POZİTİVİZM VE TANRI KAVRAMI
Pozitivizmde, fiziksel veya maddi dünyanın gerçeklerine dayanan bir bilim anlayışı vardır. Bu sebeple pozitivistler, Tanrı kavramının, bilimsel bir hipotez olmadığı için anlamsız olduğunu söylerler. Biyolog Richard Dawkins’e göre, yaratıcı bir süper zekânın (Tanrı’nın) varlığı ve yokluğu, su götürmez bir şekilde bilimsel bir meseledir.
Dawkins’in bu iddiasını, onun savunduğu bilimsel açıdan ele alalım.
Günümüzdeki bilimsel bulgulara göre; doğadaki düzenler, matematiksel olarak kesin, evrensel ve birbirine bağlı haldedir. Bu tespiti yapan bilim insanları, doğanın bu şekilde bir bütün haline nasıl geldiği sorusuna cevap verememektedirler.
Doğanın bir bütün haline nasıl geldiğine cevap verilememesinin bir nedeni, bilimin kendi yapısından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, bilimsel teori ispatlanamaz. Ancak delillerle desteklenebilir. Bu desteklemenin de ömrü, aksi kanıtlar çıkana kadardır. Aksi deliller bulunduğunda, eski teori rafa kalkar.
Hidrojenin babası olarak bilinen Edward Teller’a göre, “bir insan, nasıl suçu ispatlanana kadar suçsuz ise, bir hipotez de ispatlanana kadar suçludur.”
Diğer taraftan, bilimin yapısının işleyişiyle ilgili olarak, insanlara anlatılan yanlış bir tekerleme vardır. Bilimciler (gerçek bilim insanları değil), “hipotezler ispatlanınca teori, daha da ispatlanınca ve kabul görünce kanun olur” şeklinde bir anlatım yaparlar. Hâlbuki gerçek böyle değildir. Bir teorinin kabul görmesi onun kanun olduğunu göstermez. Nitekim termodinamiğin 2inci kanunu, ispatlandığı için değil, aksi ispatlanamadığı için kanun olarak kabul edilmektedir.
Bilim, bir gerçeği gözlemlemiş veya tespit etmiş olabilir. Ama bu, bilimin, onun gerçekliğini doğrulamasını mümkün kılmaktan başka bir anlamı yoktur. Bilimin, onun gerçekliğini doğrulaması, onun, neden ve nasıl o şekilde olduğunu açıklamasını da mümkün kılmamaktadır.
Bu konuyu bir örnekle daha anlaşılır hale getirmeye çalışalım. Bilindiği gibi, cisimlerde, birbirlerini çekme, yani kütle çekim özelliği vardır. Bunun aksi ispatlanamadığı için, bir doğa kanunu olarak kabul görmüştür. Ama bu gözlemin bize verdiği tek bilgi, evrendeki bir gerçekliktir ve evrende ne olduğudur. Ancak bu bilgi, bize, cisimlerin neden birbirlerine doğru hareket ettiklerini açıklamaz. Cisimlerin birbirlerini nasıl çektiklerini de açıklamaz.
Yukarıda verdiğimiz örneklerden daha fazlası evrende vardır. Bu sitede yayınladığımız “Aklımıza Takılan Sorular” başlıklı makalemizde sorduğumuz soruların hiçbirisine cevap veremeyen bilimin, Tanrı’nın varlığı hakkında karar verecek tek merci olarak düşünülmesinin bir anlamı olabilir mi?
Demek ki Richard Dawkins’in savunması, bilimin yöntemleri dikkate alındığında kendi içerisinde çelişkilidir. Dawkins’in fikri, sadece kendi düşüncesini savunabilmek için yaptığı, kanıtsız bir inanç meselesidir. Yani bilimsel bir savunma değildir. Dolayısıyla ciddiye alınması mümkün değildir.
Bir başka pozitivist, Amerikalı felsefeci ve bilişsel bilimci Daniel Dennett, bilincin kaynağının tamamen fiziksel olduğunu savunmaktadır. Fakat bilinç hakkında kimse tam bir bilgi sahibi olmadığı için, kendisine sorulan sorular karşısında Dennett, bilincin, bir mucize sonucu oluşumundan bahsetmek zorunda kalmıştır. Böylece kendisiyle çelişmiştir. Hâlbuki bir şeyin, hem fiziksel yani somut, hem de mucizevi yani soyut olmayacağını en iyi bilenlerden birisi kendisidir.
Geçmişte, Dennett gibi bilimcilerden, kendilerinin bekledikleri cevapları alamayanlar, Einstein’ı bu konuda sıkıştırmak isterler. Bunun üzerine Einstein konuya başka bir açıdan yaklaşarak şöyle söyler: “Ben bir pozitivist değilim. Pozitivizm, gözlemlenemeyen şeyin var olmadığını iddia ediyor. Bu kavram, bilimsel olarak savunulamaz. İnsanların neyi gözlemleyip neyi gözlemlemediklerini, geçerli bir biçimde ispatlamak mümkün değildir.”
Pozitivistlerin iddialarının doğru olduğunu kabul edersek, insanları ancak şöyle tanımlamamız gerekir: “İnsanlar, davranışlarını fiziksel kuralların belirlediği bir robottur.” Diğer taraftan Dawkins’in tanımına göre, insanlar olarak bizler, genler olarak bilinen bencil molekülleri korumak için, gözümüz bağlı programlanan robot araçlarız. Bu düşünürlerin dikkatlerinden kaçan bir husus var. İnsanların hepsi böylesine robotlar olunca, hayatı tamamen fiziksel açıdan değerlendiren pozitivistler, herhalde, verilen emirleri harfiyen uygulayan öncü robotlar olacaklardır.
Biz, pozitivistlerin bile, robot olmayı kabul edeceklerini zannetmiyoruz. Bilindiği gibi, bir robot, ne için programlandıysa onu yapar. Biz, bir robota, programında olmayan güzel sözler söylesek, iltifat etsek, robot hiçbir tepki vermez. Bir robot, bizim üzerimize doğru gelmeye programlanmışsa, onu tatlı bir dil kullanarak başka tarafa yönlendiremeyiz.
Hâlbuki insanlardan en gaddar olanlarının bile, güzel davranışlara ve tatlı dile aynı güzellikle karşılık verebildiği görülmektedir. Demek ki bizler, genlerimizin yönlendirdiği robotlar değiliz. Zaten robot olsaydık, bilim yapamazdık. Hipotezler oluşturamazdık. Onları kanıtlamak için, yıllarca bıkmadan yeni yöntemler geliştirerek çalışamazdık. Robot olsaydık, yaptığımız deneylerde ulaştığımız sonuçları yorumlayamazdık.
Eğer robot gibi davranmayarak, gerçek anlamda bilim yapar ve bulgularımızı mantıklı bir şekilde yorumlarsak, tabiatın, Tanrı’ya işaret eden üç boyutunu rahatça görebiliriz.
Birinci boyut, doğa kanunlarının varlığıdır. Her şey, o kanunlara göre ve hiç sekmeden yürümektedir.
İkinci boyut, hayat boyutudur. Hayat, hayatın yokluğundan çıkmaktadır.
Üçüncü boyut, doğanın varlığıdır. Fiziksel olarak var olan her şeyin, nasıl var olduğu sorusudur.
Antony Flew, eski ateist arkadaşlarına şu soruyu soruyor: “Tanrı’nın varlığı hususunu düşünmemiz için bir neden oluşturmak üzere, ne olması ya da ne olmuş olması gerekir?”
Pozitivistler, bu soruya ve diğerlerine somut cevaplar veremeyip, varoluş için, “mucize sonucu” veya “tesadüfen” gibi soyut cevaplar vermeye çalıştıkları sürece, Tanrı’nın varlığına itiraz etmelerinin hiçbir temelinin olmayacağı açıktır.