DÜNYA BARIŞINI OLUŞTURMANIN YÖNTEMLERİ
Dünya Barışı ancak, farklı inanış ve anlayışların birbirlerine hoşgörülü yaklaşımlarıyla tesis edilebilir. Farklı guruplar, gerek kendi içlerindeki, gerekse birbirlerine karşı uygulamalarında adalet üzerine hareket ederlerse barış perçinlenir. Hak, adalet ve hoşgörü barışın temelidir. Ancak, hukuku uygulayarak haksızlıkları önleyecek güç olmazsa yine barış olmaz.
Ancak günlük hayatımızda veya yönetici isek, ilgili kararlarımızda hoşgörüyü, hak ve adaleti tesis etmek zordur. Bazı konularda net düşünceler oluşabilir. Fakat birçok konuda net bir fikir sahibi olmak zordur.
Ceza verilmesi gereken durumlarda hoşgörü göstermek, zafiyet oluşturur. Benzer şekilde, hoşgörülü olunması gereken yerlerde, ceza verilmesi de yanlış olur. Bu sebeple kararlarımızı alırken mümkün olduğu kadar hassas davranmalıyız.
Hak ve adalet kelimeleri, kulağa hoş gelen güzel kavramlardır. Ama birçok durumda uygulamak çok zordur. Bu zorluk iki yönde kendini gösterir. Birincisi, hak ve adaletli kararın hangisi olduğu hususunda, aynı gurup içerisinde farklı fikirler ortaya çıktığı için, seçim zordur. İkincisi, hak ve adaletli davranışın ne olduğunu birlikte belirlesek bile, aldığımız karar ile menfaatlerimiz birbirine zıt ise, uygulamakta çok zorlanırız.
Bütün bu zorlukları, her insan kendi hayatında yaşamıştır. Birçok ünlü felsefeci bu konularda fikir yürütmüştür. Fakat düşünen insan olan bu felsefeciler de, çoğu zaman kararsız kalmışlardır. Bazen, kendilerinin aldıkları kararları, hayatlarının sonraki kısmında değiştirmişlerdir. Hattâ, önceki fikirlerinin tam tersini savunmuşlardır.
Diğer taraftan, felsefeciler arasında çok şiddetli tartışmalar olmuştur. Birbirlerinin, hayata ve insanlığa bakışlarını eleştirmişlerdir. Felsefeciler, “niçin?” sorusuna cevap aramışlardır. Ancak, insanları tatmin edici cevaplar bulunamamıştır. Eğer bulsalardı, öncelikle kendi fikirleriyle bir süre sonra çatışmazlardı. Eğer bulsalardı, birbirlerini eleştirmezler veya uzlaşma sağlanırdı. Böyle bir durum hiç olmadı, gerçekleşmesi de beklenilmiyor. Çünkü felsefeyi en özlü bir şekilde tanımlayan söz: “felsefe, yolda olmaktır” deyişidir.
Bu durumda, başvurabileceğimiz tek kaynak kalmaktadır. O da Kur’an’dır. Yani Allah’ın kelâmıdır. Ancak, Kur’an’ı yorumlayan din adamlarının birbirinden farklı olan fikirlerine bakılınca, burada da bir sorun olduğu anlaşılmaktadır. Birçok din adamının, diğer bazılarını zındıklıkla suçlayan tavırlarına bakıldığında, meselenin büyüklüğü daha iyi anlaşılmaktadır.
Bu sitede, din adamlarının fikirlerindeki bu tip sorunlar ve çözümleri konusunda çok farklı başlıklar altında yazılar yazdık. Dolayısıyla bu yazımızda bu yönlere girmeyeceğiz.
Sorunları azaltabilmek için, Kur’an’ı, başkalarının bize anlatmasını beklemeden, önce kendimiz okuyacağız. Bıkmadan defalarca okuyacağız. Aklımıza takılan soruları, din adamlarına soracağız. Artık bizim de konu hakkında bilgimiz olduğundan, onların cevaplarını sorgulayabileceğiz. Eğer bizim doğru dürüst bir bilgimiz ve fikrimiz oluşmadan, sadece din adamının cevabıyla hareket edersek, biz de aynı yanılgıya düşeriz. Biz de, o din adamı gibi, başka din adamlarını suçlarız. Biz de, belki de Kur’an’da olmayan fikirleri, var gibi algılar ve yanılgı içerisinde oluruz. Hem de yanıldığımızı bilmeden, kendimizi en doğrusunu biliyor zannederek.
Kur’an’a baktığımızda, Yüce Yaradan, peygamberlerine “gidin onlara anlatın, haber verin, siz sadece uyarıcı ve müjdecisiniz” diyor. Ama sonunda, onlardan söylenenleri kabul etmeyenlere zor kullandırmıyor. Peygamberlerine, Kâfirun Suresi 6ıncı ayetle “sizin dininiz size, bizim dinimiz bize” diyerek onlardan uzaklaşmalarını tavsiye ediyor. Dolayısıyla Allah, farklılıklara hoşgörü ile bakılmasını istiyor. Diğer taraftan Hucurat Suresi 13’te, bizleri, boylara ve kabilelere Kendisinin ayırdığını, bizzat Yüce Yaradan söylüyor. Yani birçok konudaki farklılıklarımız, doğuşumuzla birlikte bizimle.
Maide 8’de “… Bir kavme olan kininiz sakın ha sizi adaletsizliğe sevketmesin…” buyruluyor. Nisa Suresi 58’de ise, Allah, bizden emanetleri ehline vermemizi istiyor. Maide 106’da, akrabamız da olsa şahitliğimizi hiçbir karşılığa değişmememizi emrediyor. Nisa 135: ”Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın…” diyerek daha ayrıntılı bilgi veriyor.
Enam 152’de, ölçüyü ve tartıyı tam yapmamız isteniyor. Bakara 262’de mallarımızı, başa kakmadan ve gönül incitmeden infak etmemiz isteniyor. Nahl 71: “Allah, rızık yönünden bir kısmınızı diğerlerinden üstün kıldı. Kendilerine bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere vermiyorlar ki, onda eşit olsunlar. Durum böyle iken Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” Bu ayet bize, sahip olduğumuz maddi zenginliklerin, sadece kendi gayretimizle olmadığını vurguluyor. Zenginliğin tamamen bize ait olmadığını anlayınca, paylaşmak kolay olur. Paylaşılınca kavga değil, barış olur.
Yüce Yaradan, bizden adil davranışlar bekliyor. Mümtehine 8. “Allah, sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah, âdil davrananları sever.”
Yüce Yaradan, bizlere adaletli, hoşgörülü ve yardımsever olmamızı, kinle hareket etmememizi öğütlüyor. Ama haddi aşarak saldıranlara karşı da gereken cevabı gerektiğinde en sert biçimde vermemizi istiyor. Peygamberlerini inkâr etmekle kalmayarak, peygamberlerinin beraberindekilere kötülük yapanları bizzat Allah en sert bir şekilde cezalandırıyor.
Bizlere bu şekilde yol gösterirken, dünyanın huzurunu bozmak isteyenlere karşı mücadeleye çağırıyor: Hac 40 ve Bakara 251 ile “bazılarını bazılarıyla defetmeseydik, dünyada huzur bozulurdu” diyerek, bizden, dünyada huzuru sağlamak için, zalimlere karşı mücadele etmemizi istiyor.
Aşağıdaki ayet, genel bir özet gibidir:
Bakara 177: “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.”
Yazımızın kısa alanında, Kur’an’dan bu kadar örnek verebildik. Eğer, Kur’an’ı kendimiz bıkmadan okursak, çok daha fazlasını göreceğiz. Defalarca okuduğumuzda anlayacağız ki, bizim için, hem kendi iç dünyamızdaki barışı, hem de dünya barışını tesis edecek yol, Kur’an’ın tavsiye ettiği yoldur.
Bu hususlardaki uygulamalarla ilgili olarak, Türk tarihi bize rehberlik edecek örneklerle doludur. Türklerin uyguladıkları ve dünya uygarlığına kazandırdıkları, anlayana hoşgörülü, anlamayana keskin kılıç misali, ama her halükârda adil yönetim anlayışına, bugünkü dünyanın daha çok ihtiyacı vardır. Bu konularda, “Tarihin Aydınlattığı Gelecek” adlı kitabımızda kısa örnekler verilmiştir.