TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARININ TARİHİ TEMELLERİ2

TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARININ TARİHİ TEMELLERİ 2

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yapılan reformların tarihi temellerini irdelemeye devam ederken, Osmanlı Devletinin, konumuzla bağlantılı olan yapısı hakkındaki bazı düşüncelerimi paylaşacağım.

Osmanlı Devletinin özelliklerinden biri, sınıflar arası çatışmaya değil, halk arasında eşitlikçi anlayış temeline oturan uygulamalardı. Diğeri, toplumun, rekabet ve çatışmaya değil, işbirliği ve dayanışma üzerine oluşturulduğu idi. Bir başkası, her alanda itidalli davranış anlayışı idi. Devlet, sülâlelerin zenginleşmesine izin vermiyordu, bu nedenle sermayedar gurubu oluşmamıştı.

Nitekim Mehmet Akif Ersoy, bu konuyla bağlantılı olarak, Türklerin Yeniden Dirilişi mücadeleleri sırasında halka şöyle söyler: “Bolşevik tehlikesi, gözlerimizi açmak şartıyla, bizler için tehlike değil. Çünkü evvela bizde, Bolşevikliğin zuhurunu yahut hariçten sirayetini hazırlayacak sebepler yok. Ne sermaye sahiplerimiz, ne bankalarımız, ne amele meselemiz, ne arazi meselemiz mevcut değil.”

Bir başka açıdan bakarsak, Osmanlı Türk Devleti “soylu”dur, ama insanlara tepeden bakmaz. Devlet “muhteşem”dir,  fakat insanları ezmez. Osmanlı “büyük”tür, ama insanları ürkütmez.

Osmanlı Türk Devleti, zalimlere ve zorba olduğunu düşündüklerine karşı, keskin bir kılıç gibidir. Kendisine maliyetini düşünmeden, zorbanın haddini bildirmeye var gücüyle çalışır. Ama masum ve mağdurlara karşı, hep koruyucudur.

Halk, kendilerinin can ve mal güvenliklerini sağladığına inandığı devletlerine katkıda bulunabilmek için, kendi aralarında teşkilatlanmışlardı. Vakıflar, Loncalar, Tekkeler, Zaviyeler gibi kurumların amacı, hem insanlara, hem de devlete, elden geldiğince hizmet etmektir. Bir yazımızda bahsettiğimiz “hayırsever insan” modeli, böylece ortaya çıkmıştır.

Osmanlı tarihini ve yapısını irdelemeyen Karl Marks, Osmanlı Devletini bir doğu kültürü olarak görür ve şöyle der: “Doğu, genelleşmiş köleliktir.” Dolayısıyla, kendi rehavetine bırakılamaz. Gerekirse zorla, Batıya bağlanmalıdır. Nitekim Marks ve benzer düşüncedekilerin bazısı, Çarların, Asya’yı topraklarına katmasını, Fransa’nın Cezayir’i işgalini, ABD’nin, Kaliforniya’yı Meksika’dan almasını, “oralara uygarlığın götürülmesi” olarak nitelemişler ve alkışlamışlardır.

Osmanlı Devletinin yukarıda bahsettiğimiz manevi özelliklerinden habersiz olan veya kavrayamayan Karl Marks’ın, sadece yukarıdaki düşüncesinde değil, kurduğu maddi temelli teorisinde de yanıldığı, çekilen çok büyük acılar sonucunda çökmesiyle anlaşıldı.

Aslında Marks gibilerin bu söylemleri, sömürü düzenine karşı savundukları kendi fikirleriyle çelişmektedir. Bu çelişkilerinin sebebi, muhtemelen, doğulu toplumların değişmezliği şeklindeki inançlarıdır. “Onlar kendiliklerinden başaramayacaklarına göre, mecburen böyle olması gerekir” diye düşünmüş olmalarıdır.

Peki, bizim yukarıda bahsettiğimiz Osmanlı Devletinin özelliklerine ve halktaki, devleti yöneten sultana olan güvene ve bağlılığa ne olmuştu ki, Mehmet Akif Ersoy, Sıratı Müstakim dergisinin 11 Temmuz 1912 tarihli sayısında aşağıdakileri yazıyordu.

“Ben çocukluğumdan beri: ‘-Biz yaşayamayız…Avrupalılar terakki etmiş. Siz çok fena günler göreceksiniz!…’ nakaratından başka bir şey duymadım.

Bize hep ümitsizlik aşıladılar. Kendileri de ümitsiz bir haldeydiler. Yüzbinlerce halk bu devletin batacağına kani idi.”

Merhum Ersoy’un son cümlesi olan “yüzbinlerce halk bu devletin batacağına kani idi” sözü, makalemizin başlığıyla bağlantılıdır. Bu cümlesi, halkın düşüncelerindeki değişimin sonucunu göstermektedir.

Peki, neler olmuştu da, devletin sahibi konumundaki sultanlarının, halkın haklarını ve canlarını koruyacağına inandıkları için, kendilerinin sultanın kulu olduğunu kabul edenlerin önemli bir bölümü, sultanlarına güvenlerini kaybetmişti ve devletin batacağına kani hale gelmişti.

Bu soruya daha gerçekçi cevap bulabilmek için, sadece devletin yöneticilerinin hatalarını değil, bizzat halka yansıyan, halkın hayatını doğrudan etkileyen olayları irdelemeye çalışmamız gerektiği açıktır.

Halkın çektiği sıkıntıları anlatırken, insanların normal yaşamlarında çektikleri maddi sorunları bahsetmeyeceğiz. Çünkü maddi sıkıntılar, çoğu dönemde, sadece Osmanlıda değil, bütün devletlerdeki halkların yaşamlarında etkili olmuştur.

Bizim bahsedeceğimiz sıkıntılar, halkın yaşadıkları toplu sürgünledir. Maruz kaldıkları mezalim sonucu ölümlerdir. Bütün varlıklarına el konularak, kötü şartlara zorlanarak ve hastalıklara yakalanmaları sağlanarak başlarına gelen toplu ölümleridir. Bu konularla ilgili olarak “Tarihin Aydınlattığı Gelecek” isimli kitabımın “serhat boylarında acı çeken Türkler” bölümünde bazı bilgiler vermiştik.

Bu defa kendi kitabımdan değil, ABD Louisville Üniversitesi Tarih Profesörü Justin McCarty’nin eserinden alıntılar yapacağız. Eserin adı; “Ölüm Ve Sürgün, Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı 1821-1922”.

Başlangıçta Türkler hakkında önyargılı bir yazar olan McCarty,  incelemelerinin sonuçlarını bütün ayrıntılarıyla okuyucularıyla paylaşmış. Biz de, yazarın bu paylaşımlarının bazısını burada sizlere aktaracağız.

Bunları paylaşmamızın amacı, eski yaraları deşmek değildir. Zaten Türklerin, şahsi ve devlet olarak anlayışlarının özelliklerinden birisi de, kinlenseler bile, kinlerinin kısa sürmesidir. Hareketlerini de intikam üzerine inşa etmemeleridir. Elbette intikam düşünülen anlar olmuştur. Ama bu gibi olaylar, ya münferit kalmıştır ya da kısa sürmüştür. Bu sebeple, Müslümanların karşılaştığı vahşetlerin, kitapta bahsedilen ve insanları kinlendirecek ayrıntılarına girmeyeceğiz. Mümkün olduğunca çok azından bahsedeceğiz. Bahsedeceklerimiz de, Türk olmayan yazarların ve yabancı gözlemcilerin aktardıklarına dayanacaktır. Çünkü makalemizin maksadı mezalimden bahsetmek değildir. Sadece, Türkiye Cumhuriyetinde yapılan reformların ve Müslüman halktaki, olaylara bakışın değişikliğinin temellerini ortaya koymaktır.

Makalemizin konusunun dışında olmasına rağmen, bir gayemiz de, bundan sonraki insanlık tarihinde, böyle acılar yaşanmaması için ilgililerin ve yetkililerin dikkatini çekmektir. Bütün uyarılara rağmen insanlara toplu acılar yaşatanların mezalimlerinin, önce insanlık nezdinde anlaşılmasının sağlanması, sonrasında da gerekli cezanın insanlığı temsil edenler tarafından verilebilmesinin önünün açılmasıdır.

Yazar kitabının 1995 baskısının giriş bölümünde bu konuyu incelemeye nasıl başladığını şöyle anlatır: “Bu çalışmaya, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğundaki nüfus hareketlerini incelerken tesadüfen başladım…Çalışmamın sonuçları beni hayrete düşürdü, çünkü o zamana kadar Osmanlı tarihi hakkında okuduklarımın hiçbirisi, o dönemin korkunç boyutlardaki ölüm sayılarına beni hazırlamamıştı. İstatistikler, Müslüman nüfusun dörtte birinin yok olduğunu gösteriyordu. Bu boyutta bir kaybın, tarih kitaplarından gizli kalmış olacağına inanamadım, fakat tekrar tekrar araştırdığım belgeler beni hep aynı sonuca ulaştırıyordu.”

McCarty, bu incelemesine 1821 Yunan Bağımsızlık Savaşı ile başlar. Yazar, tarihçi George Finlay’den aktarma yaparak şu bilgileri verir. 1821 Mart ayında başlayan isyanda Yunanlı eşkıyalar ve köylüler, bulabildikleri Türklerin hepsini katlettiler. 25 Mart’tan, Nisan 22’ye rastlayan Paskalya yortusuna kadar geçen sürede on beş binden fazla Müslüman cana merhametsizce kıyıldığı…”

C.M. Woodhouse’dan aktardığı “Yunanistan’daki Türklerin ölümü, savaş zayiatı değildi. Yunan çetelerinin eline geçen tüm Türkler, kadın ve çocuklar dâhil öldürülmüşlerdi…Katliamların çoğu planlı ve serinkanlılıkla işlenmişti. Şehir ve kasabaların bütün Türk nüfusu toplanıp şehir dışına yürütülmüş ve kuytu yerlerde boğazlanmıştı…Öldürülmeden önce kadın ve çocuklara işkence yapılmıştı. Örneğin Tripolitza’daki katliam o kadar mahşeriydi ki, (çete lideri) Kolokotrones’in kendi anlatımına göre; kasabaya girdiğinde, hisar kapısından itibaren atının nalları toprağa değmedi. Onun zafer yolu, halı gibi insan cesetleriyle kaplanmıştı.”

Yukarıda vahşeti kitapta verilen ayrıntıyla aktarmamızın sebebi, yine yazarın, bu isyanın, sonraki vahşetlere örnek teşkil etmesiyle ilgili verdiği bilgiler sebebiyledir.

Aşağıda vereceğimiz bilgiler tamamen McCarty’nin kitabından alıntılardır. Yazara göre, Yunan ihtilalindeki bu davranışlar, ileriki yıllardaki Balkan ihtilallerine örnek oluşturdu. Milli bağımsızlık amacıyla Türk nüfusu topraklarından atma geleneği, 1877-1878, 1912-1913, 1919-1923 savaşlarında da tekrarlandı. Doğudaki göçler, 1772’de Tatarların Rus yönetiminden kaçıp Osmanlı’ya sığınmak arzusuyla Kırım ve çevresine göç etmesiyle başladı. 1827-1829 Rus-İran ve Rus-Türk savaşlarıyla başladı. Bunu 1853-1856 Kırım Harbi, 1877-1878 savaşı ve Birinci Dünya Savaşları ile devam etti. Ruslar 1860’ta, Kafkasya Müslümanlarıyla savaşıp onları da topraklarından sürdüler. Savaşların sonuncusu, yani 1919-1923 Türk Kurtuluş Savaşı, Müslümanların galip geldiği tek savaş oldu.

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.