HZ ÂDEM PEYGAMBER KONUSU 4
Şimdi de, bazı müfessirlerin tefsirleri hakkında bir başka açıdan irdeleme yapalım. Kehf Suresi 50inci ayette, iblis için, “cinlerdendi” şeklinde tercümeler yapılmaktadır. Bu durum, Bakara 34’te bahsedilen ve şeytanın meleklerden olduğu söylenen ifadelerle çelişki oluşturmaktadır. Kur’an’da bir çelişki olmayacağına göre, konuyu net anlamak için, ayetlerin ilgili kısımlarının Arapçalarına bakalım. Bakara 34: “…kâne minel kâfiriyn”. Ayette iblis için kullanılan bu ifadeler, bazı müfessirlerce “kâfirlerdendi”, bazıları tarafından ise, “kâfirlerden oldu” şeklinde tercüme edilmiş.
“Kâfirlerden oldu” tercümesinin doğru olması, daha kuvvetli ihtimaldir. Çünkü aslında melek olan şeytan, -Yüce Yaradan’ın, Âdem’e esmayı öğretip, Âdem’in, meleklere göre üstün olan yönünü onlara göstermesine rağmen- Allah’ın, “Âdem’e secde edin” emrine itiraz edince, kâfirlerden olmuştur. Diğer itiraz etmeyenler ise, Allah’ı yücelten melek olmaya devam etmişlerdir. Eğer şeytan, eskiden de kâfirlerden idi ise, Yüce Yaradan, şeytanın dinlemeyeceğini bildiği halde, niye “Âdem’e secde et” diye emir versin? Ve niye, ikinci defa emrini dinlemeyen şeytana, insanları vesveseye düşürmesi için, kıyamete kadar izin versin? Kâfirlerden idiyse, onun yeri doğrudan Cehennem olurdu.
Gelelim, Kehf Suresi 50inci ayetteki Arapça ifadeye. Bu ayetin ilgili kısmında “illa iblis, kâne minel cinni” denilmektedir. Görüldüğü gibi, Bakara 34’deki Arapça ifade ile tam olarak aynıdır. Fakat ne hikmetse, tercüme edilirken müfessirlerin büyük çoğunluğu “şeytan, cin’den idi” şeklinde çevrilmiştir. Oysaki bu tercüme de, yukarıdaki anlatıma bakılınca, yanlıştır. Kehf 50 de, Bakara 34’deki gibi tercüme edildiğinde, “şeytan, cin’den oldu” anlamı çıkmaktadır. Tercümedeki bu düzeltme sonucunda, bu iki ayet arasında bir çelişki yoktur. Şeytan, muhtemelen, itiraz ettiği için cinlerden olmuştur, yani cinlere benzemiştir. Kur’an’ın anlatımlarından anlaşıldığı üzere –tıpkı insanlar gibi- cinler de, itirazcı bir yapıya sahiptir. Cinlerde de, insanlar gibi, kötü ve iyi cinler vardır. Dolayısıyla ayette, muhtemelen, itirazcı olma açısından bir benzetme yapılarak, “cin’den oldu” denilmiştir.
Hz. Âdem ile ilgili konumuza tekrar dönersek; gerek Bakara Suresi 36ıncı ayetin, gerekse Araf Suresi 22inci ayetin aktardıklarına göre, şeytan, Âdem ve eşi ile birlikte aşağıya sarkıtılmıyor. Her iki ayette de benzer ifadeler var. Zaten bir önceki makalemizde de, Araf Suresi 18inci ayette, şeytanın, Âdem ve eşinden önce cezalandırıldığını görmüştük.
Bakara Suresi 36: “…Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı…”
Araf Suresi 22: “Böylece onları aldatarak aşağı sarkıttı (önceki mevkilerinden indirdi)…”
Yukarıdaki ayetler ile Araf Suresi 13üncü ve 18inci ayetler birlikte değerlendirildiğinde, şeytan, Âdem ve eşinden daha önce kovulduğuna göre, onları aşağı sarkıttı ifadesinde, sarkmalarına sebep olanın şeytan olduğu, ama aşağıya birlikte sarkıtılmadıkları anlaşılıyor.
Diğer taraftan, Bakara 36ıncı ve Araf Suresi 24üncü ayette geçen “kiminiz kiminize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” sözüyle, Âdem ve eşinden başka insanların da kastedilip kastedilmediğini bilemiyoruz. Ancak, her iki ayette de, “yeryüzünde sizin için belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” sözü, sadece Âdem ve eşi için söylenmiş olamaz. O sırada yeryüzünde yaşamakta olan ve gelecekte yaşayacak bütün insanlar için de ifade edildiği gibi, Âdem ve eşinin soyundan gelecek olanlar için de geçerli olacağı açıktır.
Yukarıda anlamlarını verdiğimiz ayetlerden, aşağıdaki irdelememizde de görüleceği üzere, Âdem ve eşinin yeryüzüne indirilmesinden önce, dünyada başka insanlar olduğu net bir şekilde anlaşılıyor.
Ama şeytanın ceza aldığı dönemde, Cennette, Âdem ve eşinden başka insan olmadığı kanaatindeyiz. Nitekim Araf Suresi 19’da ve Bakara Suresi 35’te: “ve ya âdemüskün ente ve zevcükelcennete…” denilmektedir. Yani “âdem, sen ve eşin, cennette durun…”. Fakat Âdem ve eşi, Yüce Yaradan’ın koyduğu yasağa uymayıp, şeytanın, onların zihinlerinde oluşturduğu vesveseye uyunca, cezalandırıldılar. Araf 24: (Allah) buyurdu: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz gerekmektedir.”. Benzer ifadeler, Bakara 36’da da vardır.
Şimdi, “kiminiz kiminize” derken ne kastedildiğini irdeleyelim. Önce bir durum tespiti yapmaya çalışalım. Âdem ve eşinin yaptığı hatadan dolayı, Yüce Yaradan’ın, başka insanları cezalandırması düşünülemez. Böyle bir uygulama, O’nun zerre kadar sapmayan adalet anlayışına ve Kur’an’da sıkça bahsedilen “her insanın kendisinden sorumlu olduğu” anlayışına uymaz. Zaten, ayetteki ifadeye göre, Cennetten yeryüzüne indirilenler; sadece Âdem ve eşidir. Şeytan ise, daha önce huzurdan kovulmuştur, ama yeryüzünde yaşamaya mahkûm edilmemiştir. Kur’an’da, şeytanın yeryüzüne indiğine dair bir ifade yoktur.
Eğer son inenler sadece Âdem ve eşi ise, neden “kiminiz kiminize düşman olarak inin” denilmektedir. Diğer taraftan Taha Suresi 20/123üncü ayette. “Oradan, hepiniz (cemian) bazınız bazınıza düşman olarak inin. Şayet Benden size bir hidayetçi (doğru yolu gösterici) gelir de her kim hidayetime uyarsa, artık o sapmaz ve bedbaht olmaz.” denilmektedir. Gerek, bu ayetteki “cemian” sözünün ayette ifade edilen hidayetçi gelmesi kavramı birlikte dikkate alındığında ve gerekse, Kur’an’ın, mekân ve zamanlar üstü evrensellik özelliğini göz önüne aldığımızda, burada birkaç hususun bir arada kastedilmiş olması ihtimali kuvvetlidir.
Birincisi, şeytan ve şürekâsı ile geçmiş ve gelecek bütün insanlar arasında sürekli var olacak olan düşmanlık. İkincisi, Âdem ve eşinin yeryüzüne indikleri anda mevcut olan ve gelecekte var olacak bütün insanlardan bazısının bazısına (yani insanın insana) düşman olmaları. Üçüncüsü, yeryüzündeki mevcut insanlar ile Âdem ve eşi arasındaki düşmanlık. Bizce, hepsinin birden kastedilmiş olması daha kuvvetli ihtimaldir.
Bu kadar geniş çaplı düşmanlıklar ortamında, Yüce Yaradan, bizlere rahmetiyle muamele etmek istediği için, bu düşmanlıklardan kurtulmanın yolunu, aynı ayette (Taha 123) belirtiliyor. Yüce Yaradan’ın görevlendirdiği hidayetçiler aracılığıyla gönderdiği hidayet kurallarına uyanlar, yoldan sapmayacaklar ve kurtuluşa erenler olacaklar.
Üzerinde tartışmalar olduğu için irdelememiz gereken bir başka husus daha var. Ayette bahsedilen Cennetin nerede olduğu hususunda, İslâm bilginleri arasında fikir ayrılığı var. Bazıları bahsedilen yerin, yeryüzünde bir alan olduğunu söylüyorlar. Fakat bizim yukarıda bahsedilen ayetlerden anladığımız kadarıyla, bahsedilen Cennet’in yeryüzünde olduğunu düşündürecek herhangi bir ipucu yok. Cennetin nerede olduğunu açıklayan bir ayet de yok.
Yüce Yaradan’ın, Âdem’i yeryüzündeki cennet gibi bir bölgeye değil, Kur’an’da insanları kabul edeceğini bahsettiği Cennete yerleştirmiş olması daha mantıklı. Tanrı, belki de, Âdem’e bazı şeyleri öğretmenin dışında, insanlara bahşedeceği nimetleri görmesi ve –eğer hata yaparsa- hata yapmanın bedelini bizzat yaşayarak anlaması için, onu ve eşini Cennete yerleştirmiştir. Yaptıkları hatadan dolayı Âdem ve eşini yeryüzüne göndermiş, ama Allah’ın onlara öğrettikleriyle tövbe etmeleri sonucunda affederek, dünya hayatına günahsız başlamalarını sağlamıştır. Dolayısıyla, yeryüzünde her yeni doğan insanın da hayata günahsız başlayacağını, vurgulamıştır.
Diğer taraftan, ceza alarak yeryüzüne inen Âdem ve eşi, Cennette iken yaşadıkları ve öğrendikleri sayesinde deneysel bir şekilde, inançlarını pekiştirmişlerdir. Böylece, dünyada yaşamakta olan diğer insanlara, sadece Yüce Yaradan’dan öğrendiklerini değil, yaşayarak elde ettikleri tecrübelerini de daha güzel aktarabilmişlerdir. Bu sayede, yeryüzünde var olan insanları ıslah etmek için daha bir donanımlı hale geldiklerinden, daha faydalı olma ihtimalleri artmıştır.
Eğer Âdem ve eşi, Yüce Yaradan’ın, ağaca yaklaşmama ikazını dinlemiş olsalardı, Araf 19’daki “Cennete yerleşin” ifadesi gereği, Cennette kalırlardı. Böyle bir durumda Allah, yeryüzündeki insanları ıslah etmek ve onları şeytanın kandırmalarına karşı koruyabilmek için başka bir yöntem uygulardı. Eğer, Âdem ve eşi, hatalarını anlayıp, Yüce Yaradan’dan af dilemeselerdi, muhtemelen, Allah onlara cezalandırır ve görev vermeyip, doğru yolu gösterecek başka birisini görevlendirirdi.
Yüce Yaradan, Âdemin hikâyesini bizlere de aktararak, bizim de, tövbe edip yaptığımız hatalardan kurtulursak, bizim de affedilebileceğimizi vurguluyor. Eğer, gönderilen hidayetçiye uyarsak, Âdem ve eşinin bir süreliğine yaşadığı ve bu dünyadaki ölümlerinden sonra tekrar gittikleri Cennete bizim de girerek, orada ebedi yaşayabileceğimizi göstermiştir. Eğer Yüce Yaradan’ın amacı, bizim yukarıda düşündüğümüz gibi çok yönlü olmayıp, sadece, Âdem’e bazı bilgileri öğretmek olsaydı, her yerde ve her şekilde öğretebilirdi. Nitekim bütün peygamberlerine de, çeşitli yollarla, bilmedikleri bilgileri öğretmiştir. Dolayısıyla, Âdem ve eşinin Cennette ikamet edilmesinin hikmeti çok yönlüdür.
İrdelediğimiz konumuzla dolaylı olarak bağlantılı olan bir başka ayet, Ali İmran Suresi 33üncü ayettir. Ayet: “Şüphesiz Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu (seçerek) âlemler üzerine üstün kıldı.”
Ayetteki ifadeye göre Âdem, Nuh, İbrahim ailesi ve İmran ailesi, insanların içerisinden Yüce Yaradan tarafından seçilmişler ve âlemlere üstün kılınmışlar. Takdir edileceği gibi, bir seçimin yapılabilmesi veya diğerlerine üstün kılınabilmesi için, başkalarının ve dolayısıyla seçeneklerin olması gerekir. Nuh’un, İbrahim ve ailesinin, İmran ve ailesinin, çok fazla sayıda insanın arasından seçildiğine kimsenin şüphesi yok. Ama sıra Âdem’in seçilmesine gelince, hangi mantıkla itiraz edeceğiz? Eğer Âdem, ilk insan olsaydı, bu ayetin içerisinde ismi geçmemesi gerekirdi. Demek ki, Yüce Yaradan, Âdem’i de birçok insanın arasından seçip âlemlere üstün kılmış. Bu iki güzel insanı, o dönemde mevcut olan kimselerin içerisinden seçerek, Cennetine yerleştirmiş. Ama onlar da hata yapınca, yanlış yapan herkese uyguladığı cezalandırmayı, seçtiği bu insanlara da tatbik etmiştir. Bu da gösteriyor ki, Yüce Yaradan’ın huzurunda her insan eşittir. Kimse ben seçilmişim diyerek, “hata yapsam bile affedilirim” diye düşünemez..
Ayetleri, kullanılan kelimelerin anlamlarında titizlenerek ve Kur’an’ın bütününde vurgulanmak istenen ahlâk, fazilet ve adalet anlayışları ışığında değerlendirdiğimde, şu kanaate vardım. Hz. Âdem, ilk insan değil. O ve eşinden önce, Yüce Yaradan, yeryüzünde, başka kimseleri hem de kavimler halinde yaratmış. Onlara beşer statüsü vermiş. Ama meleklere secde ettirilmeyi hak eden ilk insan ve ilk peygamber, Hz. Âdem’dir. Dolayısıyla, Âdem, insanların biyolojik atası değil, ilk peygamber olması nedeniyle, manevi atasıdır.
Âdem ve eşinin Cennette bir süre kalmaları, insanlık için faydalı olmuştur. Cennette uygulamalı eğitim görürken yaptıkları hatadan sonra yeryüzüne gönderilmeleri, bu hatalarını anlayarak af dilemeleri sonucu affedilmeleri, mevcut ve gelecekteki insanlık için güzelliklere vesile olmuştur. Böylece, daha önce yaratılmış olan ve fesat çıkarıp kan döken insanları, Allah’ın yardımıyla ve Cennetteki yaşantılarında sahip oldukları deneysel tecrübelerle ıslah edip, onların da bir kısmının Cennete girmelerine aracı olmuşlardır.
Diğer taraftan Yüce Yaradan, Âdem ve eşine yaptığı bu uygulamalarıyla, Cennette kalmanın bir bedelinin olması gerektiğini, geçmiş ve gelecekteki bütün insanlara göstermiştir. Bedeli ödenmeyen nimetlerin değerinin anlaşılamayacağını ve özgür bırakılmamızın bir karşılığının olması gerektiğini, bu örnekle zihnimize kazımıştır Böylelikle, imtihan sisteminin, adaleti temin için gerekliliğinin anlaşılmasını sağlamıştır.
Hz. Âdem Peygamber konusundaki düşüncelerim, Kur’an ayetlerinden benim anladıklarımdır. Gerçeği, sadece ve sadece Allah bilir.
Taha Suresi 49: Firavun: “Ey Musa! Sizin Rabbiniz kimdir?” dedi.
50: Musa: “Bizim Rabbimiz her şeye şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir.” dedi.
51: “(Firavun) dedi ki, peki, ilk nesillerin hali ne olacak?”
52: Musa dedi ki: “Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim yanlış yapmaz ve unutmaz.”
Yukarıdaki ayette ifade edildiği gibi, ilk nesillerin bilgisi, Yüce Yaradan’ın yanındadır.