AKIL BİLİM VE İMAN İLİŞKİSİ ÜZERİNE
Bu sitede daha önce yayınladığımız “İman ve Akıl İlişkisi” başlıklı makalemizde, aradaki bağlantıları irdelemeye çalışmıştık. Bu yazımızda konuya farklı bir açıdan yaklaşacağız.
İslâm âlimleri arasında, dini bilgiler üzerinde, tarih boyunca farklı fikirler öne sürülmüştür. Bunlardan birisi de, yazımızın konusuyla ilgilidir.
İslâm bilginlerinin bir kısmı, ilk farzın, Allah’a ve Peygamberine iman etmek olduğunu savunmuşlardır. İman ettikten sonra, Kur’an’da gösterilen yolda araştırıcı gözlerle varlıkları incelemeye çalışarak, Yüce Yaradan’ın varlığını bilmenin geleceğini söylemişlerdir. Yani, önce iman, sonra inceleme demişlerdir.
Bazıları ise, ilk farzın, araştırıcı gözlerle çevremize ve kâinata bakmak olduğunu, buradan elde ettiğimiz bilgilerle Allah’ın varlığına inanmamız gerektiğini ifade etmişlerdir. Böyle yapılmadığı takdirde, Yüce Yaradan’ın bir zorunluluk olarak bilinemeyeceğini iddia etmişlerdir. Yani, araştırdıkça iman etmenin daha güzel olduğunu söylemişlerdir.
Hangi fikrin daha makul olduğu hususunda, günümüzdeki tek Tanrı inancındaki kişilere bakarak da karar verebiliriz. Yani, Yüce Yaradan’ın varlığını kabul eden bir ülkedeki bir ailede doğan bir kişinin durumuyla, kendisi araştırarak tek olan Tanrı’yı bulan bir şahsın durumuna bakarak fikrimizi ifade edebiliriz..
Fakat daha gerçekçi bir sonuca ulaşmak için, Kur’an’a bakmakta fayda var.
Bilindiği gibi Kur’an, ilk önce, Hz. Muhammed Mekke şehrinde yaşarken indirilmeye başlanmıştır. Daha sonra Peygamber Medine şehrine hicret edince, orada devam etmiştir. Her iki dönem, yıl olarak birbirine yakındır. Senelerdeki bu dengeye rağmen, Kur’an’daki, varlık ve kâinat ile ilgili olarak inmiş olan ayetlerin tamamına yakını, Mekke’de inmiştir. Demek ki, Yüce Yaradan, çevremizi, varlıkları ve kâinatı incelememizi istemiş, araştırmamızın sonucunda iman etmemizi uygun görmüştür. Yani insanların sorgulamalarını, sonrasında iman etmelerini arzu etmiştir.
Yüce Yaradan’ın, gösterdiği bu anlamlı yola rağmen, her insan için farklı sonuçlar ortaya çıkmıştır. Kimi insan, verilen az bir bilgiyi yeterli görmüş ve hemen iman etmiştir. Ayetlerle ilk muhatap olanların bazılarının hızlı bir şekilde iman etmelerinin sebeplerinden birisi, Hz. Muhammed’in “emin ve güvenilir” bir şahsiyet olmasıdır. Peygamberdeki bu güzel özelliğe rağmen, kimi insan, çevreyi ve yaratılışı daha uzun süre incelemiş, sonra iman etmiştir. Kimi insan ise tamamen kulaklarını tıkamış, iman etmemiştir.
Buradan da anlaşılıyor ki, akıl ve bilgi ile her zaman imana ulaşılamayabilir. Çünkü düşünme yani tefekkür etme, her insanda aynı değildir. Bu nedenle, çevresini, varlıkları ve kâinatı sorgulamanın zaruri sonucu iman olmayabilir. Birçok bilgin insanın, iman etmemesinin temelinde bu durum yatmaktadır.
Kur’an, bizden her zaman “akıl erdirmemizi ve düşünmemizi” istemiştir. Muhtemelen bizim, aklımızı ve zekâmızı kullanmadan iman etmemizi uygun görmemiştir. Eğer böyle olmasını isteseydi, Kendisinin varlığını bizim gözümüze sokacak derecede gösterecek olaylar oluştururdu. Fakat böyle yapsaydı, insanlar akıllarını ve zekâlarını kullanmayacakları için, aklımızın ve zekâmızın gelişmesi yetersiz kalabilirdi.
Anlaşılan o ki, Kur’an, imanı, bilgi temeline oturtup, imanın şuurlu olmasını sağlamayı hedeflemiştir. Şuurlu imana sahip insanları, daha sonra indirilen ayetlerle, imanlarını uygulayacakları ahlâka yönlendirmiştir.
Kur’an’daki hukukla ilgili ayetler, ahlâkla ilgili ayetlerden sonra inmiştir. Böylece, şuurlu bir imana sahip insan, ahlâklı davranmaya başladığı için, hukuki meselelerin çözümü çok daha kolaylaşmıştır.
Demek ki, Kur’an’ı daha iyi kavrayabilmek için, iniş sırasına göre irdelemekte fayda vardır. İniş sırasıyla incelendiğinde, akıl ve bilime dayanan imanın, insanı ahlâka yönlendirdiği ve sonrasında dönerek, imanın, akıl ve bilime yeni kapılar açtığı gözlemlenmektedir.