BİYOLOJİK SİSTEMLER VE TANRI ÜZERİNE

BİYOLOJİK SİSTEMLER VE TANRI ÜZERİNE

 

Bu sitede yayınladığımız yazıların bir kısmında Tanrı’nın varlığını ve kaç tanrı olduğu hususlarını sorgulamaya çalıştık. Bu yöndeki makalelerimizin bazılarının başlıkları şöyleydi:

“Aklımıza Takılan Sorular”,

“Evrenin Açıklanamayan Ortamları Üzerine”,

“Tanrı’nın Varlığına Veya Yokluğuna Kendimiz Karar Verelim”

“Kaç Tanrı Olabilir?”

Bu yazımızda ise konuya daha çok biyolojik sistemler üzerinden yaklaşmaya çalışacağız.

Bizlerin yaptığımız yani insan yapısı olan sistemlerde, sadece fizik ve kimya yasaları geçerlidir. Belki de bu nedenle insanı inceleyen birçok bilim insanı, insanın da sadece fizik ve kimya yasalarına bağlı bir sistem olarak şekillendiğini düşünmektedir. Nitekim insanların yakalandığı hastalıkların tedavilerinde ve ilaçların oluşturulmasında bu yasalar dikkate alınmaktadır.

Hâlbuki bazı bilim insanlarının, insanlar üzerinde yaptıkları deneyler ve uygulamalar, insanların üzerinde etkili olan başka bazı sistemlerin varlığını gözler önüne sermektedir.

Bu çalışmalardan plasebo olarak adlandırılan uygulamayı çoğu okuyucumuz bilmektedir. Bu uygulamada, hekim, hastasına çok etkili bir ilaç vereceğini söyler. Bu ilacı ne zaman ve ne kadar kullanacağını anlatır. Ama verdiği, ilaç değildir. Belki de nişastalı bir karışımdır. Doktorun verdiği yalancı ilacı kullanan kişilerin birçoğunun fizyolojik ve biyokimyasal bulgularının düzeldiği gözlemlenmiştir. Bilhassa astım, mide ülseri, zona gibi hastalıklarda hiçbir ilaç özelliği olmayan ama hekimin verdiği yalancı ilaçları kullananların %66’sında iyileşme görülmüştür. Diğer birçok hastalıklarda da, yalancı ilaçları kullanan hastalarda farklı oranlarda düzelmeler tespit edilmiştir.

Bu konularda bilgi veren Prof. Dr. Hekim Mustafa Çetiner, plasebonun nasıl etkili olduğunun cevabının henüz bilinmediğini söyler.

İnsanı sadece fiziksel ve kimyasal bileşimlerden ibaret gören tıp dünyası, plasebonun nasıl tesirli olduğunun cevabını bulamazken, 1990’lı yıllarda bir de nosebo diye yeni bir yöntem ortaya çıktı.

Plaseboda, başı şiddetli bir şekilde ağrıyan insana, kırmızı kapsüllerin içerisine nişastayı doldurup, bu etkili bir ilaçtır denildiğinde, hastanın baş ağrısının geçtiğini görmekteyiz. Ancak içi nişasta dolu kapsülleri hastaya verirken, “bu çok etkili bir ilaçtır, ama hastaların bazısında şiddetli mide ağrısı yapıyor” denildiğinde, eğer hasta şiddetli mide ağrısı hissederse, bu olaya nosebo denilmektedir.

Her alanda, yapılan plasebo ilaçların verildiği hastaların %4-26’sında, nosebo etkisiyle ilacı bıraktıkları görülmüştür. Yani nişastayı etkili ilaç diye içen hastalar, iyileşme başladı ama ilacın yan etkileri oldu, midem çok ağrıdı diyerek, aslında nişasta olan ilacı kesmektedirler.

Yukarıda verilen oranlar, maddeten kalkınmış, vatandaşı mantıklı düşünen ülkelerde yapılan araştırmaların sonuçlarıdır. Aynı araştırmanın maddeten kalkınmasını sağlayamamış ülkelerde yapılması durumunda, yalancı ilaçlar sayesinde iyileşenlerin ve hattâ yan etkisi oldu diyerek ilacı bırakanların oranının çok daha yüksek olması ihtimali kuvvetlidir.

Plasebonun sebebini bilemeyen tıp bilginlerinin, insanın yapısında sadece fizik ve kimya yasalarının geçerli olduğunu varsaydıkları sürece, nosebonun cevabını bulacakları beklenmemelidir.

Aşağıda vereceğimiz bilgilerin bir kısmı, Prof. Dr. Biyolog Turan Güven’in kitabından alınmıştır. Güven’e göre, insanlarda biyoloji ve ruhani yasalar da geçerlidir. Eğer, tıp bilginleri bu yasaların da geçerli olabileceğini düşünerek araştırmalarını yapsalardı, plasebo ve nosebo konusunda mantıklı bir cevaba ulaşmaları ihtimali artardı.

Bilindiği üzere, biyoloji yasaları hayvanlarda da geçerlidir. Örneğin bukalemun, bulunduğu ortamın rengini algılar. Algılamasına göre vücudunun rengini çevreye uyarlayarak kendisini kamufle eder. Burada bazı sorular akla gelmektedir. Canlı organizmalar olan biyolojik sistemlere sahip bukalemunun bu özelliğini, Darwin’in iddia ettiği gibi, sonradan, yani zaman içerisinde kazanması mümkün müdür? Ayrıca insan yapısı bir üretimde, bukalemununki gibi biyolojik bir sistem oluşturmak mümkün müdür?

Bilhassa memeli hayvanlarda, ruhani -başka bir anlatımla- duygusal özellikler de görülmektedir. Bunların bazıları şöyledir: Yavru sahibi olan annelerdeki annelik duygularıdır. Birbirlerini incitmeden kurallar dâhilinde oynayan yavrulardır. Göçler sırasında aralarındaki yaşlıları ve yavruları korumaya çalışma gayretleridir. Verdiğimiz bu örneklerden çok daha ilginç hususlar, hayvanlarla ilgili olarak yapılan belgesellerde karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla memeli hayvanlarda duygusal yani ruhani yapı vardır.

Canlı organizmaların sahip oldukları biyolojik sistemin özelliklerinden birisi, organizmanın, kendisinin benzerini üretmesidir. Hâlbuki insan yapısı bir sistemin kendisinin benzerini üretmesi mümkün müdür?

Yeryüzündeki canlı türlerinin hiçbirinin birbirinin kopyası olmadıklarını biliyoruz. Hattâ aynı türe ait canlıları da birey olarak değerlendirdiğimizde, farklı özelliklere sahip olduklarını görmekteyiz. Bilindiği gibi, hiçbir insanın parmak izi diğerine benzemez.

Biyolojik sistemlerin işleyişine baktığımızda, mükemmel bir ekonomi olduğunu görmekteyiz. Sistemin çalışmasında israf görülmez. Aksine, bir tasarruf görülür. Biyolojik sistemin işleyişindeki bu tasarruf ekonomisi, sadece madde açısından değil, enerji ve zaman açısından da geçerlidir.

Bilim insanlarının aktardıklarına göre, vücudumuzda her an yüzlerce hücre ölürken, yüzlercesi yeniden yapılmaktadır. Bir hücrenin ölümüyle madde ve enerji kaybı oluşur. Ama yeni bir hücrenin yapılabilmesi için, yeni bir maddeye, yeni bir enerjiye ve zamana ihtiyaç vardır. Bilim insanlarına göre, hücrelerin ölümü ve yeniden yapılanması sayesinde sistem ayakta kalmaktadır.

Biz insanlar olarak tek hücreyi kopyalamayı başardık. Buna rağmen çok hücreyi kopyalama ihtimalimiz çok düşüktür. Diyelim ki çok hücreyi de kopyalamayı başardık. Peki, kopyaladığımız varlığın duygusal yapısını nasıl oluşturup yöneteceğiz? Bilindiği gibi, gözle görülmesi mümkün olmayan bir hücre, kendi başına, bilgi depolama, işleme ve kopyalama sistemi olarak görev yapmaktadır.

Bu sebeple elimizde gerekli madde, enerji ve zaman olsa bile, sıfırdan başlayarak bir tek hücreyi bile yapma ihtimalimiz yok. Çünkü yapacağımız bir hücreye böylesine bilgi depolama, işleme ve kopyalama sistemi kurmamız imkânsızdır. Yapacağımız bu hücrenin kendisine bu bilgileri yüklesek bile, bu hücrenin kendisindeki bilgileri, kendisinin yaptığı hücrelere vermesini sağlamamız mümkün görünmüyor. Yani canlının vücudundaki bütün hücreleri belirli bir amaca yönelik hale getirmek imkânsızdır. Biyologlar, henüz hücreler hakkında “bir şey, nasıl belirli bir amaca yönelik olabilir” sorusunu sorarak cevap bulmamışken, yukarıda bahsettiğimiz şekilde bilgi işleme merkezine sahip “bilge hücre” yapmaları düşünülemez. Biyologların, hücredeki bilgi işleme merkezinin nasıl var olduğunu anlama yönünde gayretleri yokken, sıfırdan yapmak istedikleri bir hücreye bilgi işleme merkezini yerleştirebilmeleri mümkün müdür?

Yeryüzündeki biyolojik sistemlerin sadece gezegenimizle değil, evrenin bütünüyle uyum içerisinde olması gerekmektedir. Çünkü bilim insanlarının ifadelerine göre, evrendeki her şey, en küçük parçacıktan en büyük galaksiye kadar hareket halindeler. Dolayısıyla var olan böylesine muazzam bir hareketlilik içerisinde, bu sistemle uyumlu olmayan hiçbir şey ayakta kalmaz. Bu nedenle, böylesine muazzam, böylesine uyumlu ve hareketli sistemin kurucusunun biz insanlara göre muazzam bir akla sahip olması gerekmektedir.

Biyologlar, hayat denilen olguyu, anlamak şöyle dursun, henüz tam olarak tanımlayamadılar bile. Hayatı tanımlayamamışken, bilgi işleme merkezine sahip olan ve bu yapısını yeni hücrelere aktarabilen bir hücreyi sıfırdan yapmayı hayal bile edemezken, ölümü önlememiz düşünülemez.

Yukarıda çok kısa olarak aktardığımız hususlar, bizi düşünmeye sevk etmektedir. Düşünmemiz, bizde var olan yazılım ve donanım sistemi sayesinde mümkün olmaktadır. Sahip olduğumuz bu yazılım ve donanım, yeryüzündeki ve evrenin bize yakın bölümündeki olayları ve işleyişleri anlamamız için yeterli gibi görünmektedir. Ama nasıl işledikleri hakkında bilgi sahibi olmaya çalıştığımız sistemleri, kendimizin sıfırdan tasarlayarak yaratmamız mümkün değildir. Çünkü böyle bir yaratma işlemi için, bizdeki yazılım ve donanımın sınırları yetersizdir. Çünkü sahip olduğumuz yazılımı ve donanımı, biz, bilerek ve isteyerek yapmadığımız gibi, kendi gayretimizle oluşmamıştır. Yazılım ve donanımımız, bizden önce var olan ve üreme kabiliyeti olan bir hücre tarafından bize aktarılmıştır. Bizim sahip olduğumuz hücrelerimizin de, üretim kabiliyetleri vardır ve bizden sonrasına bu bilgiler aktarılacaktır.

Dolayısıyla, bizdeki yazılım ve donanım, tesadüfen oluşmamıştır. Eğer tesadüfen oluştu diyorsak, milyonlarca yıl tesadüflerin oluşmasını beklesek bile, sıfırdan bir hücre yapacak yazılım ve donanıma sahip olmamız ihtimali sıfıra yakındır. Bu ihtimal sıfıra yakın iken, en küçük hücresinden en büyük galaksisine kadar hareket halinde olan bir evreni oluşturma ihtimalimiz ise, sıfırdır.

Dolayısıyla, insanlarda mevcut olan yazılım ve donanımı, bize veren gücün sahip olduğu muazzam aklın benzerine ulaşabilme ihtimalimiz sıfırdır.

Vücudumuzdaki, sayıları trilyonlara varan hücrelerin birisini bile yapamıyoruz. Bedenimizdeki küçük bir uzuv olan pankreasın görevini tam anlamıyla yapacak bir fabrika bile kurmakta zorlanıyoruz.

Yapmamız mümkün olmayan bütün bunları gelmiş geçmiş milyarlarca insana veren, milyarlarca insanın parmak izlerini birbirinden farklı yapan bir Tanrı’nın varlığını kabul etmemek hiçbir anlam taşımamaktadır.

Henüz bir hücreyi ve bir insanı yapamazken, biyosferdeki birkaç milyon türün sergilediği biyolojik çeşitliliği düşündüğümüzde, Tanrı yoktur demek, abesle iştigal etmek anlamındadır.

Kopyaladığımız bir hücreye duygusal boyut veremezken, Tanrı yoktur dememizin anlaşılır bir tarafı yoktur.

İnsanı, fizyolojik ve biyokimyasal sistemler olarak görüp, yalancı ilaçla iyileşen plasebo ve noresebo ortamları hakkında fikir yürütemeyen kişilerin, Tanrı yoktur demesi, aklın almayacağı bir reddiyedir.

Yukarıda aktardığımız gerçekleri gören ve sorgulayan bilim insanlarının, Yüce Yaradan’ın varlığını kavramaları daha kolaydır. Âlimlerin, mikroskopla bile zor görülen hücreden muazzam büyüklükteki kâinata kadar işleyişin mükemmelliğini kavradıkça, tek olan Tanrı’ya, günlük geçiminin peşinde olan insanlardan çok daha fazla saygı duymaları beklenir. Nitekim Kur’an bu hususu açık bir şekilde şöyle ifade eder:

Fatır Suresi 35/28: “…Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar…”

Bu yazı YAŞAM kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.