ENVER PAŞA ÜZERİNE 4
I. Dünya Savaşı, iki imparatorluğun yıkılışına, ikisinin de düşüşüne sebep oldu. Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları yıkıldı. Rusya, önce yıkıldı, sonra milliyetçi Marksistler sayesinde, SSCB olarak yeni bir imparatorluk şeklinde ortaya çıktı. Güneşi batmayan olarak tanımlanan İngiltere İmparatorluğu ise, güneşi batar hale geldi. 1919 yılında, ekonomik verilerin karşılaştırılmasında, ABD’ye geçildi.
Osmanlı Devletinin yıkılmasının sebeplerini yeterince irdelemeyenler, kabahati, I. Dünya Savaşına girilmesine yüklerler. Savaşa da, Enver Paşanın soktuğunu düşünenler, sürekli onu suçlarlar.
Bu suçlamanın ne kadar geçerli olduğunu daha net görebilmek için, I. Dünya Savaşına giriş ortamını irdelemeye çalışacağız. Geçen yazımızda, Osmanlı Devletinin durumu hakkında bilgi vermiştik. Devletin dışarıdan bakılınca çınar ağacı gibi göründüğü, ama içten “kof” olduğunu gözler önüne sermiştik. Bu bilgileri aktarmamızın amacı, devletin durumunu, Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki gibi güçlü olduğunu, rakiplerin de yine o dönemdeki gibi zayıf olduğunu hayal ederek, “koca imparatorluğu batırdılar” diyenleri uyandırmaktır.
Daha gerçekçi bir analiz yapabilmek için, devletin halini öğrendikten sonra, o dönemin dış şartlarını irdeleyerek, savaşa girilse ne olurdu, girilmese ne olurdu veya hangi tarafta girilmeliydi sorularına cevap aramamızda fayda var.
Ruslar ile İngilizler, artık Osmanlı toprakları üzerinde anlaştıklarına göre, bu iki dev kuvvetin birleşmesinin karşısına, Osmanlı’nın hangi gücü çıkacaktı? Daha 1912 yılında yeni kurulmuş küçük Balkan Prensliklerine karşı, savaşmadan ve onursuzca İstanbul’a kadar çekilen ve Edirne’yi kaybeden ordu mu karşı koyacaktı? Yoksa Çanakkale’den dışarı çıkamayan donanma mı engelleyecekti? Veya döneminde en çok toprak kaybı yaşanmış olan padişah II. Abdülhamit Han iktidarda olsaydı, onun Duyunu Umumiye ’ye bile etkili olamayan denge politikası mı kurtaracaktı?
Diğer taraftan, İtilaf Devletleri yani İngiliz, Fransız ve Ruslar, dünyadaki bütün Müslümanları egemenlikleri altına alan devletler değil miydi? II. Abdülhamit Han döneminde yapılan 93 harbinin sonunda, Osmanlı’ya yardım için geçici olarak istediği Kıbrıs’a, İngiltere el koymamış mıydı? Hattâ bununla da yetinmeyerek, 1882’de Mısır’ı işgal etmemişler miydi? 1881’de de Fransızlar, hiçbir sebep yokken, özerk de olsa, Tunus’u Osmanlının elinden almamışlar mıydı? (Tunus, 1705 yılında özerk hale gelmişti.) İngiltere ve Fransa’ya borçlanan Osmanlı’nın, diplomat ve vatansever padişahı II. Abdülhamit Han, bu oldu-bittiler karşısında ne yapabilmişti?
İngilizler ve Ruslar, Osmanlı ülkesi üzerinde anlaştıklarına göre, savaşta onların safında olmak istenilirse, ne yapmak gerekirdi? Kapitülasyonları mı artırmak faydalı olurdu yoksa ülkenin bir bölümünü, savaş başlamadan onlara vermek mi çözüm idi?
Bütün bu şartlar değerlendirildiğinde, ortaya şöyle bir durum çıkıyordu. Almanların tarafını tutmak; İngiliz, Fransız ve Ruslara karşı öncelikle mali boyunduruktan kurtulmak için tek şanstı. Ayrıca Almanların para ve teknolojik silah desteğiyle, Ruslara karşı elde edilecek zafer, Müslüman olan Kafkas halkı ile Orta Asya üzerinde bir heyecan ve başkaldırı isteği yaratabilirdi.
(Aslında eğer, 1918 yılının başlarında Almanlar, Kâbil ile uğraşarak Hindistan’ı hedefleyeceklerine, Türkmenlere zamanında destek verebilselerdi, Orta Asya’nın tam anlamıyla bağımsızlığına kavuşması an meselesiydi.)
Eğer savaşta tarafsız kalınır ve harbi Almanlar kazanırsa, onların sömürge imparatorluğu heveslerine, doyumsuzluklarına, Orta Doğu ile ilgili arzularına, nasıl engel olunabilirdi?
Bütün bu hesaplara ve Almanlarla, Ruslara karşı, ortak savunma antlaşması imzalanmasına rağmen, Enver Paşa ve İttihatçı yöneticiler; İtilaf Devletleri ile en azından kendilerine bulaşmayan savaşta tarafsız kalmak için, görüşmelerini sürdürdüler. Ancak yolladıkları heyetleri, İtilaf Devletleri kabul etmediler. Çünkü Batının aklında kalan I. Balkan Savaşında Türklerin yaşadığı bozgun idi. Son bir asırdır, Osmanlı Devletini yıkılmaktan kurtaranlar, İtilaf Devletleri idi. Onlara göre artık Türkler bitmişti. Kızılderililer, İnkalar, Papular gibi tarihsel bir varlık olmalarına az kalmıştı. Zaten dünyada, Osmanlıdan başka, bağımsız ne bir Türk Devleti ne de Müslüman Devlet kalmamıştı. (İran, Ruslar ve İngilizler arasında sıkışıp kalmıştı) İtilaf Devletleri, İstanbul’a hangi ülkenin, hangi kapıdan, nasıl bir törenle gireceğini tartışıyorlardı.
Enver Paşa ve İttihat Terakki ileri gelenleri, bu sıkıntılı gelişmeye rağmen, ince politika yürüterek, harbin başlarındaki olayları, savaşın içine girmeden atlattılar. 29 Ağustos 1914’te Almanlar, Rusların Narev ordusunu hezimete uğrattı. 4 Eylül 1914’te Almanlar karşısında dayanamayan Fransızlar, başkentlerini Paris’ten Bordo’ya taşıdılar. Bu iki olay Almanların, beklenildiği gibi, savaşı kazanmak üzere oldukları havasını oluşturdu. Buna rağmen, İttihat Terakki Hükümeti, yine de savaşa girmedi. Ancak bu fırsattan istifade ederek, Kapitülasyonları kaldırdıklarını açıklayarak nabız yokladılar. Gelişmeleri beklemeye koyuldular. Savaşa girmekte isteksiz davrandılar.
Bu esnada Almanların oluşturduğu İttifak Devletleri (Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Bulgarlar), La Marne’da ve Galiçya’da başarısız oldular. (Yenilmediler ama karşı kuvvetler toparlanmaya başladığı için ilerleyemediler.) Bunun üzerine çaresiz kalan Almanlar, Türklere mutlaka ihtiyaçları olduğunu anladılar. Türklerin derhal savaşa girmelerini istediler. Sıkı pazarlıklar sonunda ve bilhassa imparator II. Wilhelm’in katkılarıyla, Almanlardan karşılıksız yardım sözü alındı. Türkler, bu pazarlığa mecburen girdiler. Çünkü Galiçya cephesindeki Alman başarısızlığının, Türklere zararı olurdu. Ruslar, Kafkaslardaki güçlerinin bir kısmını Galiçya’ya aktararak, Avusturya-Macaristan ordusunu yenerlerse, önleri açılır ve İstanbul’a kadar rahatça gelebilirlerdi. Galiçya’da başarı kazanacak Ruslar, aradaki Bulgarları da kolayca yenerlerdi. Aynı 93 Harbinde olduğu gibi hızla İstanbul’a doğru gelirlerdi. Belki de askerlerinin bir kısmını Kafkaslardan Erzurum’a aktarırlardı. Böylece, bütün Anadolu’yu geçerek İstanbul’a gelebilirlerdi. Yani İstanbul, iki ateş arasında kalırdı.
Sarıkamış’ta esir düşen ve sonradan kurtulup geri gelerek Tuğgeneral olan Ziya Yergök’e göre, Türkler, denize düşenin yılana sarılması gibi, böyle bir ittifaka girmeyi canlarına minnet bilmişlerdi. (Bu ortamın Körfez Savaşlarındaki, Libya’da Kaddafi’nin devrilmesindeki ve Suriye konusundaki Türk yöneticilerin tavırları ve Türkiye’nin zararlarıyla karşılaştırılmasında yarar vardır.)
PKK ile yapılan mücadelede başarılı harekâtlar yapan Tümgeneral Osman Pamukoğlu Paşa şöyle der: “Bütün planlar başlangıç içindir. Bir süre sonra işe yaramaz. Çünkü hareketler her şeyi yerinden oynatır.”
Diğer taraftan Avrupalı tarihçiler ve yazarlar, Ağustos ayında başlayan bu harbin, Noel’de biteceğine inanıyorlar ve yazılarında dile getiriyorlardı. Yukarıda cephelerle ilgili verdiğimiz bilgilerde görüldüğü gibi, Türklerin savaşa girmesinden önceki dönemde, Almanların bariz üstünlüğü vardı. (Nitekim eğer ABD, savaş devam ederken, İngiltere ve Fransa’ya maddeten ve teknolojik olarak yardım etmeseydi, harbin sonuna doğru asker yollamasaydı, bu savaşı Almanların kazanması ihtimali çok yüksekti.)
Şimdi kendimizi Enver Paşanın yerine koyalım. Acaba biz olsak ne yapardık diye düşünelim. İngilizler, Ruslar ve onların trenine binerek pay kapmak isteyen Fransızlar, Osmanlıyı pay etmekte anlaşmışlar. Osmanlı toprakları haricinde kalan bütün Türkleri ve Müslümanları da, bu üç ülke eziyor.
Eğer ortaya Almanya gibi yeni bir güç çıkmamış olsa, zaten yapabileceğin bir şey yok. Devletinin bitmesi an meselesi. Böyle bir ortamda yıkılan devletin yerine de, yeni bir Türk devleti kurmak mucizevi gelişmelere bağlı.
Şartlar irdelendiğinde, anlaşılan o ki, Almanlar, Türkler için bir umut. Avrupalı düşünürler bile onların kazanacağını tahminindeler. Buna rağmen, savaşa fiilen girmekte direniyorsun. Halen bütün taraflarla görüşmek için heyetler yolluyorsun. Çünkü Almanlara da bağlı kalmak istemiyorsun. (Sarıkamış Savaşının bir sebebi de, Almanlara olan bu güvensizliktir. Bu konuyu gelecek yazımızda irdelemeye çalışacağız.)
Günümüzle alakası olması bakımından, Enver Paşanın bir olayını nakledelim. Bilindiği gibi Enver Paşa, Sarayın damadıdır. Bir gün Enver’e, Saraydan bir akıl verirler. Artık aile kuracağı için, ailesinin geleceğini düşünmesi gerektiğini söylerler. Güzel bir arazi bulduklarını, arazinin fiyatının 23.000 lira olduğunu, Naciye Sultan’ın birikmiş 8.000 lirası olduğu için Enver’den 15.000 lira borç bulmasını isterler. Günümüzde, “tek yetkili güç idi” denilerek eleştirilen Enver, heyecanla Maliye Nazırı Cavit Beye gelir, 15.000 lirayı, kredi olarak ister. Cavit Bey, reddederken şöyle söyler: “Sen sıradan birisi değilsin. Sen “Enver”sin. Böyle bir kredi alman yanlış olur.” Bunun üzerine Enver Paşa, Nazıra hak verir, araziyi almaktan vazgeçer.
Bu ve benzeri tespitleri yaptıktan sonra, günümüz Türkiye’sine gelelim. Ve kendimize soralım: Açılım, Irak, Suriye, YPG, Barzani, uçak düşürme, Mavi Marmara, Cemaat faaliyetleri gibi olaylar karşısında ilk verdiği kararların, sonradan tam tersini alan ve ülkeyi zarara sokan yöneticileri takdir ediyor muyuz? Kendisinin, diğer ülke liderleri tarafından aldatıldığını ve ülkenin en büyük şehrine ihanet ettiğini söyleyen bir yöneticinin, “öz eleştiri yapma yüceliğini gösterdi” diyerek peşinden gitmeye devam ediyor muyuz? Henüz 14-15 yaşlarındaki çocuklarının bile, çok iyi iş becerisine sahip olduklarını söyleyerek, zenginlikleriyle övünen yöneticileri, “iş bitirici” olarak değerlendirip, başarılı buluyor muyuz?
Eğer bu sorulara cevabımız “evet” ise, ve beş dil bilen, dönülmesi gereken kararlar almayan, ikide bir “aldatıldım” deyip, sonra “merak etmeyin, ben hallederim” diye insanları teskin etmeye çalışmayan, kendi menfaatine hiçbir maddi kazanç sağlamayan Enver Paşayı eleştiriyorsak, Kur’an’ı açalım ve Allah’ın bize nasıl bakacağını bir düşünelim. Sonra da, tekrar kendimize soralım: “Acaba bizim için, bizi bazı insanların takdir etmesi mi önemli, yoksa Allah’ın bizden razı olması mı?”
Bizim için, insanların bir kısmının bizi takdir etmesi önemli ise, zaten tek seçeneğimiz var demektir. O da, kendi kararlarımızı değil, başkalarını eleştirmeye ve kendimizi kandırmaya devam etmektir. Eğer, bizim için Allah’ın rızası önemli ise, yanlışımızdan dönelim, önce kendimizi eleştirelim. Sonra, Enver Paşayı ve diğerlerini, bu bakış açısıyla izleyerek değerlendirmeye devam edelim.