KAÇ TANE TANRI OLABİLİR
Bu sitede yayınladığımız “Tanrı’nın Varlığına veya Yokluğuna Kendimiz Karar Verelim” başlıklı yazımızda, her insanın rahatça gözlemleyebileceği konular üzerinde sorgulama yapmıştık. Bilim insanlarını hayrete düşüren ve onları Tanrı’nın varlığına daha kalpten inanmalarını sağlayan, evrendeki simetri ve bazı sabiteler gibi bulgulardan bahsetmemiştik. Hepimizin çevremizde görebileceği örümcekler, sinekler, tavuklar, kuşlar, ağaçlar gibi örneklerden yürümüştük.
Bu yazımız, çevresindeki varlıkları inceleyip sorguladıktan sonra, halen Tanrı’nın varlığına inanmamakta ısrar edenleri ikna etmek için değildir. Onlara, şu hikâyeyi anlatarak, tekrar düşünmelerini umut etmek istiyoruz.
“Din afyondur” diyen bazı komünist yönetimlerin bütün hızıyla hüküm sürdükleri bir dönemde, askerlerin eğitimi sırasında yaşandığına inanılan hikâye şöyle: Bölük komutanı, eğitimin sonunda askerleri toplar ve onlara sorular sorar. “Şu karşıdaki tek top ağacı görüyor musunuz?” erler cevap verirler, “görüyoruz komutanım”. Komutan gururlu bir edayla erlere der ki, “var da ondan görüyorsunuz”. Komutan aynı şekilde etraftaki görünen tepeleri, binaları tek tek sorar. Her defasında aynı cevabı alır. O da her seferinde, “var da ondan görüyorsunuz” der.
Can alıcı olarak gördüğü sorusunu en sona saklar ve sorar: “Tanrı’yı görebiliyor musunuz?” Erler cevap verirler; “göremiyoruz komutanım”. Bu anı bekleyen komutan, Tanrı için, “yok da ondan göremiyorsunuz” diye gururla söylenir. Derken bir gün bölük komutanı izne çıkar, yerine yardımcısı geçer. O da askerlere aynı soruları sorar ve aynı cevapları alır. Ama yardımcı, bu defa, “Tanrı’yı görebiliyor musunuz?” diye sormak yerine, “bizim komutanın aklını görebiliyor musunuz?” diye sorunca, askerler “göremiyoruz komutanım” diye cevap verirler. Yardımcı, “yok da ondan” der.
Akıllarını kaybetmiş gibi davrananların, akıllarının başlarına gelmesini beklerken, biz aklını kullanarak sorgulayanlarla birlikte fikir yürütmeye devam edelim. Umulur ki, aklı başında olmayanlar da, çevrelerindeki olayları, yeterince sorguladıktan sonra bakış açılarını değiştirirler inşallah.
Bilinen çok tanrılı mitolojinin en eskisi Antik Mısır’da bundan beş bin yıl öncesinde oluşmaya başlamıştır. Yaklaşık iki bin yıl sonrasında, Antik Helen’de de, çok tanrılı inanış görülmüştür. Antik Helen inanışında tanrı sayısı 12 ile sınırlandırılmıştır. Eğer yeni bir tanrıya inanılır ve heykeli Olympos’a konulursa, eski tanrılardan birinin heykeli ortadan kaldırılarak 12 sayısı muhafaza edilmiştir. Bu tanrıların çoğu erkek, bir kısmı ise kadın olarak tasarlanmıştır. Antik Mısır’da ise durum daha karmaşıktır. Sayıları çok fazla olan erkek ve kadın tanrıların haricinde, aynı vücutta hem kadın hem de erkek olan tanrılar da vardır. Sonraki dönemlerde Antik Mısır’da da, tanrıların sayılarında ve isimlerinde, sürekli değişiklikler olmuştur.
Günümüz insanı açısından bakılınca, çok tanrılı inanışlarla ilgili olarak anlatılan mitolojik olaylar, tanrılar arasındaki mücadeleler, tebessümle izlenmenin ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü bu tanrılar, gerçekte olmayan, ama insanların kendilerinin uydurdukları hayali şeylerdir. Eğer bu tanrılar, insanların uydurmaları olmasaydı, sayıları ve isimleri değişip durmazdı. Eğer bu tanrılar, uydurma olmasaydı, halen varlıklarını sürdürmeleri gerekirdi. Bu sebeple, eski dönemlerdeki çok tanrılı inanışlar hakkında fikir yürütmenin, günümüze bir katkısı olmayacağından, biz bugünkü tartışmalar hakkında düşünce üretmeye çalışacağız.
Kâinatın ve kâinattaki bütün varlıkların kendiliğinden oluştuğunu, bugüne kadar da tesadüfen aynı özelliklerini muhafaza ettiklerini düşünenlerin, bu yazımızın konusunun dışında olduğunu söylemiştik. Biz, evrenin ve evrendeki varlıkların yaratıldığını kabul edenlerin fikirlerini sorgulamayı sürdüreceğiz.
Evrenin yaratıcısının, bir tane olduğunu düşünenlerin çoğunlukta olduğu günümüzde, Tanrı hakkındaki fikirlerde insanları tereddüde düşürerek ayrıştıran, birbirlerini ötekileştiren bazı ortamlar vardır. İlâhi kaynaklı dinler olan Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık gibi inançlara sahip insanların birbirlerine karşı tavırları, insanları tereddüde düşürmektedir. Her üçünde de, düşünmeden hareket eden veya menfaati gereği davranan insanlardan dolayı, bu inanışların mensuplarının bir bölümü, diğer gurupları düşman olarak görmektedirler. Birbirleriyle acımasızca mücadele etmektedirler.
Böylesine acımasız mücadeleyi dışarıdan seyredenler, Yahudi’nin, Hıristiyan’ın ve Müslüman’ın her birinin inandığı Tanrı’sının farklı olduğu yanılgısına düşebilirler.
Peki, birbirlerinin ibadet ettikleri camilerini bombalayan Şii ve Sünni Müslümanları görenler ne düşünmelidirler?
Veya birbirlerini acımasızca öldüren Katolik ve Protestan Hıristiyanları duyanlar nasıl yorum yapmalılar?
Ya da kendileri dışındakileri insan olarak bile görmeyen Yahudilerle karşılaşanlar, Tanrı fikri hakkında ne düşünebilirler? İlâhi kaynaklı üç din varsa, üç tane de tanrı vardır gibi garabet bir durum doğmaz mı?
İnsanlar mutsuz bir tavırla, hayatı, hem kendilerine hem de başkalarına zehir etmeye çalışırlarken, doğada yaşayan diğer canlılar ne yapıyorlar bir inceleyelim.
Yaşadıkları mücadelelerinin bazılarını, önceki yazılarımızda yazdığımız hayvanları izleyelim.
Ağını ördükten sonra, ördüğü ağının üzerinde, belki de 10 gün aç-bilaç ama sabırla, bir sineğin konmasını bekleyen örümcekte, mutsuzluk işareti var mıdır acaba? Eğer günlerce aç bekleyen örümcek mutsuz olsaydı, yerini terk eder giderdi. Belki de başka örümceklerle kavga eder, onları öldürüp yemeye çalışırdı. Ama böyle bir şeyin görüldüğünü zannetmiyorum.
Haftalarca aç dolaştığı için mutsuz olan bir aslan duydunuz mu? Eğer aç dolaşan aslanlar mutsuz olsalardı, en sonunda karşılaştıkları hayvan sürüsünden ihtiyaçlarını gidermek için sadece birini öldürmekle kalmazlardı. Uzun süre aç dolaşmanın verdiği mutsuzluğun tetiklediği kızgınlıkla, birçok hayvanı öldürmeye çalışırlardı. Ya da birkaç aslan birlikte dolaşıyorlarsa, yiyecek hayvan bulamadıklarında mutsuzluğun verdiği öfkeyle, içlerinden en zayıfını öldürüp yemeleri gerekmez miydi?
Başka tavukların yumurtladığı yumurtaların üzerinde, hiç kıpırdamadan yaklaşık üç hafta oturan bir tavuğun mutsuz olduğunu gördünüz mü? Hiç kıpırdamadan kuluçkaya yatan bir tavuğun, bu dönemde nasıl yiyip içtiğini, dışkı yapıp yapmadığını araştırmadım. Ama biz insanlar açısından bakılınca, üç hafta kıpırdamadan durmanın ne kadar zor olduğu kesin bellidir. Tavuk, bu zorluklar karşısında eğer mutsuz olsaydı, yumurtaların üzerinden kalkar gider, diğer tavuklarla beraber dolaşır, eşinir ve karnını doyururdu.
Bu örneklerin onlarcasını okuyucularımız bir çırpıda düşünebilirler. Şimdi aklımıza gelen bütün örnekleri sorgulayarak, tekrar düşünmeye devam edelim. Eğer tanrılar çok sayıda olsaydı, hayvanların bir kısmını başka tanrıların yaratması beklenirdi. Farklı tanrıların yarattıklarının yapılarının ve özelliklerinin de, değişik olması gerekirdi. Hâlbuki yeryüzündeki hemen bütün hayvanların psikolojik davranışları, gurup halinde yaşarlarken uydukları toplumsal kuralları, annelik duyguları, yavruların anneye bağlılıkları birbirine benzemektedir. Dolayısıyla, bütün hayvanları yaratan Tanrı, tektir.
Diyelim ki, tanrılar birden fazladır. Bu takdirde, aklımıza hemen gelen bazı sorular olacaktır.
Bu durumda güneşi hangisi yaratmış olabilir? Dünyayı yaratan ile güneşi veya diğer gezegenleri yaratan aynı mı, yoksa farklı mıdır?
Denizleri, karaları, bitkileri, hayvanları veya insanları yaratan tanrılar farklı tanrı mıdır?
Tanrılar, neleri yaratacakları hususunda aralarında anlaşmışlar mıdır?
İnsanların sahip oldukları akıl, vicdan ve irade gibi donanımları ve nefret-sevgi gibi duyguları yaratmayı, tanrılar aralarında paylaşmışlar mıdır? Bu gibi soruları bir çırpıda çoğaltabiliriz. Ama hiçbirisine cevap veremeyiz. Ama şunu net bir şekilde söyleyebiliriz ki, eğer çok sayıda yaratıcı tanrı olsaydı, evren, yeryüzü, güneş, ay, insanlar, hülasa, var olan her şey kargaşa içerisinde olurdu ve hepsinin ömrü çok kısa olurdu. Milyarlarca veya milyonlarca yıl sürmezdi.
Demek ki, hayvanlarla ilgili aktardığımız sorgulamalardan yürürsek, bütün hayvanları yaratan Tanrı tektir. Aynı sorgulama mantığıyla düşündüğümüzde, bütün evreni yaratan Tanrı, tek olmalıdır. Bu tek olan Tanrı, yarattığı hayvanların mutsuz olmalarını istememiş ve onlara, gerekli sabır ve sebatı vermiştir.
Yarattığı hayvanların, yaşamlarının en sıkıntılı anlarında bile mutsuz olmamaları için plan yapan bir Yüce Yaradan, “halefi” olarak yarattığını söylediği insanların mutsuz olmalarını ister mi?
Hayvanlara karşı böylesine ince ruhlu olan bir Yaratıcı, gönderdiği peygamberler aracılığıyla, Kendisinin yarattığı insanlara, birbiriyle çelişen, farklı ve hattâ birbirine zıt bilgiler verir mi?
Peygamberleri aracılığıyla, insanları birbiriyle savaştırıp, yukarıdan onların kavgasını zevkle seyreder mi?
Kendi görevlendirdiği peygamberler aracılığıyla, insanları birbirine düşüren bir güç, Tanrı olarak saygı görmeyi hak eder mi?
Bir Tanrı, Kendisinin gönderdiği peygamberlerin bazısına inanan kavimlerden sadece birini “insan” sayacağını, ifade eder mi?
Bu kavmin dışındaki diğer kavimlerin, bu tek kavme gönderdiği peygamberlerini de, Yüce Yaradan’ın elçileri olarak kabul etseler bile, onların insan görünümlü yaratıklar olduğunu söylerse, Tanrı olarak kabul görür mü?
Eğer tek olan Tanrı, yarattığı kavimlerden sadece birinin “insan” olduğunu düşünse, hemen her kavme olmak üzere, yaklaşık 124.000 peygamber yollar mı?
Bilindiği gibi, her dönemde, yaşayan insanlardaki erkek ve kadın oranları hep birbirine yakın olmuştur. Yani ne kadar erkek varsa, yaklaşık o kadar kadın var olmuştur. Eğer insanları yaratanlar birden fazla tanrı olsaydı, insanlık tarihinin her döneminde böylesine bir eşitlik nasıl gerçekleşirdi?
Birbiriyle anlaşamayan tanrılar, kadın-erkek hususundaki eşitlikte uzlaşabilirler miydi?
Diğer tanrıların yarattığı insanlara karşı üstünlük kurmak isteyen bir tanrı, yarattıklarından erkek sayısını artırıp, kadın sayısını azaltmaz mıydı?
Birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi yapan tanrıların hepsi de, daha çok erkek yaratmak istemezler miydi?
O halde, bütün insanları yaratan, tek olan Tanrı’dır. Tanrı tek ise, niçin yarattıkları arasında ayrım yapsın?
Niçin, erkeklere, “has kulları”, kadınlara ise, “üvey kulları” olarak davransın?
Biz erkekler olarak, erkek evlatlara işgücü ve kavga gücü şeklinde baktığımızdan, erkek evlatları, kız çocuklarımıza göre daha üstün tutanlarımız olabilir. Peki, Yüce Yaradan’ın, biz insanların çalışmasına yani işgücüne ihtiyacı var mı?
Ya da, erkekler, Allah’a, kadınlardan daha çok mu şükrederler ve daha çok mu ibadet ederler? Bu soruya evet diyebilecek bir erkeğin olduğunu düşünemediğim gibi, çoğunluğun hayır dediğini duyar gibiyim. Aksine, kadınlar daha duygusal olduklarından, Yüce Yaradan ile daha çok bağlantı kurmaya çalışırlar. Bilhassa, erkek egemenliğinin baskıya dönüştüğü toplumlarda, kadınlar, Tanrı’ya daha çok sığınırlar.
Peki, gerçekler böyle iken, neden kadınlar, Yüce Yaradan tarafından ikinci sınıf muamelesi görsünler?
Bazı insanlar, peygamberlerin erkeklerden seçilmesini, Tanrı’nın erkeklere daha çok değer vermesi şeklinde yorumlamaya çalışıyorlar. Şimdi düşünelim. Hemen hemen bütün peygamberlere itiraz edilmiş, yalancılıkla suçlanmış ve toplumun ileri gelen erkekleri tarafından baskı ve zulme uğramışlardır. Peygamberlerin başlarına gelenler bu kadar açık iken, erkek egemen toplumlara kadın bir peygamber gönderilmiş olsaydı ne olacağını, düşünmek bile istemeyiz. Kendi hanımlarına bile her türlü zulmü reva gören erkekler, hanım peygamberlere neler yapmaya çalışırlardı? Yüce Yaradan, elbette, görevlendirdiği kadın peygamberlere yapılmak istenenleri engellerdi. Ama erkek peygamberlerini yalanlayan bazı kavimleri helâk eden Tanrı, kadın peygamberlerine karşı, soysuzca olan düşüncelerini, fiiliyata dökülmesini beklemeden bile hiç affetmeyebilirdi. Belki de bütün insanlığı helâk eder, içlerinden birazını cennetine, kalan hepsini cehennemine gönderirdi. Bu açıdan bakılınca, Yüce Yaradan’ın kadın peygamber görevlendirmemesi, insanlık için, kıyamet saatinin uzamasına vesile olmuştur dersek yanlış olmaz.
Şimdi de, Yüce Yaradan’ın binlerce peygamber görevlendirmesini irdeleyelim. Tek olan Tanrı, insanlara, akıl, vicdan ve irade vermiş. Düşünme ve düşündüklerini irtibatlandırma kabiliyeti vermiş. Görme, işitme, koku alma, lezzet alma becerisi vermiş. Bunlarla da yetinmemiş, sevgi ve merhamet gibi duygular vermiş. Şöyle bir düşünürsek, bu yazdıklarımızdan çok daha fazlasını veren Yüce Yaradan’ın, artık insanları kendileriyle başbaşa bırakması, en beklenen davranış olurdu. İnsanlara verdiği bunca güzelliklerden sonra hiç karışmaz, ama ahirette huzuruna geldiklerinde cezalandırırdı.
Fakat Tanrı, insanların kendilerine verdiği özellikleri kendi menfaatleri için kullanıp güçlenenlerin, diğer insanlara zulmettiklerini gördükçe, peygamberler görevlendirmiştir. Tek olan Tanrı, insanların, onlara verdiği vasıfları kullanarak, mutlu ve güvenli bir şekilde yaşamalarını arzu etmeseydi, ayrıca on binlerce peygamber ve daha başka elçiler görevlendirir miydi?
Demek ki Tanrı, bizim mutlu olmamızı istiyor. Bir insanın mutlu olabilmesi, ancak vicdanen müsterih olmasına bağlıdır. Kendi başına kaldığında, yaptıklarından dolayı vicdan azabı duyan bir insanın mutlu olabilmesi mümkün değildir.
Başka insanlarla ilişkisinde, sadece menfaatini düşünen bir insan, onların da kendisiyle ilişkilerinde aynı şeyi hedeflediklerini düşünür. Dolayısıyla kimseye güvenemez. Güvenecek kimseleri olmayan bir insanın mutlu olması düşünülemez.
Eğer, çok sayıdaki tanrılar, bizim uydurduğumuz hayali varlıklar değil de, gerçek yaratıcı tanrılar olsaydı, yeryüzündeki hiçbir insanın mutlu olması mümkün olmazdı. Tanrılar, aralarında yaptıkları kavgalarda insanları kullanırlar ve sürekli savaş hali olurdu. Dolayısıyla, kimsede huzur kalmazdı.
Mutlu olmamızın tek yolu, Tanrı’nın tek olmasından ve tek olan Tanrı’nın insanlara gösterdiği yolda, samimiyetle yürümekten geçer.