ALLAH’A GİZLİ ŞİRK KOŞMA ÜZERİNE
Birinin ortaklığından bahsedebilmek için, o ortağın var olması gerekir. Gerçekte var olmayan hayali kimselerin ortaklığından bahsedilemeyeceği hususunda, hepimiz hemfikirizdir. Dolayısıyla, Allah’a ortak koşmak için, Allah’ın varlığını kabul etmiş olmak gerekir. Nitekim Kur’an’daki ortak koşma hususundaki anlatımlar da, bu durumu teyit etmektedir.
Yüce Yaradan, Hz. Muhammed’e, peygamberliğini Cebrail aracılığıyla bildirir. Bir süre sonra da peygamberinden, durumu en yakın akrabalarına açıklamasını ister. Fakat akrabalarının birçoğu ve Mekkeli müşriklerin büyük çoğunluğu, itiraz ederler. Kur’an’a göre, onların itirazları, Allah’ı bilmemelerinden değildir.
Nitekim Yunus Suresi 10/31inci ayet şöyle demektedir: De ki, “size gökten ve yerden kim rızık veriyor? O, kulaklara ve gözlere hükmeden kim? Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kim? İşleri idare eden kim?” Hemen “Allah’tır” diyecekler. De ki, “O halde Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?”
Yani ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartanın, işleri idare edenin Allah olduğunu, peygambere itiraz eden müşrikler de bilmektedirler. Kur’an, tek olan Tanrı’ya ortak koşma anlayışının yanlışlığını şöyle ortaya koymaktadır: De ki: “Eğer dedikleri gibi Allah ile birlikte ilâhlar olsaydı, o zaman bu ilâhlar Arş’ın sahibine bir yol ararlardı.”
Müşrik kelimesi, zaten “ortak koşan” anlamındadır. Yani, “reddeden ateist” manasında değildir. Bilindiği gibi Mekkeliler, Kâbe’deki, kendilerinin ve atalarının yapıp koydukları putlara tapıyorlardı. Bu putların içerisinde, en güçlü ve büyük olarak nitelediklerinin ismine “Allah” diyorlardı. Bu durumda diğer putlar, Allah’ın ortakları (muhtemelen daha küçük ortakları) oluyorlardı. Bu hususla ilgili olarak, bu sitede yayınladığımız “Azizler ve Evliyalardan medet ummak, çok tanrılı dine dönüşebilir” başlıklı yazımızda, daha geniş bilgi verilmiştir.
Görüldüğü gibi, Mekkelilerin çoğunluğunun itirazlarında, açık bir şirk, yani “ortak koşma” vardı. Dolayısıyla bu açık şirke karşı mücadele etmek, onlara gerçeği anlatmak nispeten daha kolay olmuştur. Eğer, bu ortak koşma, gizli bir şekilde olsaydı, yani Müslüman bir insan, nefsine yenildiğinin farkına varamadan, arzularını yerine getirirken, İslâmiyet’le ilgili kendi yorumlamalarını, tek olan Tanrı’nın buyruğuymuş gibi görseydi, ona gerçeği anlatmak daha zor olurdu.
Hz. Muhammed, Yüce Yaradan’ın varlığıyla ilgili olarak açık bir şekilde yapılan bu şirke karşı, Kur’an’ı esas alarak mücadele etti. Müşrikler, Kur’an’da kendilerine anlatılanların doğruluğu ve mantıklı olması karşısında ne cevap vereceklerini şaşırdılar. Peygambere verecek cevapları olmayınca, zor kullanarak susturma yolunu seçtiler. Çünkü peygamber etkin olursa, kendi menfaat düzenleri sarsılacaktı. Ama bu zor kullanmaları da işe yaramadı. Sonunda, kendileri de Müslüman oldular. Yüce Yaradan’ın, tek yaratıcı olduğu fikrini kabul ettiler.
Elbette, hepsinin gönülden Müslüman olduklarını söylemek zordur. Hattâ gönülden Müslüman olanların hepsinin iyi bir mümin oldukları da iddia edilemez. Nitekim zaman içerisinde gelişen olaylar, müşriklerin hepsinin gönülden Müslüman olmadıklarını göstermiştir.
Hz. Peygamberden sonra, açıktan inkâr eden ateistlerin veya ortak koşan müşriklerin dışında, gönülsüz Müslüman olanlar da, içten pazarlıklı oldukları için, şirk koşanlar arasına katıldı. Diğer yandan, gönülden bağlanan Müslümanlardan bazıları da, şuursuz davranışlarından dolayı şirk koşanlar kervanına katılmak bahtsızlığına uğradılar. Hz. Muhammed’in vefatından sonra ilk halife olan ve sadece iki yıl halifelik yapan Hz. Ebubekir’den sonraki üç halife, ya namaz kılarken veya Kur’an okurken şehit edildiler. Geçmişte birçok savaşlara katılmış olan bu üç halife, savaşta veya hastalıktan ölmediler. Bilhassa Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle, Müslümanlar arasındaki, gizli şirk olarak nitelenebilecek olan anlaşmazlıklar, açığa çıkmaya başladı.
Bilindiği gibi, Hz. Muhammed’in vefatının hemen sonrasında, Müslümanlar guruplara ayrılmaya başladılar. Bu gurupların ileri gelenleri, muhtemelen hiç istemedikleri halde, bazı yanlışlıklara engel olamadılar. Gurupların içerisindeki bazı şahıslar, gayri ihtiyari bir şekilde Allah’a şirk koşmaya başladılar. Belki de, bu önderlerin kendileri bile, yaptıkları yanlışlığın farkına varamadıkları için, Müslümanlar arasındaki bu gizli şirki önlemek mümkün olmadı.
Sonunda birçok güzel insan, ne olduklarını anlayamadan, kendilerini karşılıklı bir mücadelenin ve savaşın içerisinde buldular. O dönem tarihçilerinin “Cemel Vakası” olarak niteledikleri olay, farkında olmadan, Yüce Yaradan’a gizli ortak koşmanın bir sonucu olarak kendiliğinden gelişti. Cemel Vakasında savaşanların iki tarafı da, Hz. Muhammed ile birlikte canları pahasına mücadele etmiş insanlardı. Buna rağmen, iki guruptan toplamda on binden fazla insan öldü. Bu olayı tarih kitaplarında okuyan bir Müslüman, hangi taraftan ölenlere şehit diyeceğini bilemedi. Eğer taraflardan biri, Yüce Yaradan’a açıktan ortak koşanlar veya reddedenler olsaydı, karar vermesi çok kolay olacaktı. Ama şimdi, ne diyeceğini bilemiyordu.
Cemel vakasının bir tarafında Hz. Ali vardı. Bilindiği gibi Hz. Ali’nin gençliği, Allah’ın tekliğini kabul etmeyenlere karşı savaşmakla geçmişti. Peygamberimizin yeğeni idi ve çocukluğundan beri Hz. Muhammed’in yanında yetişmişti. Peygamberin vefatından sonra, kendini ilim öğrenmeye vermişti. Dolayısıyla yirmi dört yıl sonra Halife olduğunda, halk arasındaki tabirle, hem yaş olarak hem de bilgi açısından kemâle ermiş bir konumdaydı.
Hz. Ali’nin karşısında mücadele edenlerin başkanı Hz. Ayşe, yardımcıları Hz. Talha ve Hz. Zübeyr idi. Başkanlık yapan Hz. Ayşe, mücadeleyi devenin (cemel) üzerinden yönettiği için, tarihçiler çarpışmaları böyle isimlendirmişlerdi.
Bilindiği gibi Hz. Ayşe, Hz. Ebubekir’in kızıydı. Aynı zamanda Hz. Muhammed’in eşiydi. Diğer birçok eşinden farklıydı. Hz. Hatice’den sonra, en uzun süre Peygamberimiz ile birlikte yaşamış hanımıydı. Müslümanların annesi konumundaydı. Hz. Muhammed’den öğrendiklerine ilaveten, Onun vefatından sonrasında fıkıh, yani hukuk ilmiyle yakından ilgilenmişti. Bu sebeple, iyi bir fıkıh âlimi olarak biliniyordu.
Hz. Talha ise, ilk Müslümanlardandı. Bedir Savaşı, onun için, hayatının en büyük imtihanlarından biri oldu. Bilindiği gibi bu savaş, Müslümanlarla müşriklerin yaptıkları ilk resmi harp idi. Müslümanların karşısındaki müşrikler, sayıca üç kat fazlaydılar. Bu derece güçlü Mekke ordusu içerisinde, Hz. Talha’nın birinci derece yakınları vardı. Amcası Umeyr, kardeşi Ubeydullah, kendi çocukları Osman ve Melik de karşısında savaşıyorlardı. Çok sayıda ikinci derecede akrabaları da, Müslümanlara, yani Hz. Talha’ya ve onun kader arkadaşlarına karşı müşriklerin safında savaşıyorlardı.
İşte, bu Bedir Savaşında, hem amcası hem de oğulları öldüler. Hz. Talha bu savaşta, nefsine karşı çok az insanın verebileceği büyük bir mücadele verdi ve kazandı. Sayıca az olan Müslümanları terk etmedi, amcası, kardeşi ve çocuklarına karşı savaştı. (Bu harp sırasında Hz. Ali’nin kardeşi Akıyl’da müşriklerle birlikte karşı cephede idi.)
Cemel Vakasındaki üçüncü etkili kişi Hz. Zübeyr’dir. O da genç yaşta Müslüman olmuştu. Mekke’de iken müşriklerin baskıları sonucunda, Habeşistan’a göç edenler arasındaydı. Sonra Medine’ye geri döndü. Bedir Harbine katıldı. Savaş sırasında, “Kureyş’in Aslanı” denilen ve amcası olan Nevfel’i öldürdü. Hâlbuki amcası, babasının ölümünden sonra Zübeyr’in vekâletini üzerine almış ve onu büyütmüştü.
Her iki sahabe de, Bedir Savaşından sonraki harplere de katıldılar. Peygamberimizin ölümünden sonra da, bazı fetihlerde görev aldılar. Zübeyr, 642 yılında Mısır’ın fethi sırasında da savaşanlar arasındaydı. Hz. Ali ise, Hz. Peygamberin vefatından sonra, halife olana kadar hiçbir savaşa katılmadı, Medine’den hiç ayrılmadı ve kendisini ilme verdi.
Cemel Vakası öncesindeki ve çarpışma sırasındaki gelişmelerle ilgili olarak, çeşitli kaynaklarda, birbiriyle çelişen sebepler ve olaylar bahsedilmiştir. Bu nedenle, gerçek hakkında tam bir bilgi sahibi değiliz. Ancak sonuç hakkında bilgi sahibiyiz. Maalesef, sonuç, bu mücadelenin Müslümanlar arasındaki ilk iç savaş niteliğine dönüşmüş olmasıdır.
656 yılında meydana gelen bu vaka, çok sayıda iç çatışmanın fitilinin ateşlenmesine vesile olmuştur. Bu savaştan bir süre sonra Şam (Suriye) valisi Muaviye ile Hz. Ali arasında, 657 yılında Sıffın Savaşları meydana gelmiştir. Bu savaşlarda ölenlerin sayılarının verildiği kaynaklardan en düşük rakam vereni, 70.000 kişiden bahsetmektedir. Bu olaydan 27 yıl önce Mekke’nin fethine giden Hz. Muhammed’in ordusunun toplam sayısının 10.000 civarında olduğu düşünülürse, aslında önlenebilecek hataların doğurduğu iç savaşın ulaştığı vahim sonuç daha net anlaşılır.
Sıffın Savaşları, Müslümanların üç guruba ayrılmalarına sebep oldu. İlk önce iki gurup oluştu. Hz. Ali’yi destekleyenler, Muaviye’yi destekleyenler. Daha sonra, kendilerini Harici olarak niteleyen bir gurup Müslüman daha ortaya çıkarak ayrımcılık yapmaya başlamıştır. Hariciler, hem Hz. Ali’yi, hem de Muaviye’yi hatalı olarak görmüşler ve her ikisini de suçlamışlardır. Bu sebeple, Haricilere karşı, hem Hz. Ali, hem de daha sonra iktidarı devralan Emevi halifeleri savaşmıştır.
Bilindiği gibi, Kerbelâ’da, Hz. Muhammed’in torunu ve torununun ailesi, kâfirlerce değil, Halifenin orduları tarafından katledilmiştir. Müslümanlar arasındaki bütün bu ve benzeri iç savaşların tetikleyici olayı, Cemel Vakası olmuştur. Aradan geçen yüzlerce yıla rağmen, Müslümanlar arasına girmiş olan bu nifak, halen ve aynen devam etmektedir.
Bu olaylardan bizim çıkarabileceğimiz bazı çok önemli dersler vardır. Bilhassa Cemel Vakasına katılanların her iki tarafı için de, Müslümanlıkları hakkında hiç kimsenin olumsuz bir şey söylemesi düşünülemez. Ancak, taraflar istemedikleri halde, bir iç savaşın fitilini ateşlemişlerdir. Bu fitili ateşleyen ana amil, tarafların, sadece kendilerinin Kur’an’a uygun davrandıklarını düşünmeleridir. Diğer kanattaki Müslümanlarla konuşup istişare etmemeleridir. Bu tutumlarıyla, farkına varmadan, kendilerini Allah’ın yerine yani karar veren konumuna taşımışlar ve böylece gizli bir şekilde Allah’a ortak koşmuşlardır. Eğer kendi başlarına karar verip, arkalarına halktan bazı destekçiler almadan önce, önderler bir araya gelseler ve birlikte istişare edebilselerdi, kavganın önlenmesi ihtimali çok kuvvetlenirdi.
Fakat kendilerini çok önemsemeleri, onları yanlışa doğru yöneltmiş oldu. Kendilerini öne çıkarınca, nefislerine yenildiler. Böylece, Allah’a, gizli olarak şirk koşmuş oldular. Şirk gizli olunca, kendileri de fark edemediler. Muhtemelen, sonunda pişman oldukları bir hareketin içerisine girmiş oldular. Olayların gelişimi hakkında sahih bir bilgiye sahip olmadığımızdan, bu hususta haklılık üzerine bir fikir yürütmemiz mümkün değildir. Her konuda olduğu gibi, bu hususta da hüküm sahibi, sadece ve sadece Yüce Yaradan’dır.
Günümüzde de bazı insanlar, sahip oldukları parayı ve gücü çok önemseyerek, açık bir şekilde Yüce Yaradan’a ortak koşuyorlar. Bu şekilde açık bir şirkin yanlışlığını onlara anlatmak daha kolaydır. Onların bir kısmı, bu yanlışlıklarının farkına kendiliklerinden bile varabilirler. Nitekim bu konumdaki insanlardan, hatalarını anlayarak kendilerini düzeltmeye çalışanlara her zaman rastlamaktayız.
Fakat parayı ve gücü, bu kadar açık şekilde Allah’a ortak koşmayanlar var. Bunlardan bir gurup, günümüzde “Müslüman zengin olmalı” sloganı oluşturdular. Zengin olunmazsa, “fakirlere nasıl yardım edeceğiz, öğrencilere nasıl burs vereceğiz” gibi sebepler ileri sürdüler. Böylece, düşüncelerinin ve zenginleşirken yaptıklarının Kur’an’a uygun olduğunu savunmak için, kırk dereden su getirmeye çalıştılar. Bu sitede daha önce yayınladığımız bazı makalelerimizde de ifade ettiğimiz gibi, Kur’an, zenginliğe karşı değildir. Kur’an, başkalarının hakkını yiyerek, zulümle zengin ve güçlü olmaya karşıdır.
“Müslüman zengin olmalı” sloganını oluşturanlar, bir süre sonra, zengin olma yöntemleri arasındaki haram-helal farkını, ya göremediler ya da görmezden gelmeye başladılar. Bu sırada, yaptıklarının yanlışlığı apaçık belli olduğu için hatalarını anlayanlar da, yaptıklarına kılıf bulmaya çalıştılar. Yaşadıkları ülkede İslâmi bir yönetim olmadığını, ülkenin dar-ı harp olduğunu, bu nedenle helâl olmayan yöntemlerle kazanmalarının yanlış olmadığını savunmaya başladılar.
Bu savunmaları yapanlar, yaşadıkları kendi memleketlerinin halkının çok büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğunu biliyorlardı. Ama bu durumun fark edilmesini önlemeye çalıştılar. Bunun için de, ülkeyi yöneten idarecilerin hemen tamamının resmen Müslüman olmasına rağmen, memleketlerini, harp ülkesi (dar-ı harp) olarak nitelediler. Böyle niteleyebilmek için de, kendi gurupları dışındaki insanların Müslümanlığını eleştirdiler. Onları Müslüman olarak kabul etmediler. Bu davranışlarıyla kendilerini Allah’ın yerine koyduklarını göremediler veya görmek istemediler.
Dar-ı Harp terimi Kur’an’da olmamasına ve hile konusunda Kur’an, onların söylemlerinin tam tersini söylemesine rağmen hilelerine devam ettiler. Bu hususta kendilerini savunurken yaptıkları dini yorumlarına göre, Müslüman olmayan ülkelerde her türlü hile serbestti. Böyle düşünerek hileyi mubah görenler, amaçlarını, güya zenginleştikten sonra İslâmi bir yönetim kurmak olarak ilan ederek, yanlış davranışlarına ulvi bir kılıf hazırladıkları intibaını vermeye çalıştılar.
Önder olarak bilinen bu insanlar, Kur’an’a uygun davrandıklarını söyledikleri için, onların çevrelerindekiler de Kur’an’ın tefsirlerini okumadıklarından, peşlerinden gelen çok sayıda insan buldular. Belki, bu söylemlerin sahiplerinin bazıları, söylediklerine kendileri de inanmadı. Fakat birçoğunun ve çevrelerindeki bazı insanların inanmaları yeterli hale geldi. Böylece, güya ulvi bir amaç doğrultusunda yaptıkları bu Kur’an yorumlamalarıyla, aslında Allah’a gizli şirk koşmuş oldular. Çünkü “İslâm ülkesi” veya “harp ülkesi” gibi kavramları, Allah’ın adını kullanarak kendileri oluşturdular. Kur’an’da Maide Suresinin ikinci ve sekizinci ayetlerinde geçen, “bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin” emriyle, Müslüman olmayanlara bile adaletle davranılması istenilirken, bunlar Müslümanlara karşı hile yapmayı Kur’an’ın emri gibi gösterdiler..
Kur’an’ı kendi nefislerine uyarak yorumladıklarının ve yaptıkları yanlışların farkında olmayanlara, Yüce Yaradan’a karşı gizli şirk oluşturduklarını anlatmak, açık şirki anlatmaya göre çok daha zordur. Maalesef, başlarına bazı musibetler gelmeden, gizli şirk koşanların çoğunluğu, hatalarını anlayamıyorlar. Hattâ çoğu zaman, musibet geldiğinde de anlamıyorlar. Kendilerine göre başka bahaneler buluyorlar.
Bahanelere sığınanların, hatalarını anlayabilmeleri için, ayna karşısında ve kendi gözlerinin içine bakarak, yaptıklarını dürüstçe sorgulayabilmeleri gerekir.
Eğer hatalarını anlarlar ve Yüce Yaradan’dan af dileyerek, kendilerini düzeltirlerse, ne güzel. Belki de, tek olan Tanrı’mızın affına mazhar olurlar.
Ama anladıktan sonra halen Allah-kitap-peygamber deyip, diğer yandan her türlü yolsuzluğu ve soysuzluğu yaparlarsa, konu, Allah’a gizli şirk koşmaktan çıkar, Allah ile alay etmeye döner. Hiç kimse, birileri tarafından alay edilmekten hoşlanmaz. Hepimizin ve her şeyin sahibi olan Yüce Yaradan’ın da hoşlanmayacağı aşikârdır. Allah’ın, Kendisiyle alay edenlere karşı ne zaman, nasıl bir ceza vereceğini kimse bilemez. Onun vereceği cezayı da, kimse ne engelleyebilir, ne de hafifletebilir.
Allah’ım, kendimizi fazla önemseyerek kibre kapılıp, Senin adına insanları sınıflandırmaktan Sana sığınırız.
Allah’ım, hak ve adaletten ayrılan kararlar alıp, bunları uygulatan bir insan olarak huzuruna gelmekten hayâ duyarız ve korkarız.
Sana gizli şirk koşmamamız için, lütfunla bizlere yol göster.