İNSANIN BEDENİ TOPRAKTAN, RUHU ALLAH’TAN
Yazımızın başlığıyla ilgili Kur’an ayetlerinin bazıları aşağıdadır:
Ali İmran Suresi 3/59: Doğrusu Allah katında İsa’nın (yaratılışındaki) durumu, Âdem’in durumu gibidir; onu topraktan yarattı, sonra ona “ol!” dedi, o da oluverdi.
Bakara Suresi 2/29: O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.
Secde Suresi 32/7: Yarattığı her şeyi güzel yaratan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayan O’dur.
8: Sonra da onun soyunu süzülmüş bir özden, değersiz bir sudan yaratmıştır.
9: Sonra onu düzenli bir şekle sokup, içine kendi ruhundan üfürdü. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etti. Siz pek az şükrediyorsunuz!
Şimdi Kur’an’da Yüce Yaradan’ın bizlere aktardığı bu bilgileri, aklımızı ve mantığımızı kullanarak irdelemeye çalışalım.
Ali İmran 59uncu ve Secde 7inci ayetlerde, insanın topraktan yaratıldığı bahsedilir. İnsanların topraktan yaratılıp yaratılmadığına karar verebilmemiz için, tarih içerisinde vefat etmiş şahısların mezarlarına bakmamız yeterlidir. Eğer özel koruma ilaçları kullanılarak mumyalanmadıysa, mezarlıklarda çok az kemik parçalarından başka bir şeyi bulamıyoruz. Demek ki, mezardaki insanlardan geriye pek bir şey kalmamış, hepsi toprak olmuş. Eğer bizim bedenimiz toprak oluyorsa, bizim topraktan yaratılmış olmamız çok mantıklı duruyor.
Bakara Suresi 29uncu ayette ise, Yüce Yaradan, yeryüzünde ne varsa hepsini bizim için yarattığını söylemektedir. Bu ayetin doğru olup olmadığını irdelememiz, topraktan yaratılış olayına göre çok daha kolaydır. Hiç mezarlara bakmamıza, tarihi incelememize gerek yoktur. Her insan kendi durumunu sorgulayarak karar verebilir.
Kendimize soralım; vücudumuzun ihtiyacı olan hangi vitamin veya mineral, yeryüzünde yoktur? Bu soruya cevap ararken insanı hayrete düşüren bir hususla karşılaşırız. İnsana hangi mevsimde hangi vitamin lâzım ise, toprakta o mevsimde yetişen ürünlerde ağırlıklı olarak o vitaminlerin olduğunu görürüz.
İhtiyacımız olan hava ve su konusunu düşünelim. Göz zevkimizi okşayan doğal güzellikleri inceleyelim. Renk renk çiçeklerin güzellikleri ve renkleri bizleri büyüler. Ama o çiçeklerin her birinin insan vücuduna olan faydasını öğrendikçe hayretimiz daha da artmaktadır. Diğer yandan, bilimde ilerleyebilmemiz için bizlere örneklik oluşturan doğayı ve olayları gözleyelim. Bir taraftan da, teknolojide kullandığımız metallerin ve madenlerin varlıklarına bakalım. Eğer bu madenler ve metaller, diğer bir deyimle elementler yeryüzünde var olmasalardı, biz hangi teknolojiyi geliştirebilirdik.
Yukarıda aktardığımız irdelemeleri sayfalarca yazabiliriz. Sonunda şu kanaate varırız ki, insanın maddi ihtiyaçları için gerekli olacak hiçbir şey eksik bırakılmamıştır. Her ihtiyacımız, yeryüzü tarafından tastamam sağlanmıştır.
Demek ki, Yüce Yaradan, yeryüzündeki her şeyi; bitkileri, hayvanları, vitaminleri, madenleri, elementleri, nehirleri, gölleri ve nice ihtiyacımız olan varlıkları bizim için yaratmıştır.
Şimdi de, ruh konusunu irdeleyelim. Secde Suresi 9uncu ayette Yüce Yaradan, insanın içine, Kendi ruhundan üfürdüğünü beyan etmektedir. Tek olan Tanrı’nın insana üflediği ruhun, insanın manevi ihtiyaçlarını gidermek için olup olmadığını irdeleyelim. Bilindiği gibi, tarih boyunca insanlar, yaratıcı bir Tanrı’nın arayışı içerisinde olmuşlardır. Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu tartışmışlardır. Bilinen bütün toplumlarda bir din arayışı olmuştur.
Bilinen tarih boyunca, madde ve ruh ilişkileri tartışılmıştır. Bu tartışmalara nokta koymak isteyen bazı düşünürler, “beden un, ruh su, hamur ise benim” diyerek konuyu özetlemeye çalışmışlar ve aşağıdaki kanaatlere varmışlardır.
Bedene sahip olmak, insan olmanın bir göstergesi olarak kabul edilmemiştir. Bir insan, eğer düşünüyorsa, vardır denilmiştir. İnsanın sahip olduğu ruhu, benliğinin göstergesi olarak, görülmüştür.
Bir insana, çevresindeki olayları ve okuduklarını algılayabildiği ölçüde insan olarak değer verilmiştir. Dolayısıyla, bedene sahip olan her beşer, insan olarak görülmemiştir.
İnsana, bedeni olduğu için değil, somut veya soyut bazı şeyleri yapmaya niyetlendiği için insan olarak bakmışlardır.
Bir insanı, bedene sahip olmasıyla değil, diğer insanlarla, hayvanlarla ve hattâ bitkilerle kurduğu iletişim ölçüsünde, insan olarak değerlendirmişlerdir.
Düşünürlerin uzun asırlardır yaptıkları bu savunmaları, çoğaltabiliriz. Fakat düşünürlerin bu husustaki bazı fikirlerini, bu sitede yayınladığımız “Bilginlerin ve Düşünürlerin İnsan Tanımları Üzerine” başlıklı makalemizde ele aldığımız için, burada bahsetmeyeceğiz.
Bahsedilen bütün bu duygusal yapımız, bizim benliğimizi oluşturur.
Burada aklımıza bir soru gelmektedir. Benliğimiz, vücudumuzun hangi bölgesinde yer almaktadır? Beynimizde mi, kalbimizde mi veya bedenimizin başka bir yerinde mi oturmaktadır?
Bir şey için “canım istemiyor” veya “gönlüm razı olmadı” dediğimizde, bize bunu düşündüren organımız hangisidir? Elektrik akımları şeklinde tanımlanan sinir hücrelerimiz mi bu cevapları vermektedir? Yoksa kimyasal formüllere indirgenmeye çalışılan hormonlarımız mı bizi yönlendirmektedir?
Eğer bu cevabı beynimiz veriyorsa, akla başka sorular gelmektedir. Bazen, “canım istemiyor” dediğimiz bir şeyi, kısa bir süre sonra isteyebilmekteyiz. Peki, beynimizdeki hangi elektrik akımı veya kimyasal reaksiyonlar değişmiştir ki, bizim cevabımız değişmiştir. Bu karar değişikliği, bilhassa çocuklarda çok daha hızlı olabilmektedir. Gerçekten ağlayan bir çocuk, kendisine söylenen veya gösterilen yeni bir şey karşısında hemen gülmeye başlayabilmektedir. Beynimizdeki elektrik akımının veya kimyasal reaksiyonların tam tersi bir sonuca ulaşacak şekilde ve böylesine bir hızla değişmesi mümkün müdür?
Bilimsel çalışmalar, insanlardaki hücrelerin sürekli yenilendiğini göstermiştir. Önceleri beynin hücrelerinin yenilenmediği şeklinde bir kanaat vardı. Ancak, yapılan araştırmalardan sonra, yenilenme hızı karaciğerden az olsa bile, beynimizin hücrelerinin de yenilendiğini ortaya koymuştur. Bu durumda, cevabımızı değiştirenler, yenilenen hücrelerimiz midir?
Eğer cevabımız, evet ise, yeni bir soru ile karşı karşıya kalırız. Bir insanın bedeninin bütün hücreleri yenilenirken, benliğimiz (yani, olayları algılayabilme kabiliyetimiz, somut veya soyut şeyleri yapmak için niyet etme vasfımız, çevremizdeki canlılarla iletişim kurabilme gibi özelliklerimiz) nasıl aynı kalmaktadır?
Bilindiği gibi hücrelerimizin yenilenmesi aylar ve hattâ yıllar almaktadır. Peki, hücrelerimizin yenilenmesi uzun zaman aldığına göre, bazı ortamlar hakkındaki duygularımız nasıl çok daha sık değişebilmektedir. Canım istemiyor dediğimiz bir şeyi, bir süre sonra ister hale geldiğimiz halde, bir müddet sonra tekrar arzu etmez duruma gelmemizde, hücrelerimizdeki yenilenmenin rolünün olduğunu söylemenin bir mantığı olabilir mi?
Bütün bu sorular ve başka sorular sonrasında, sinir hücrelerimizin veya organlarımızın hücrelerinin, benliğimizi oluşturma veya taşıma özelliğine sahip olmadığını kabul etmek zorundayız. Demek ki, ruhun yapısı, fiziksel bir şey değildir. Fizik ötesi olarak da tanımlanmasının mantıklı bir temeli yoktur.
Ruh konusunda, Yüce Yaradan, bizleri şöyle uyarmaktadır: İsra Suresi 17/85: Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh Rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.”
Diğer yandan Antony Flew’a göre, “bilim, benliği keşfetmez, benlik, bilimi keşfeder”.