arasında zenginlik farkı giderek daha da açıldı. Bu durumun sebeplerinden birisi, dini anlayıştaki değişim olmuştur. Hıristiyanlık sadece kişisel inanç olarak algılandıkça, ticari hayatında farklı davranmanın Hıristiyanlığa aykırı olmadığı fikri gelişti. Din, sadece ahirete ait duygular haline geldi. Dünyevi konularda, makyavelist (menfaate ulaşmak için her yol mubahtır anlayışındaki) davranışlar normal olarak algılandı. Bu anlayış, kapitalizmin fikrinin oluşumunu kolaylaştırdı. Kapitalizm anlayışı, fakirler ile zenginlerin sadece maddi güçlerinin değil, yaşam tarzlarının ve fikirlerinin de farklılaşmasına sebep oldu. Kapitalist anlayış, fakirliğin, kişinin beceriksizliğinin sonucu olduğu inancını güçlendirdi. Bazılarının zengin olabilmesi için, bazılarının fakir kalması gerektiği fikri yaygınlaştı. Dolayısıyla, bu anlayışlar, fakirliğin çözülemez bir sorun olarak algılanmasına sebep oldu.
Fakat sonraki dönemlerde bazı düşünürler, bu durumu sorun olarak gördüler. Meseleyi çözmek için fikirler beyan ettiler. Karl Marks, bu fikirleri toparlayıp, kendince bir sistem haline getirdi. Kapitalizmin uygulanışı sırasında oluşan 1873 ekonomik buhranı, insanların bazılarının Marks’ın fikirlerini benimsemelerine yol açtı.
Marks, fakirliğe kendince çözüm bulmuştu. Ona göre, mülk, herkesin adına devletin olursa ve kimse doğrudan mülk sahibi olmazsa, sorun ortadan kalkardı. Marks, kapitalizmin merkezinde ve kapitalistler arsında yaşamıştı. İslâm dini hakkında bilgi sahibi olmamıştı. Hattâ bahsettiği Asya Tipi Üretim hakkında da, derinlemesine bilgisinin olmadığı, yazılarındaki anlatımlarından anlaşılıyordu. Bu durum Marks için şanssızlık oluşturdu. Fakirlik sorununun kaynağını tek yönlü ele alarak, itiraz ettiği kapitalizm ile aynı hataya düştü.
Eğer Marks, İslâm dinini inceleseydi, onun hem salt bir din hem de toplumsal bir din olduğunu görebilme şansına sahip olurdu. İslâm’daki zekât ve infak konusunu inceleseydi, bunların fakirliği azaltmak için güzel uygulamalar olduğunu görürdü. Hattâ biraz daha derinlemesine inceleseydi, zekât ve infakın tek yönünün değil, iki yönünün olduğunu kavrardı.
Zekât ve infak konusunun maddi yönünü “İslâm’ın Amacı, Zenginliği Değil, Fakirliği Ortadan Kaldırmaktır” başlıklı makalemizde daha geniş incelediğimizden burada bahsetmeyeceğiz. Bu makalemizde, konuyu, yazımızın başlığı çerçevesinde ele alacağız.
İslâm dininin zekât ve infak emirleri, bir yönüyle, zenginden fakire doğru akan maddi bir akımdır. Fakat sadece maddi bir akım değildir. Diğer yönüyle, zekât alan ve veren, infak eden ve alan şahısların gönülleri arasında akan manevi bir akımdır.
Kur’an, başa kakılan sadakaların hiçbir işe yaramayacağını, verene de bir fayda sağlamayacağını sıkça vurgular. Çünkü bu tip davranışlar, fakirleri rencide eder. Rencide olan insanlarda, yardım eden kişiye karşı sevgi oluşmaz. Aksine nefret hissi uyandırır. Hâlbuki zekât müessesesinin amaçlarından birisi de, taraflar arasında sevgi bağı tesis etmesidir. Eğer, insanlar arasında sevgi bağı oluşturamamışsak, varlığın el değiştirmesi, fakirliğin çözümüne fayda sağlamaz. Çünkü baskı, konumunu kötüye kullanma, nefret gibi duygu ve davranışlar halen aynen var olmaya devam ediyor olacaktır.
Kur’an’da zekât verme emrinin geçtiği ayetlerin çoğunda, namaz kılma emri de birlikte işlenmiştir. Bu şekilde birlikte işlenmesinin sebebi, zekât vermenin, sadece maddi yardım etmek olmadığını gözler önüne sermektir. Kur’an’da anlatıldığı inceliklere dikkat edilerek verilecek zekâtın, gönülden gönüle bağ kuracağını vurgulamaktır. Bu şekilde verilen zekâtın, tarafların ruhunda var olabilecek nefret duygusunun, yerini merhamet duygusuna bırakması gerektiğini anlamamız için, namaz ile birlikte emredilmiştir.
Demek ki İslâm, salt bir din değildir. Toplumsal düzeni nasıl kurmamız gerektiği yönünde bize yol gösteren bir anlayıştır. Namaz, salt dindir ve insana yöneliktir. Zekât ise, topluma yöneliktir. İslâm, bu ikisini birleştirmiştir.
Bilinen tarih içerisinde, fakirliğin dışında, insanlığın karşılaştığı önemli bir sorun da, demokrasi anlayışıdır. Diğer bir anlatımla, insanın “insan” yerine konulacağı bir yönetim anlayışını gerçekleştirmektir. Hıristiyanlığı anlatan Havariler ve halefleri, siyasete karışmayı reddetmişlerdir. Toplumun huzurunu bozanlara bile, şiddet uygulayarak cezalandırmaya karşı çıkmışlardır. Sonradan Hıristiyanlığın temsilcisi konumuna gelen Kilise, kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmiştir. Kendisini güçlendirmek için halkın ezilmesine, bazı papazlar hariç, kurum olarak ses çıkarmamışlardır. Kutsadıkları krallara, genelde, kendi çıkarları doğrultusunda iş yaptırmışlardır.
İslâm ise, daha başlangıçta bu konudaki tavrını net olarak ortaya koymuştur. Kur’an, Ali İmran Suresi 159uncu ayette, karar alınmadan önce, istişare edilmesini şart koşmuştur. Bu talebini doğrudan Peygamberine yaparak, toplum yönetiminde demokrasi anlayışını getirmiştir.
Diğer taraftan İslâm, toplumun huzurunu bozanlara yapılması gerekeni de net bir şekilde ifade etmiştir. Bakara Suresi 251: “… Bazılarını bazıları ile def etmeseydik, dünyada huzur bozulurdu…” ayetiyle, huzuru bozanlara karşı, şiddet dâhil, her türlü engellemenin yapılması gerektiğini vurgulamıştır.
Takdir edileceği gibi, bir dini kabul etmek için, insanlardan şahit gerekmez. Şahit olarak Yüce Yaradan yeter. Dolayısıyla, kişinin bir dini kabul ettiğini kalpten gelen bir anlayışla, kendi kendine ikrar etmesi yeterlidir. Dinin bu yönü, “salt din”dir. Dolayısıyla Tanrı ile şahsın arasındadır. Başkasının bilmesi gerekmez. Fakat yukarıda ifade ettiğimiz gibi İslâm, salt din değildir. Aynı zamanda toplumsal bir dindir. Dolayısıyla İslâm’ı kabul eden kişi, salt din anlayışının dışında, İslâm’ın toplumsal kurallarına uymaya çalışmakla yükümlüdür. Diğer bir deyimle, salih amel işlemekle yükümlüdür.
Bu güzel amelleri açıktan yaparsa, toplum için daha iyi olur, insanlara güzel örnek oluşturur. Kendisi de toplumda saygı görür. Ama kimse bilmeden veya çok az kişinin bilgisi dâhilinde salih amel işleyebilir. Yaptıklarını Yüce Yaradan’ın bilmesi yeterlidir. Ancak, İslâm’ı, kimseye bildirmeden kabul eden kişi, kötü ameller işlemeyi sürdürürse, onları da Yüce Yaradan bilir. Bu durumda cezalandırılmaktan kurtulamaz. Çünkü Allah, cezaları, kötü amellere, dünyanın huzurunu bozanlara vermektedir.
Bu sitede yayınladığımız “Allah’ın Tek Dini Vardır, O da İslâm’dır” başlıklı yazımızda ifade ettiğimiz gibi, bütün semavi dinlerin ilk halleri aynıdır. Hepsi de, hem salt dindir hem de toplumsal dindir. Umulur ki, ilgilileri bu anlayışla hareket ederler.