NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİNDEN ALINABİLECEK DERSLER 1
Hemen her milletin tarihinde, bir taraftan güldürürken diğer yandan düşündüren hikâyeler vardır. Bu hikâyelerin bir kısmı bir kişiye atfedilir. Hikâye anlatıcılarının çoğu, söylediklerinin daha bir can kulağı ile dinlenilmesini sağlamak için, meşhur olmuş bir şahsın adına anlatırlar. Böylece zaten meşhur olmuş o şahıs, daha fazla tanınır ve hikâyeleri can kulağıyla dinlenir hale gelir.
Türklerdeki Nasreddin Hoca da, böylesine tanınmış birisidir. Öyle ki, çok geniş coğrafyaya yayılmış olan Türklerin yaşadıkları hemen bütün bölgelerde hikâyeleri anlatılır. Türkiye’de Nasreddin Hoca olarak bilinen bu şahsın adı, kimi bölgede Hoca Nasreddin, kimi yerde Hace Nasreddin, kimi yörede Nasreddin Efendi, bazı bölgelerde Kocanasır, bazılarında ise Nastradin olarak bilinir.
Dolayısıyla hikâyeleri çok geniş coğrafyada dilden dile yayılmıştır. Bütün bölgelerde aynı olan hikâyeleri olduğu gibi, yörelere göre değişen farklı hikâyeleri de vardır. Bu yönüyle Nasreddin Hoca, dünya üzerinde en geniş coğrafyada etkili olmuş üstatlardandır. Bu sebeple birçok hikâye onun başından geçmemiş olsa bile onun adına anlatılmıştır. Meselâ, Türkiye’de Akşehir’de yaşadığı düşünülen Nasreddin Hoca, Emir Timur Anadolu’ya geldiğinde çoktan vefat etmiş olmasına rağmen, Timur ile hikâyeleri anlatılır. (Bu hususta daha geniş bilgi, yazımızın dördüncü serisinde verilecektir.)
İşte bu gibi sebeplerden dolayı, onun hikâyelerini irdelersek, geniş coğrafyaya yayılmış atalarımızın düşünce yapıları ve olaylara bakışlarını da irdelemiş oluruz. Bu hikâyelerden çıkaracağımız dersler, atalarımızın -en azından bir bölümünün- bize aktarmak istediklerine ulaşmamıza vesile olacaktır kanaatindeyim.
Bu kanaati taşıdığım için, Nasreddin Hoca ile irtibatlandırılarak anlatılan hikâyeleri ele alacağım. Bu hikâyelerden nasıl bir ders çıkardığımı ve ne anladığımı açıklamaya çalışarak sizlerle paylaşacağım.
Aslında beni böyle bir paylaşım yapmam için yönlendiren şey, 50 yıl kadar önce TÜBİTAK kurumunun çıkardığı Bilim ve Teknik Dergisinde okuduğum bir yazıdır. Şimdi adını hatırlayamadığım bir İngiliz, Nasreddin Hoca’nın aşağıda yazacağım hikâyesini anlatarak, sonunda bir yorum yapmıştı. Hikâye şöyle:
Nasreddin Hoca’ya sormuşlar. “Hocam, minareleri nasıl yaparlar?”
Hoca demiş ki; “Nasıl olacak? Kuyuları kazarlar, sonra ters çevirirler, işte sana minare.”
İngiliz yazar, bu hikâyeyi yorumlarken şöyle diyor: “Demek ki, Nasreddin Hoca’da artı-eksi kavramı varmış. Yani matematikten başka cebir bilgisi varmış.”
Hâlbuki ben bu fıkrayı bilmeme rağmen, hiç bu yönden yorumlamamıştım. Şimdi ben de, benzer bakış açısıyla hikâyeleri yorumlamaya, dersler çıkarmaya çalışacağım. Yukarıda Nasreddin Hoca’yı anlatırken bahsettiğim konulardan dolayı, yorumlamalarımla, sadece Nasreddin Hoca’nın değil, anonim olarak bilge atalarımızın olaylara nasıl baktıklarını göstermeye çalışacağım.
HİKÂYE: YÜKÜN YARISINI BEN ALDIM
Hoca bir gün eşeğine yüklerini yüklemiş, sonra da üzerine de kendi binmiş. Eşek yürümekte zorlanmış, ayaklarını açarak ve yavaşça gitmeye başlamış. Bunun üzerine Hoca inmiş, eşeğin üzerindeki yüklerin bir kısmını kendi sırtına almış. Tekrar eşeğe binmiş. Eşek yine yürümekte aynı şekilde zorlanınca,
Hoca:
_ Behey eşek! demiş. Yükün yarısını ben aldım; yine de yürümezsin!…
YORUM:
Benim bu fıkradan çıkarabildiğim iki ana mesaj var.
Birincisi; bir olayın şiddetinin, yönünün, ağırlığının vb. tayininde referans noktasının önemli olduğudur.
Hikâyenin anlatımında, Hoca’nın referans noktası kavramına sahip olduğu anlaşılıyor. Nitekim referans noktası Hoca olursa, gerçekten yükün yarısı Hoca’da. Ama referans noktası eşek olursa, yüklerin tamamı eşeğin üzerinde demektir. Referans noktası yer olursa, eşek dâhil üzerindekilerin hepsinin ağırlığını yer çekiyor demektir.
Günümüzde, öğretim görmüş insanlar bu farkı bilirler. Ama bildiklerini halka anlatabilmeleri o kadar kolay değildir. Diyelim ki insanlara referans noktası hususunu anlattık. Ama insanların bunu akıllarında iz bırakacak şekilde kavramalarını sağlayarak, unutmamaları için bir yol bulalım dersek, ancak bu hikâye kadar güzelini oluşturabiliriz. Hikâyenin unsurları, o dönem insanlarının her gün yaşadıkları şeyler olduğu için, can kulağıyla dinlenir ve kolay kolay unutulmaz olduğunu asırlardır anlatılmasından anlıyoruz.
Referans noktası hususunu günümüz insanlarına anlatırken verilen en meşhur örnek tren içerisindeki bir insanın hareketidir. Tren içerisindeki bir şahıs, trenin gittiği yönün tersine bir şekilde tren içerisinde yürüyüş yaptığında, referans yeri tren olursa, o insan geriye doğru gidiyor olarak görülür. Ama trene dışarıdan bakan biri için, o kişi, trenle birlikte ileriye doğru gitmektedir.
İkinci mesaj, sadece kendi fikrimizi esas alarak birilerine yardımcı olmaya çalışmanın, onlara gerçekten yardımcı olunduğu anlamına gelmeyeceğidir. Karşıdakine yardımcı olmanın en iyi yolunun ona sorularak onun isteklerine göre yönlenerek yapılabileceğidir. Yani özetle, yapılacak yardımın işe yaraması için, referans noktası, yardım edilecek kişi olmalıdır. Bizim durduğumuz yer, ondan farklı olduğu için, bizim bakışımızın, karşımızdakinin bakış açısından farklı olacağı açıktır. Bu farkı kavrayabilmiş de olsak, kavrayamamış da olsak, sadece kendi fikrimize göre yapacağımız yardımın, bizi beklediğimiz sonuca ulaştırması ihtimali zayıftır.
HİKÂYE: BENİM NELER ÇEKTİĞİMİ ANLASINLAR
Hoca, eşeğini pazara getirip satması için tellâla vermiş. Gelen müşteri yaşını anlamak için dişine bakacak olmuş, eşek elini ısırmış. Adam can havliyle oradan uzaklaşmış. Başka bir müşteri gelmiş. Eşeğin kuyruğunu kaldıracak olmuş, sağlam bir tekme yemiş. Toplayarak uzaklaşmış.
Tellâl, Hoca’nın yanına gelmiş:
_ Efendi! Bu eşeği kimse almaz. Önüne geleni kapıyor, ardına geleni tepiyor, deyince Hoca:
_ Zaten ben de onu satmak için getirmedim, demiş. Herkes görsün de benim neler çektiğimi anlasın, diye getirdim.
YORUM:
Benim bu fıkradan çıkarabildiğim dersler şöyle:
Hoca, hiçbir şeyin dışarıdan görüldüğü gibi olmayabileceğini, konu hakkında daha doğru bilgiye ulaşmak için olayı yakından ve mümkünse içinde yaşayarak incelemek gerektiğini anlatmaya çalışmış. Muhtemelen Hoca, tanıdıklarına eşeğin bu davranışını söylemiştir. Ama aldığı cevabın, “olur mu Hoca, hiç eşek böyle yapar mı? Sen de bize hiç eşek görmemişiz gibi anlatıyorsun.” şeklinde olması ihtimali kuvvetlidir. Dolayısıyla Hoca, kimseye derdini anlatamamış olabilir.
Ayrıca Hocanın, insanların anlatılanlara inanmadığını, hâlbuki kendisi gibi güvenilir insanlara inanmalarını vurgulamak istediği kanaatindeyim.
Böylece, güvenilir insanlara dahi inanmayanların, işin doğrusunu kendilerinin deneyerek anlamaya çalışmalarının, kendilerine pahalıya mal olabileceğini göstermek istemiş. Bu dersleri de yine, o dönemde her evde bulunan eşek üzerinden vererek, akılda kalmasını sağlamaya çalışmış.
Bir başka ders olarak, fıkranın sonunda Hoca, “Zaten ben de onu satmak için getirmedim, herkes görsün de benim neler çektiğimi anlasın, diye getirdim” diyerek, insanlara sadece anlatarak değil, uygulamalı olarak gösterildiğinde, konuyu daha iyi kavrayacaklarını göstermek istediği kanaatindeyim.