İSLÂM’A GÖRE HALK, ALLAH’IN YÖNETİCİLERE BİR EMANETİDİR
Son peygamber Hz. Muhammed ve sahabeden Hz. Ebubekir, Hz. Osman gibi insanlar servetlerini fakir Müslümanlara paylaştırarak bitirdiler. Seçimle gelen dört halifeden sonra iktidar olan Emeviler, bu anlayışa itibar etmedikleri için, dönemlerine göre çabuk yıkıldılar. Hem de bir daha doğrulmamacasına tepetaklak oldular.
İslâm’ın bu anlayışına devlet olarak uyanların başında Selçuklu ve Osmanlı Türkleri gelir. Selçuklular, uzun süren Haçlı Seferlerine rağmen, Jean Paul Roux’nun vakayinamelere dayanarak verdiği bilgilere göre, 1200’lü yıllarda Moğol istilasından önce Anadolu’yu son derece bayındır hale getirdiler. Dönemlerinin dünyanın en zengin bölgesi yaptılar. Anadoluyu kervansaraylarla donattılar. İç ve dış ticareti geliştirdiler.
Selçuklular, toprağın kişinin özel mülkü olmasına sıcak bakmadılar. Toprak bölünemezdi ve sahibi devletti. Böylece tarım çok gelişti. Tarımın gelişmesi zanaatları tetikledi. Zanaatlar, ticareti geliştirdi. Selçuklulardan önce birinci önemde olan hayvancılık, etki açısından zanaatların da gerisine düştü. Dolayısıyla zenginlik halk arasında paylaşıldı.
Osmanlı Devletindeki uygulama biraz daha farklı oldu. Onlar da, halkın ihtiyaçlarını rahatça karşılayabilmesi için çabaladılar. Ancak Osmanlılar, güçlendikleri 16ıncı yüzyıldan itibaren farklı bir uygulama daha yaptılar. İthalatı adeta teşvik ettiler. İhracatı ise denetime tabi tuttular.
İhracattaki bazı kalemlerin yasaklanması zaman zaman Avrupalı devletlerde de görüldü. Ancak bu yasaklar sadece ülkede kıtlık olduğu dönemlerde uygulandı. Bu uygulamalar da yalnızca gıda maddelerini kapsadı. Hâlbuki Osmanlılarda gıda, hammadde, mamul madde ayrımı yapmadan bütün malların ihracatı yasaklandı. Bu uygulamalar 16ıncı yüzyıldan itibaren en az üç asır devam etti. Yani uygulama sürekliydi.
Dolayısıyla Avrupa ülkelerinde kısa dönemlerde bazı mallar üzerinde görülen bu uygulama, onların ekonomik anlayışlarının, halkın ihtiyaçlarını kolayca karşılamalarını esas aldığını göstermez. Osmanlı Türklerindeki uygulamaların kapsam genişliği ve devamlılık, bu anlayışın hayata yansımasıdır.
Nitekim Osmanlılar kanunlarını ve kurumlarını, ithalat ve ihracattaki bu anlayış doğrultusunda oluşturmuşlardır. 16ıncı yüzyılda verilmeye başlanan meşhur kapitülasyonların sebebinin temelinde, halkın ihtiyacını rahatça karşılama anlayışı vardır.
Toprakların devlet malı sayılıp, ekip biçenlere verilmesi, üç yıl üst üste ekmeyenlerin elinden alınması uygulamasının da sebebi bu anlayıştır. Bilindiği gibi, o dönemlerde tarım teknolojisi hiç gelişmemişti. Dolayısıyla verim artışını sağlayarak halkın ihtiyaçlarının karşılanması bu yöntemle sağlanabiliyordu.
Elbette, toprakların dağıtımı yapılırken orduya asker temini ve askerlerin ihtiyaçları da dikkate alınıyordu. Ancak bu uygulama bazı yazarların iddia ettikleri gibi, halkın susturulması amacıyla yapılmamıştır. Zaten böyle bir şeye ihtiyaç yoktur. Bilindiği gibi, Türklerin önemli özelliklerinden birisi, üste karşı kesin itaattir. Dolayısıyla halkın, kendi başına başkaldırması Türklerde pek görülmez. Osmanlıda görülen Celali İsyanlarının sebepleri farklıdır.
Bir diğer özellik de, çevresindekilere hizmet arzusudur. Bu özellik halk arasındaki dayanışmayı en üst seviyeye taşımıştır. İnsanların birbirleriyle yardımlaşması halkın ihtiyaçlarını karşılamasında etkili olmuştur.
Diğer taraftan gerek toprak, gerekse ithalat ve ihracat konusundaki bu uygulamaların, sarayı ve devlet yöneticilerini rahatlattığı da doğrudur. Fakat onların rahatlamalarına dayanarak, ekonomideki uygulamalarının kendilerini korumak için amacıyla yapıldığı iddia edilemez. Böyle bir iddiada bulunabilmek için bu uygulamanın zamanla ve devlet güçsüzleştikçe değişmesi gerekirdi.
Ayrıca ithalatın yerli üreticileri zorladığı ve işyerlerinin kapanmalarına sebep olduğu dönemler çok olmuştur. Meselâ çini üreticileri, devletin güçlü olduğu 16ıncı yüzyılın sonlarında Çin’den gelen ucuz çinilerle rekabet edememişler ve atölyelerin çoğu kapanmıştır. Eğer sarayın ilk hedefi kendilerini korumak olsaydı, halkın önderi sayılan zanaatkârların sarayın aleyhine olmalarına izin vermez, çini ithalatını yasaklardı.
Osmanlı Türklerinin yaptıkları bu uygulamalar, o devrin anlayışı çerçevesinde sosyal devlet, diğer bir deyimle halkla bütünleşmiş meşru bir devlet olma gayretleri olarak değerlendirilebilir. Nitekim Osmanlılar kendi devletlerine “Devlet-i Aliye-i Ebed Müddet” derlerdi. İşte bizim vurgulamaya çalıştığımız anlayışlar, devletin adının içerisinde gizlidir. Osmanlıların bu anlayışlarını destekleyen diğer uygulamalar hakkında, bu sitede yayınladığımız çeşitli yazılarımızda bilgiler vermiştik.
Bütün bu bilgiler incelendiğinde, Osmanlılara, Batılı anlamda ‘Osmanlı İmparatorluğu’ demenin yanlış olduğu anlaşılır. Osmanlılardaki halka hizmet anlayışını, Göktürklerin Orhun anıtlarında da görmek mümkündür.
Günümüzde, “halkın yöneticilere Allah’ın bir emaneti” olduğu anlayışına ihtiyaç giderek artmaktadır. Hem yöneticilerin hem halkın huzuru ve mutluluğunun, bu anlayışın uygulanmasıyla artacağı açıktır.