HUKUK KAVRAMI ÜZERİNE
Üzerinde en çok fikir yürütülen konulardan irisi hukuktur. Biz de konuya bazı açılardan bakarak kendimizce irdelemeye çalışacağız.
Güçlülerin hukuka ihtiyaçları pek yoktur. Uygulayacağımız hukuk, öncelikle güçsüzün hakkını korumalıdır. Bu sebeple hukukun amaçlarından biri, güçsüzün hakkını güçlülere karşı korumak olmalıdır.
Bazı durumlarda güçsüzler aralarında birleşerek, güçlülere karşı mücadele verirler. Bu mücadelelerin bazısında üçsüzler, güçlüleri alt ederek, iktidara kendileri sahip olabilirler. Güçsüzlerin, iktidarı ele geçirmeden önceki düşünceleri, ülke yönetiminde kendilerinin de hakları olduğu şeklindedir. Mücadeleye girişmelerinin temel sebebi de, bu anlayışları olmuştur. Fakat iktidarı ele geçirdikten bir süre sonra, makamlara alışırlar. Bu alışmalarının sonunda, kendilerinin mevcut pozisyonlarını, gerçekleri yansıtan geçerli bir hal olarak görmeye başlarlar.
İktidarın makamlarına alışan güçsüzler, konumlarını bir hak olarak gördüklerinde, artık onlar, yerlerini aldıkları eski güçsüzlerle aynı yapıda insana dönüşürler. Diğer insanlara, tıpkı eski güçlüler gibi, zorbalık yapmaya başlarlar. Eski güçsüzlerin bu davranışları da, hukuksuzluktur. Çünkü onlar artık, güçlü hale gelmişler ve makamlarını kendilerinin hakkı olarak düşünmeye başlamışlardır.
Komünist ülkelerde görülen proletarya (işçi) iktidarı, bu durumun güzel bir örneğidir. Komünizmin bazı fikir önderleri, iktidarlarını dikta şeklinde tanımlayacak düşünce geliştirmişlerdir. Örneğin, Lenin’e göre işçi iktidarı, yasal sınırı olmayan ve şiddete dayanan bir iktidardır. Bu söz, insana garip gelebilir. Marksistlerin fikri savunmalarına ters olarak algılanabilir. Ama Lenin, rasyonel bir düşünce geliştirmiştir. Kendisi gibi yöneticilerin, dikta rejimi kurabilmelerinin yolunu açmaya çalışmıştır. Çünkü yapılan büyük mücadelelerin sonunda, iktidara işçiler gelmemiştir. İşçileri temsil iddiasında olan, Lenin’in kendisi gibi elit bir yönetici gurubu yönetimi devralmıştır. Siyasilerden ve bürokratlardan oluşan bu guruplar, elbette işçilerin değil, kendi geleceklerini sağlama alacak çalışmalar yapacaklardır.
Güçlülerin hukuka ihtiyaçları yoktur dedik. Bu durum, denk kuvvetler için geçerli değildir. Güçlülerin, güçsüzlere olan sorunları için geçerlidir. 1492 keşifleri sonrasında, yeni keşfedilen yerlerde yaşananlar, güçlülerin, güçsüzlere karşı hukuka ihtiyaçları olmadığının en net örneğidir.
Marksizm, hukuku, hâkim sınıfın iradesinin yasaya dönüştürülmüş hali olarak tanımlar. Hukukun tanımını böyle görürsek, 1492 keşifleri sonrasında yapılanlar da, komünist ülkelerde yaşananlar da, zulüm değil, hukukun uygulanışıdır. Yani, eğer hukuk, hâkim sınıfın iradesi ise, 1492den sonra vahşice davrananlar, komünist iktidarlara göre, daha çok haklı görülmelidirler. Çünkü yeni keşfedilen yerlere giden Avrupalılar, gittikleri yerlerdeki yerlilere göre –kendilerince- daha medeniydiler. Yerlileri de, medenileştirmeye çalıştıklarını söylemekteydiler.
Hâlbuki bir başka açıdan bakıldığında hukuk, bir sınır belirleme işlemidir. Eğer bir yerde, kanunlar konulmuş ve hukuk oluşturulmuşsa, orada muktedir gücün sınırları çizilmiş demektir. Bilinen ilk kanunlardan olan Hammurabi kanunları da, hâkim sınıfın gücüne sınır getirmekte idi. Antik Helen ve Roma, aslında köle sahiplerinin devletleriydi. Köle sahibi kişilerin yönettiği bu devletler de bile, hukuk, muktedirlerin gücünü sınırlamaya yönelikti.
Konuya bu açıdan bakıldığında, Marks’ın tanımı yanlıştır. Onun tanımı, sadece bazı kötü uygulamaların görüldüğü mevcut durumun şikâyeti olarak değerlendirilebilir.
Bir başka bakış açısıyla, hukukun, iki yönü vardır. Birincisi, menfaat ve siyaset yönüdür. İkinci yönü ise, ahlâki tarafıdır. Ahlâki yönü olmayan hukuk, hukuk olmaktan çıkacağı gibi, sadece ahlâki yönü olan hukuk da, hukuk olmaktan çıkar. Bu fikrimizi destekleyecek çok sayıda örnek vermek mümkündür. Ancak biz, okuyucularımızın bu örneklerin çoğunu yaşayarak kavradıklarına inandığımız için, örnek vermeyeceğiz.
Hukukun, bu iki yönünü birlikte düşündüğümüzde, materyalizmin tek başına oluşturacağı hukukun, sadece menfaat hukuku olacağı açıktır. Materyalizmin oluşturacağı menfaat hukukunun da, güçsüzleri koruyacağını iddia etmek güçtür. Diğer taraftan, salt din anlayışı ile oluşturulacak hukuk da, sakıncalı olacaktır. Hukukun asıl amacı, adaleti oluşturmaktır. Sadece sevgi ve hizmet esasına dayalı olarak oluşturulacak hukukun, her zaman adaleti sağlayacağını iddia etmek mümkün değildir.
İslâm’ın hukuka bakışıyla ilgili olarak yapılan eleştirilerin başında, İslâm’daki kısas yetkisi gelmektedir. Taraflardan biri, diğer tarafın haklarını ihlâl ettiyse, İslâm, hakkı yenilen guruba veya kişiye, karşı tarafa aynı şekilde cevap verme hakkını vermektedir. Bu açıdan bakılınca, İslâmi hukukun sadece menfaat yönünün olduğu kanaatine varılır. Ancak aşağıdaki ayetler, İslâm’ın konuya bakışının farklı bir yönü daha olduğunu göstermektedir.
Bakara Suresi 2.178: “Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun arkasından yine saldırırsa, artık ona acı veren bir azap vardır.”
Maide 45: “Biz Tevrat’ta onlara, cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas (ödeşme) yazdık. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendi günahlarına kefaret olur. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”
Yukarıda verdiğimiz iki ayet, benzer fikirleri ifade etmektedir. İlkinde, Hz. Muhammed’in ümmeti olan Müslümanlara hitap edilmektedir. İkincisinde ise, Hz. Musa’nın ümmeti olan Müslümanlara hitap edilmektedir. Demek ki, Allah’ın gönderdiği bütün peygamberler, aynı şeylerden bahsetmiştir. Hepsinin getirdiklerinin başlangıcı, ilâhidir.
Yukarıdaki ayetlerde, insanlara verilen kısas yetkisine rağmen, affetmeleri tavsiyesi de yapılmıştır. Eğer bu tavsiyeye uyulursa, hukukun, toplumsal fayda tarafı öne çıkmış olacaktır. Demek ki, kısas konusunda bile İslâm hukuku, hukukun hem menfaat, hem de ahlâki yönünü dikkate almıştır.
İslâm, yedi yaş ile ergenlik yaşı arasındakileri de suça karşı korumaya çalışmıştır. Aynı zamanda bu çocukları terbiye etme yoluna gitmiştir. Böylece günümüzdeki sosyal koruma sistemine benzer bir hukuk oluşturarak, güçsüzleri hem korumaya hem de eğitmeye uğraşmıştır. Gerek, Nisa Suresindeki, yetimlere karşı davranışlarla ilgili ayetler ve gerekse, çocukların haklarıyla ilgili ayetlerin amaçlarından birisi, çocukların suça karşı korunması ve yetiştirilmesidir.
Hukuku uygulayacak olanlar, genel anlamda, güçlülerdir. Güçlüler, hukuku kendi menfaatlerine göre bozmamak için, kendilerine şu soruyu sormalı ve toplumda kabul görecek bir cevap bulmalıdırlar. “Benim güçlü olmamın amacı ne?”