OSMANLI TÜRKLERİNE KARŞI CASUSLUK YÖNTEMLERİ
Hemen her ülke, kendisi için önemli gördüğü memleketlerde casusluk faaliyetleri yapar. Türkler de, başka devletlere casuslar yollamışlardır. Bu gerçeğe rağmen bizim sadece Türklere uygulanan casusluk yöntemlerini ele almamızın bazı sebepleri var.
Birincisi, Türkler dünyada en geniş bölgelere yayılmış tek millettir. Dolayısıyla keşifler öncesi dünyada, Afrika’nın orta ve güney bölgesi hariç, çatışmadığı halk yok gibidir. İzlanda’ya bile gitmişlerdir. Bu nedenle, Türklerden endişe duyan devletlerin sayısı, diğer milletlere duyulana göre daha fazladır.
İkincisi, Türkler tarihin en eski birkaç milletinden birisidir. Bu uzun sürede birçok millet tarih sahnesinden çekilirken, Türkler, çok geniş coğrafyalarda yaşamalarına rağmen ayakta kalabilmişlerdir. Bunun sebebinin araştırılmasının yapılması ihtiyacının duyulması normaldir. Kimileri, örnek alınacak bir şeyler bulabilmek için, kimileri de, çekememezlik duygusuyla ve onları da tarihten silmenin yollarını bulmak için araştırmıştır.
Üçüncüsü, Türkler en çok devlet kurmuş ve egemenlikleri altında çok farklı halkları bir arada bulundurmuş bir millettir. Çok farklı insanları bir arada yaşatabilmek için, hoşgörülü olmuşlardır. Mazlumların ve mağdurların koruyuculuğunu yapmışlardır. Bunu yaparken kendilerinin zarar görmelerini önemsememişlerdir. İnsanları mağdur eden ve mazlumları ezen zalimlere karşı, ellerinden geldiğince mücadele etmişlerdir. Dolayısıyla, zayıf milletleri ezmek isteyenler için, aşılması gereken engel olarak görülmüşlerdir.
Nitekim Birinci Dünya Savaşı öncesinde, büyük devletlerin hiçbirisi Osmanlı Türklerini aralarına almak istememişlerdir. Başlangıçta savaşın dışında olan ABD Başkanı Wilson bile, kendisine Türkiye’ye elçi olarak kimi atayacağı sorulduğunda, “Türkiye yok ki, elçi göndermeye ihtiyaç olsun” diye cevap vermiştir. Almanların, Türklerle ittifak yapmaları, mecburiyettendir. Alman basını ve başbakanları dâhil, siyasetçileri böyle bir birlikteliği istememişlerdir. İmparatorun ve Veliahdın ileri görüşlülüğü ve diretmeleri sonucu ittifak yapmışlardır. Savaş sırasında da, Türklerin Bakü’ye girmelerini ve Afganistan’da etkili olmalarını istememişlerdir. Türklerin de, Almanlarla ittifak yapmaları mecburiyettendir. Bu ortamdan da anlaşılan o ki, birbirine düşman büyük devletler bile, başkalarını ezmek istedikleri için Türkleri engel görmüşler ve 1907 de, Türk Devletinin topraklarının aralarındaki paylaşımını kâğıt üzerinde yapmışlardır.
Türk devletlerinin içerisinde casusluk yapmak, diğer birçok ülkeye göre daha kolay olmuştur. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Birincisi, Türklerin kurdukları devletlerin çoğu, büyük devlet olduğundan sınırları çok geniştir. Dolayısıyla devletin denetleme imkânları çoğu zaman yetersiz kalmıştır. İkincisi, egemenlikleri altında yaşayan halkların sayısı, her zaman diğer devletlere göre daha fazla olmuştur. Bu halkların içerisinde devlete sadık insanlar her zaman olmuştur. Ama devlete düşmanlık besleyen veya para kazanma hırsı içerisinde olanlar da her zaman var olmuşlardır. Üçüncüsü, Türkler, egemenlikleri altındaki diğer etnik ve dini guruplara saygılı davranmışlardır. İçlerindeki yabancılara karşı gösterdikleri hoşgörüyü, kendi kavimlerinden olan insanlara göstermemişlerdir. Türklerdeki, içlerindeki yabancılara olan bu hoşgörü anlayışı da, ülkeye gelen yabancı casusların işlerini kolaylaştırmıştır.
Yukarıda kısaca anlattığımız sebeplerden dolayı, Türklerin kurdukları büyük devletlerin içerisinde yapılan casusluk faaliyetleri, hem amaç hem de yöntem açısından farklılık arz eder. Herhangi bir tasnife tabi tutmadan, bu farklılıkları aşağıda bahsedelim.
Türk devletlerine çaşıtlık yapma göreviyle gelen casusların bir bölümü, ülkedeki etnik gurupları Türklere karşı isyan ettirmek için çalışırlar. Bu uygulamaların benzerleri; Büyük Hun Türk Devleti, Göktürk Devleti, Selçuklu Türk Devleti ve Osmanlı Türk Devletinde görülmüştür. Günümüzdeki Türkiye Devletinde de görülmüştür. Bu uygulamaların yöntemi, Hun Devleti, Göktürkler ve Selçukluda klasik şekilde yürütülmüştür. Ülkedeki diğer halkların memnuniyetsiz insanlarını veya kendi soyundan olup para ve mevki hırsına kapılmış olanlarını kullanmak yeterli olmuştur.
Ama Osmanlı Devletinde ve Türkiye Devletinde ilave yöntemler kullanılmıştır. Bu yönteme, dolaylı casusluk da denilebilir. Dolaylı casusluğun bir bölümü, misyonerlik faaliyeti şeklinde yürütülür. Misyonerlerin bir kısmı, yabancı ülkelerin insanlarından casusluk konusunda eğitim almış ve güvenilir olanlarının, Türkiye’ye gönderilmeleri şeklinde oluşturulur. Bir başka misyoner gurubu, Türkiye’deki okullarda, bilhassa üniversitelerde eğitim görürler. Eğitimlerini tamamlayınca Türkiye’de buldukları bir işte çalışırlar. Bir diğer misyoner gurubu, Türkiye’de yaşayan insanların çocuklarının bazısını, küçüklükten itibaren yetiştirmek şeklindedir. Bunlar genellikle, pek bilinmeyen diğer etnik ve dini guruplardan oluşturulurlar. Bu şahıslar, halkın içerisinde ve diğer çocuklarla birlikte okurlar ve yetişirler. Bu çocuklarla, sadece onların yetişmelerini takip eden bir veya birkaç kişi irtibat kurar. Dolayısıyla, hiç fark edilmezler. Bir başka misyoner gurubu, yabancı ülke vatandaşlarından casus olarak eğitim almış insanlarından bazılarının, hidayete ermiş görünerek dinlerini değiştirmeleri şeklinde vuku bulur. Böyleleri normal vatandaşlardan daha fazla itibar görürler.
Bilindiği gibi, Osmanlı Türkleri Birinci Dünya Savaşına girdiklerinde, Padişah ve Halife olan Sultan Mehmet Reşad bütün Müslümanlara cihad çağrısı yaptı. Bu çağrıya beklenen olumlu cevap yeterince alınamadı. (Buna rağmen, Enver Paşa Orta Asya’ya gittikten sonra ve Türkler yeni bir devlet kurduktan sonra, Müslümanların kendilerine güvenleri gelmiş ve bu çağrının olumlu sonuçları, sömürgecilere karşı mücadelenin başlaması şeklinde alınmıştır.) Harp sırasında ise, Osmanlı sınırları içerisindeki Müslümanların küçük bir bölümü, Osmanlıya karşı savaşan yabancı güçlerle birlik oldular. Kendi devletleri olan Osmanlının askerlerine arkadan saldırdılar. İngilizler de, kendilerinin sömürgelerinden topladıkları Müslüman askerleri getirerek Osmanlıya karşı savaştırdılar. Halifeye rağmen böyle bir olayın gerçekleşmesine katkıda bulunanlar arasında, din değiştirerek Müslüman olmuş gibi görünen yabancı misyoner casuslar önemli bir yer tutar. Arabistan’da “sarı hoca” olarak bilinen Lawrens, bunların sonradan su yüzeyine çıkmış olan bir örneğidir.
Halifenin cihad çağrısına rağmen, Müslümanların birçoğunun sessiz kalması ve hattâ İngilizlerin, sömürgelerinden topladıkları Müslüman askerlerin İngilizlerle birlikte savaşmak için Çanakkale’ye gelmelerinin bir başka sebebi daha vardı. Sömürgelerdeki Müslümanların, Osmanlılara karşı savaşmalarının nedeni, İngilizlerin yaptığı karşı propagandadır.
İngilizler, sömürgelerindeki Müslüman halka şöyle diyorlardı: “Almanlar, Padişahın bütün memleketlerini işgal etmişler. İstanbul’u da donanmalarıyla işgal etmişler. Çanakkale Boğazını da tutmuşlar. Halifeyi kurtarmak, böylece Müslümanları korumak için Almanlarla savaşıyoruz.”
Çanakkale’ye götürdükleri Müslüman askerlere de şöyle propaganda yapıyorlardı: “Muharebede sakın Türk askerlerine ateş etmeyin, onlar sizin din kardeşlerinizdir. Maksadımız, o zavallıları da Almanların elinden kurtarmaktır. Türk askerlerinin başında fes olduğunu biliyorsunuz. Almanların başında haki rengi (toprak rengi) başlık vardır. Bunlara aman vermeyin, öldürün. Sakın feslilere ateş etmeyin. Gayret ve kahramanlık gösterin de, Halife ve Padişah efendimizi çabuk kurtaralım!”
Kendilerini sömürge yapan İngilizlerin bu propagandalarına inanarak Çanakkale’ye gelen sömürgelerdeki Müslüman askerler, Türklerin fes giymeyi bırakıp toprak rengi başlık giydiklerini bilmedikleri için, Halifeyi kurtarmak gibi mukaddes bir cihad adına, Türklere karşı kahramanca savaşmışlardır. Almanların karşı propagandaları ise, çok uzun ve askerlerin anlayamayacağı şekilde olduğundan bir işe yaramamıştır. Eğer, Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels, Birinci Dünya Savaşı sırasında etkili olsaydı, belki de İngilizlerin propagandaları bertaraf edilir ve Halifenin cihad çağrısı işe yarayabilirdi.
Osmanlıdan sonra kurulan Türkiye Devletindeki casusluk yöntemleri, çağın sosyal gelişmelerine göre değişikliğe uğradı. Demokrasi yönetimi başlayınca, taktik değişiklikler yaptılar. İçteki misyoner casusların bir kısmı ülkenin yönetimine bazı tavsiyelerde bulundular. Aynı merkeze bağlı diğer bir bölümü, halkı, idarecilerin yaptığı uygulamaların tam tersi istikametinde yönlendirmeye çalıştılar. Böylece, devlet yönetimi ile halk arasında sürekli bir iç çatışmanın olmasını sağladılar. Türkiye, maalesef, henüz bu çatışma ortamından çıkamadı.
Türkiye’deki casusluk çalışmalarının diğer pek çok ülkeye göre farklılık arz eden bazı yönleri daha vardır. Başka ülkelerde casuslar, halkın içerisindedirler veya devlet görevlerinde alt kademededirler. Türkiye’deki misyoner casusların bir kısmı halk içerisindedirler. Ama bazıları, devlet ve siyaset yönetiminde en üst mevkilerde yönetici bile olabilirler. Hattâ bu misyoner casus yöneticilerin bazısının, halkın bir bölümünün çok sevdiği idareciler haline gelmeleri bile mümkündür. Çünkü misyoner casusların kimlikleri açık değildir, halk onları kendisi gibi bilir. Misyoner casusların, Müslümanlar, Milliyetçiler, Marksistler ve diğer “istler” gibi, mantıklı düşünemeyip duygusal tepki veren ideolojik gurupların üst yöneticiliğine gelmeleri, mantıklı düşünen guruplarda üst yöneticiliğe gelmelerine göre çok daha kolaydır. Ayrıca, mantıklı davranan guruplarda üst yöneticiliğe gelseler bile, tesirleri diğerlerindekinden çok daha az olur.
Ben kendimi Türk olarak hissettiğimden casusluk örneklerini, içinde yaşadığım ve tarihi hakkında bilgim olduğu için, Türklere yapılan uygulamalardan verdim. Bu yazının amacı, casusların etkilerini azaltabilmek için ne yapılması gerektiğini düşündürmektir. Verilen misallerden de anlaşılacağı gibi, halk sorgulayıcı bir anlayışa sahip oldukça, başkalarının tesirinde kalma ihtimalleri azalacaktır. Başkalarının dolduruşuna gelmeyip sorgulayan insanlar, huzurlu yaşamanın yolunu daha kolay bulurlar.
Çünkü düşünerek sorgulayan insanlar, çevresindekilere daha çok güvenirler. Türkiye’de 2022 yılındaki bir veriye göre, çevresindekilere güvenme oranının %8,4 gibi, dünya ortalamasının çok altıda düşük bir rakam olması, Türkiye’deki casusluk yöntemlerinin etkisinin yüksekliğini gösterir. Bu rakamdan anlaşılan o ki, dindarım diyen dindarlara güvenmiyor, milliyetçiyim diyen milliyetçilere güvenmiyor, sosyal demokratım diyen diğer demokratım diyenlere güvenmiyor. Bu güvensizlik ortamı ülkedeki bütün kesimlerde benzer oranlarda yayılmış durumda.
O halde, çözüme ulaşmak için ilk adım, güven oluşturmak olmalıdır. Bunu temin için de, mümkün olduğu kadar, söyledikleri ile uyguladıkları birbiriyle daha çok örtüşen insanlar göreve getirilmeli ve desteklenmelidir. Bu ortamı gerçekleştirmek isteyenler de, önce kendileri dürüst ve güvenilir olmaya gayret etmelidir.