İLK MÜSLÜMANLARIN FETİHLERİ ÜZERİNE
Hz. Muhammed döneminden önce, Arabistan yarımadasında, Yemen’deki krallık dışında devlet yoktu. Hendek Savaşı için Mekkeli müşriklerin topladıkları 10.000 kişilik ordu, yarımadada o güne kadar görülen en büyük ordu idi. Demek ki, Arabistan halkında savaş tecrübesi çok yetersizdi. Yarımadanın kuzeyinde ise, Arap Yarımadasındaki bu ortamla karşılaştırılınca, o devrin iki süper gücü olarak değerlendirilebilecek Doğu Roma İmparatorluğu ve Sasani Devleti vardı.
Bölgenin büyük kısmı çöl idi. Dolayısıyla verimli arazileri çok az olduğundan, gelirlerinin çoğunluğunu ticaretten elde ediyorlardı. En büyük şehir olan Mekke’nin geliri, Kâbe’deki putlar için gelen ziyaretçilerdi. Bu ziyaret döneminde kurulan panayırların, Mekkelilerin gelirlerinde önemi büyüktü. Ortada bir devlet otoritesi olmadığından, kabileler arasındaki ihtilâflar, küçük çaplı savaşlara sebep oluyordu. Küçük de olsa bu savaşların, bilhassa Kâbe’nin ziyaret edildiği dönemde ticarete engel olmaması için, kabileler arasında savaşılmayan aylar anlayışı ihdas edilmişti.
İşte böylesine elverişsiz ortamın insanları, İslâmiyet’le şereflendikten sonra, çok kısa sürede büyük askeri başarılar elde ettiler. Sasani Devletini tamamen yıktılar. Roma İmparatorluğunun hâkim olduğu yerlerin, bir kısmını ele geçirdiler. Tarihte o döneme göre görülmemiş bir başarı elde ettiler.
İlk Müslümanların fetihler yaparak hızla yayılmalarının, zahiri olarak birkaç sebebi vardır. Biri, gerek Sasani Devletinin ve gerekse Bizans Devletinin güçlerinin tam o dönemde zayıflamış olmasıdır. Arabistan’da, Hz. Peygamberin Medine’ye göç etmesiyle, Müslümanlığın tutunmaya çalıştığı dönemde, önce Sasanilerin Bizans’a saldırıp ağır bir yenilgi vermesiyle başlayan ve Bizans ile Sasani Devleti arasında 15 yıl sürecek ve Bizans’ın Sasanileri yendiği zorlu mücadeleler oluyordu.
Bu ortam Kur’an’da Rum Suresinin başlangıcında şöyle ifade edilmiştir:
30/2,3,4,5: Rumlar, yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar. Onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Önce de, sonra da emir Allah’ındır. O gün Allah’ın (Rumlara) zafer vermesiyle müminler sevinecektir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir. Allah, (onlara zafer konusunda) bir vaatte bulunmuştur. Allah, vaadinden dönmez. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarıdaki ayetlerden anlaşılan odur ki, Yüce Yaradan, Müslümanların fetihlerde bulunabilmesi için şartları hazırlamıştır. Ayette geçen “Allah’ın Rumlara zafer vermesiyle müminler sevinecektir” sözü, gerçekleşmiştir. Nitekim o dönemde Arapların ortamına göre iki süper güç olan bu devletler, 15 yıl boyunca birbirlerinin güçlerini kırdılar. Bu durum, I. Ve II. Dünya Savaşının sonundaki ortama benzetilebilir.
İşte Müslümanların, Sasaniler üzerine ilk seferlerine başladıklarında, Sasanilerin merkezi hükümeti iyice zayıflamış, valiler kendi başlarına hareket etmeye başlamış, sanki derebeylikler gibi feodal krallıklara ayrılarak güç parçalanması oluşmuştu. Hem mecburen konulan ağır vergilerin, hem de merkezi hükümetin çok zayıflamasının, Arap fetihlerinin gerçekleşmesinde ciddi etkisi olmuştur. Nitekim fetihler için uygun olan bu parçalanmışlık hali, yalnızca Sasani bölgesinde değil, Bizans’ın hâkimiyetindeki Güney ve Doğu Anadolu’da oluştu. Zaten, Mısır ve Afrika’nın kuzey bölgesinde de benzer şartlar vardı.
Fetihlerdeki bir diğer sebep, ilk Müslümanlardaki heyecanı oluşturan en etkili anlayış olan, Allah’ın adını yayma gayretidir. Müslümanların bir kısmı, canlarını hiçe sayarak yaptıkları bu mücadelelerin sonucunda, şehit veya gazi olarak, Yüce Yaradan’ın Cennetine girmeyi hedeflemişlerdir.
Fetihlerin hızlı olmasındaki bir başka neden, Arapların, Müslümanlığı, tıpkı Yahudiler gibi, kendilerine ait bir din olarak görmeleridir. Bu anlayışları, yani Arapların, İslâmiyet’i, kendi içlerinden çıkmış bir din olarak sahiplenmeleri sonucu, Müslümanlığı, millileşmek gibi bir konuma getirmelerine vesile olmuştur. Bu anlayış, Arap kabilelerindeki soy üstünlüğü arayışıyla birleşince, Arap önderlerine ayrı bir güç vermiştir.
Bu fikre ulaşmamızda, Sıffın Savaşlarının sebepleri etkili olmuştur. Bu savaşlarda, Müslümanlık öncesindeki Araplardaki gerçek ortamın, soy üstünlüğü tartışmaları şeklinde olmasının etkisi görülür. Muaviye’nin, Hz. Ali yaptığı mücadelelerin arkasında yatan sebebin, sadece Allah’ın şanını yüceltme çabasının olmadığı artık bilinmektedir. Muaviye’nin mücadelesini tetikleyen asıl unsurun, kendi kabilesini üstün kılma anlayışı olduğu hususu reddedilemeyecek kadar açıktır. Yoksa Yüce Yaradan’ın şanını, Hz. Ali’nin yapacağından daha çok yücelteceğini düşünmek safdillik olur.
Müslüman Arapların hızlı yayılmalarının bir diğer sebebi, gittikleri yerlerdeki uygulamalarıdır. Müslüman yöneticiler, fethettikleri yeni yerlerde, halka karşı değil, halkı ezen guruplarla mücadele etmişlerdir. Köylüleri değil, köylüleri ezen derebeyi anlayışındaki önderleri cezalandırmayı hedeflemişlerdir. Halkı sömüren papazları ve Kilise mensuplarını saf dışı etmişlerdir. Elbette olaylar tamamen böyle gelişmemiştir. Ancak, bu yönde bir gayret gösterildiği açıktır.
Gittikleri yerlerdeki halka, mümkün olduğunca az eziyet etmeye çalışmışlar, onlarla askeri anlamda savaşmamaya gayret etmişlerdir. Bu sebeple fakir halk, Müslümanları kurtarıcı olarak görmüşlerdir. Mısır ve ilerisindeki Kuzey Afrika’daki ilerlemelerinde güçlü direnişlerle karşılaşmamışlardır. Aynı durum bugünkü Anadolu’nun sınırlarına kadar yaptıkları fetihler için de geçerli olmuştur. Roma İmparatorluğunun yöneticilerinin, bölge halklarını insan yerine koymayan davranışları, halkların Müslümanları kurtarıcı görmelerinde etkili olmuştur. Sasani Devletinin topraklarının fethi için aynı şeyi söylemek biraz zordur. Nitekim İran’ın ilk fethi sırasında yerli halkta başlayan burukluk, günümüze kadar sürmüştür.
Ancak ilk Müslümanların, fethettikleri yerlerdeki halkların desteğini almaya yönelik bu uygulamaları, ilk dört halifeden sonra değişmeye başlamıştır. Muaviye ile başlayan Emevi sülâlesi döneminde halka eziyet etmeye başlanmış ve Arap olmayan Müslümanları dışlamaya çalışmışlardır. Emevi hanedanı, bu yanlışlarının faturasını ağır ödemişlerdir. O dönemde Müslümanların heyecanı ile fethedilen yerlerden gelen ganimetlerle, Emevi Sülalesi yönetimindeki devlet zenginlemiştir. Bu zenginliğe ve Müslüman olmanın halklarda oluşturduğu heyecana rağmen, 90 yıl sonra bir ayaklanma sonucu yıkılmışlardır. Hâlbuki o döneme bakıldığında, yeni kurulan ve sürekli fetihler yaparak zenginleyen bir devletin yönetici sülalesinin iktidarlarının ortalama süresi 300 yıldan fazladır.
Selçuklu Türklerinin Anadolu’yu fetihlerinde de, bazı sebepler etkili olmuştur. Müslümanlığı yeni kabul eden Selçuklular, daha önce Müslüman olmuş Karahanlı Türkleri ve Gazneli Türk Devleti arasında sıkışıp kalmışlardır. Yüzlerini mecburen Batıya çeviren Selçuklular, 1040’ta Dandanakan Savaşında Gaznelileri yenerek ilerlemeye başlamışlardır. 1078 yılında, Bizans’tan aldıkları İznik’i başkent yapacak kadar hızla ilerlemişlerdir. Bu başarının bir sebebi, heyecanlarıdır. Bir diğer nedeni, askeri anlayışlarıdır.
Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat’a gelerek, Abbasi Halifesini, Şii Büveyhlilerin elinden kurtarmıştır. Bu hadise ve kısa sürede gelişen Selçuklu fetihleri, Müslüman yönetimlerin anlayışında yeni bir devrim oluşturmuştur. Türkler, Müslüman devlet yönetimlerinin giderek askeri hüviyet kazanmalarına sebep olmuşlardır. Bu yapı, Müslüman Türklerin fetihlerinde çok önemli bir etkeni oluşturmuştur. Aslında Türklerin bu anlayışları, Abbasiler döneminde anlaşılmıştı. Bizans bölgesindeki fetihlerde ve iç isyanların bastırılmasında, Abbasi ordusundaki Türk komutanların ve askerlerin etkisi büyük olmuştu.
Türkler de, Müslüman Arapların fetihlerinin ilk başlangıcında gittikleri yerlerdeki uygulamaların benzerlerini yapmışlardır. Böylece, Bizans Devletinin ve Bizans tekfurlarının ezdiği halk tarafından kurtarıcı olarak karşılanmışlardır. Bölge halkı tarafından desteklendiklerinin bir göstergesi, meşhur Haçlı Seferlerine rağmen Anadolu’da tutunabilmiş olmalarıdır. Bu tutunmayı, İran’da hâkim olan Büyük Selçuklu Devletinden herhangi bir destek güç almadan, kendi başlarına başarmışlardır.
Nitekim Selçukluların, güçlü Haçlı ordularına rağmen Anadolu’da tutundukları bu dönem, ana kol olan bugünkü İran’daki Büyük Selçukludan ayrılarak, sadece Anadolu Selçuklu devleti şeklinde tek başlarına ve daha güçsüz kaldıkları devirdir. Hattâ tek başına Anadolu Selçuklu Devleti değil, Sivas dolaylarında güçlü bir Danişmendliler Beyliğinin de olduğu bir ortam mevcut idi. Yani, Anadolu’daki Türklerde iki başlılık vardı. Ayrıca, pek dikkat çekmeyen bir başka olumsuzluk daha vardı. Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu’daki boyların kendi bölgeleri olan İran’a geri gelmelerini istemiyordu. Çünkü Anadolu’ya geçen beyleri ve boyları, evin haşarı çocuğu gibi görüyorlardı. Geri gelirlerse, evin düzenini bozacaklarından korkuyorlardı.
İşte, ana koldan ayrı ve tek başlarına olmalarına ve ana kol tarafından istenilmemelerine rağmen, güçlü Haçlı Seferleri karşısında başlangıçta biraz gerilediler. Ama bölgeyi terk etmediler. Bir süre sonra tekrar ilerliyerek kaybettikleri yerleri geri aldılar. Bizans İmparatorunun son bir gayretle kurduğu büyük orduyu, 1176’da Miryakefalon’da yenen II. Kılıçaslan, Malatya başpiskoposuna yazdığı mektupta, savaşı onun duaları sayesinde kazandığını söylemiştir. Bu mektup, Türklerin, fetihler sırasındaki hoşgörülü ve adaletli uygulamalarını göstermek açısından tek başına yeterlidir.
Peki, ilk Müslümanların önemli bir bölümü, baş döndürücü bir hızla fetih yapacak ve gittikleri bölgelerde kalıcı olacak bu anlayışa nasıl sahip olmuşlardı? Bunun nedenlerinden en önemlisi, onların, Yüce Yaradan’ı gerçek anlamda kavramalarıdır. Tabiri caizse, tek olan Tanrı’yı “bulmuş” olmalarıdır. Allah’ın varlığına ve yüceliğine kalpten inanan bu insanların, ibadetlere verdikleri anlamlar da günümüzden farklı olmuştur.
Fetih zihniyetini içselleştirmiş bir Müslümanın, namaz ibadetine bakışı, günümüzdeki çoğunluğun bakışından farklıdır. İlk Müslümanların çoğuna göre namaz, Yüce Yaradan’a olan bağlılığın bir simgesi idi. Onlar, insanın kendi kendine yetmediğinin farkına varmışlardı. Allah karşısında bir hiç olduklarını, namaz ibadeti sırasında daha çok hissediyorlardı. İlk Müslümanlar, yüklendikleri sorumluluğun da farkında idiler. Namaz onlar için, bu sorumluluklarını yerine getirebilmek amacıyla, Yüce Yaradan’dan yardım isteme vasıtasıydı. Yapacakları mücadelenin üstün enerji gücünü, kıldıkları namaz sırasında Allah’tan almaya çalışıyorlardı. Namaz onların çoğu için, nefislerinin arzuladığı şan, şöhret, servet gibi nimetleri feda edip, tevazu sahibi olmaya hazır olduklarını anladıkları bir an idi.
Bu güzel insanlar için, orucun da anlamı farklıydı. İlk Müslümanların çoğuna göre oruç, Allah’ın çağrısına kendilerini hazırlama vesilesi idi. Oruç sayesinde, kendilerine, yani nefislerine karşı hâkim olmayı öğrenmeye çalışmışlardır. Kendilerine hâkim olmayı başardıktan sonra, yukarıda bahsettiğimiz uygulamaları yapmak onlar için, sıradan bir tutum olmuştur.
Bizlere örnek olacak işler yapan bu Müslümanların, zekât ibadetine bakışları da değişik idi. Zekât onlar için, ekonomiyi, manevi hayatla bütünleştirmeye yarayan bir ibadet idi. Böylece insanlarla kaynaşabiliyorlar ve zekât verdiklerinin mutluluklarına ortak olarak, kendileri de huzur buluyorlardı. Sonuçta, hem fakirler azalıyor hem de toplum huzurlu oluyordu.
Demek ki, gerek ilk Müslüman Arapların ve gerekse Müslüman Türklerin fetihleri, sadece askeri temele dayanmamaktadır. Fetihlerin önemli bir sebebi, tek olan Tanrı inancına dayalı kültürel anlayıştır. Fetihler peşinde koşan bu güzel insanlar, hayatın derin anlamını, gittikleri yerlerin halklarından daha iyi kavramışlardı. Başarılarının bir nedeni bu kavrayış farkı idi. Bu insanların istekleri değil, gayeleri vardı. Dolayısıyla, mücadelelerinin ve yaşamlarının anlamı vardı. Müslüman olmak, onlar için tek olan Tanrı’ya teslim olmak anlamındaydı. Tolstoy’un dediği gibi “Ölüm korkusunu bırakıp, hayatı tek olan Tanrı’ya bağışlayınca taş gibi yüreğin uysallaştığını, yumuşadığını ve boyun eğdiğini” anlamışlardı.