TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARI TARİHİ TEMELLERİ ÜZERİNE 3
McCarty’nin Alan Fisher’dan aktardığına göre Ruslar, ilk olarak 1772’de, en az 100.000 kişilik Tatarlara topraklarını terk ettirmeleriyle başladılar. Sürülen Tatarların yerine diğer bölgelerden getirilen insanları buralara yerleştirdiler. 1783’te ise, Çariçe Katerina Kırım’ı Rusya’ya ilhak ettiğini ilân etti.
Aşağıda aktardığımız anlatımlar, tamamen yazarın kitabından alıntıdır.
“Rus yöneticileri, ileride kullanmak üzere bu yöntemden ders çıkarttılar. Kafkasya’da ele geçirdikleri topraklarda benzer yöntemleri uyguladılar. Kırım Tatarlarından farklı olarak, diğer Müslümanlar idari baskıya boyun eğmediler; bu durumda onların katlanmak zorunda kaldıkları baskı; katliam, talan ve evlerle köylerinin yakılıp yıkılması gibi, daha şiddetli oldu.
19. ve 20. yüzyıllardaki savaşların her birinde Müslümanlar topluca katledilmiş ve evlerini terke zorlanmışlardı. Milyonlarca Müslüman ölmüş ve milyonlarcası da sürülmüştü. Her savaş, diğerlerinden farklı bir seyir takip etti, fakat hepsinin de Müslümanların üzerinde bıraktıkları etki aynı oldu, yani büyük sayılarla öldürülüp yurtlarından kovuldular. Osmanlı’nın kayıpları, sadece askeri ve politik olmakla kalmadı, çoğunlukla kitlesel göçlerin yanı sıra yüksek sayıda can kayıplarına sebep oldu. Bu süreçte ölenler sadece Müslümanlar olmamakla beraber, Yunan, Bulgar ve Ermeni ölü sayıları, Müslümanlarınkiyle kıyaslanamayacak kadar küçük kaldı…Bu kitabın ileriki bölümlerinde Müslüman göçlerinin ve can kaybının tarihsel anlatımı seçildi. Müslümanların çektiği cefanın anlatılması yerindedir, çünkü Müslümanların topraklarının küçülmesi ile milletlerin kovulması birbirini takip eden tarihsel olaylardır ve resmin tamamını göstermeye yarar. Zaten Müslümanların kaderi anlaşılmadan, Rusya ile Osmanlı İmparatorluklarının genel tarihi ve her iki imparatorluğun Müslüman olmayan halklarının tarihi anlaşılamaz.
1856-1864 arasındaki kısa sürede Ruslar, Kafkasya’yı tamamen kontrol altına aldılar. Yazarın, üç ayrı tarihçinin eserlerini inceleyerek makul olduğuna inandığı sonuçlar şöyle. Bu dönemde 1.200.000 Kafkasyalı Müslüman evlerinden kovuldular. Osmanlı topraklarına doğru mecburi göçe çıktılar. Bunların yaklaşık 400.000’i yolda öldü. 800.000. kişisi göçü tamamladı. Ama bunların da tahmin edilemeyen bir kısmı ulaştıkları Osmanlı topraklarında çiçek, tifüs ve iskorbütten kırıldılar. Göçmenlerin getirdiği bulaşıcı hastalıklar bir kısım yerli halkın da ölmesine sebep oldu. Hattâ göçmen Çerkezlerin geldiği Trabzon’da, Nisan 1864’te yerli halk, kendilerini göçmenlerin getirdikleri hastalıklardan korumak için, şehri bir süreliğine terk etti. Göçmenlere kucak açan Osmanlı Devletinin durumu zaten zayıf olduğu ve hiçbir Avrupalı kuruluş yardım etmediği için, hem göçü ölmeden başaranların, hem de yerli halkın çilesi bitmedi.”
O yılların nüfusuna göre bu kadar çok sayıda insanın, yollarda ölümü göze alarak evlerini terk edip göçmelerine sebep olan olayların vahametinin boyutlarının çok ciddi olduğu açıktır. Biz bu olayları en hafif cümlelerle anlatan bir alıntıya yer vereceğiz.
Yazarın aktardığına göre, bu katliamlara şahit olan Kont Leo Tolstoy, Kafkasya’nın Müslüman köylerini Rusların ele geçirişini şöyle anlatır: “Avullara (köylere) gece vakti baskın vermek adet olmuştu. Çünkü o saatte yakalanan kadınlar ve çocuklar şaşkınlıktan kaçacak zaman bulamıyorlardı. Rus askerlerin gecenin karanlık örtüsü altında yaptıkları o kadar feciydi ki, hiçbir resmi harp yazmanı bunları kaleme alacak gücü kalbinde bulamazdı.”
Osmanlı Devletinin zayıflığı bilhassa 1877-1878’de Ruslarla yaptığı savaşları kaybetmesiyle doruk noktasına ulaştı. Bu zayıflık, en çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ve Musul vilayetinde kendisini gösterdi. Bırakın asker gücünü zaptiye (jandarma) gücü bile çok zayıflamıştı.
Bu durumu fırsat bilerek ilk harekete geçenler, bazı talancı Kürt aşiretleri oldu. Onları 1879’da, Rusların kışkırttığı ihtilalci Ermeniler ve Maraş’ın dağlık kasabası Zeytun’dakiler gibi, vergi vermeyi reddeden talancı Ermeniler takip ettiler. Talancı Kürt aşiretleri 1834, 1836, 1847 ve 1879’da Osmanlı askerleriyle ciddi çarpışmalara girdiler. Eğer diğer Kürt aşiretleri ve bir aşirete bağlı olmayan Kürtler onlara destek vermiş olsalardı, Osmanlı kuvvetleri yetersiz kalabilirlerdi. İsyan eden bu talancı Kürt aşiretlerinin, bağımsız devlet kurmak gibi bir düşünceleri yoktu. Amaçları zenginleşmek idi. Bu sebeple genel anlamda zenginlere saldırdılar. Zenginlerin başında Ermeniler geldiği için öncelikle onlara musallat oldular. Ama Türklerin ve Kürtlerin zenginleri de, bu saldırılardan paylarını aldılar.
Bu bölgelerdeki otorite boşluğu, daha sonrasında Rusların bölgenin bir kısmını işgaliyle farklı bir mücadeleye sebep oldu. Rusların desteğindeki Ermeniler de güçlenerek, hem Kürtlere hem de Türklere saldırdılar. Avrupalıların baskısı yüzünden Osmanlılar, Ermenilere karşı güç kullanmaktan men edildiler. Bu dönem (men edilmeleri) 1918 yılına kadar sürdü. Bölgedeki halkların hepsi acı çektiler. Ama en büyük kayıpları ve acıları Türkler yaşadılar.
McCarty yukarıda aktardığı bu çatışmalar hakkındaki düşüncesini şöyle ifade etmiştir: “Rusların Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki istilalarının en kötü etkisi, belki de her iki toplumun da sonunu getiren, Müslüman-Ermeni kutuplaşmasının yaratılmasıyla aralarında karşılıklı bir güvensizlik ve düşmanlığın yerleşmesine sebep olmasıdır.”
Osmanlının doğusunda, Rusların politikalarının sebep olduğu halklar arasındaki bu ayrışma ve güvensizliğin aynısı, Osmanlının batısı olan Balkanlarda da yaşandı. Ruslar, Balkanlardaki Slavları koruma bahanesiyle Balkanlara yerleşmek istiyorlardı, Bu hedeflerine ulaşabilmek için bölge halklarının arasına düşmanlık oluşturmaya çalıştılar. Bölgeye hâkim olma hedeflerinin önlerindeki en önemli engel, bölgede yaşayan Türk halkı idi. Türklerin bölgeden sökülüp atılması için de, halklar arasında düşmanlık oluşması gerekiyordu. Benzer planlar yapan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve diğer bazı Batılı devletlerin de katkılarıyla, bölge halklarının huzuru, dışarıdan yapılan müdahalelerle bozulmuş oldu.
Gerçekten de Balkanlardaki Türk halkı, tarihin gördüğü en şiddetli acılardan birini yaşadılar. Bilhassa, Osmanlı ordularının yenilerek hızla geri çekildikleri 1877-1878 Rus Savaşı sonrasında ve 1912-1913 Balkan Savaşları dönemimde çok acılar yaşandı.
Osmanlının batısında yaşanan ve dünya tarihinde benzeri pek görülmeyen bu acılar, bazı İngiliz ve Avrupalı konsoloslarla muhabirler tarafından en vahşi ayrıntılarına kadar günlük kayda geçirilmiştir. Nitekim konuyu derinlemesine inceleyen Justin McCarty bu hususta şöyle demektedir: “Hayat kaybı ve genel zulüm bakımından, Müslüman sığınmacıların Bulgaristan’daki göçü, tarihin en vahimlerindendir.”
Ancak, biz onlardan bahsetmeyeceğiz. Bugüne kadar da, Türk yazarlar tarafından, olaylardan bütün açıklığıyla pek bahsedilmemiştir. Nitekim McCarty’nin aktardığına göre Türkler, ne mağlubiyetten bahsetmeyi, ne de acılarını abartmayı severlerdi. Edirne’deki İngiliz Konsolosu Blunt’a göre, Türklerin gurur kırıcı olaylara maruz kaldıklarında, bunlardan söz etmekten çekinme huyu olduğundan dolayı, onlara çektiklerini anlattırmak güçtür. Dolayısıyla bizim de amacımız, acıları tazelemek değildir. Bu sebeple, gözlemcilerin aktardıklarından, Türkiye Cumhuriyetinin yaptığı hızlı reformların kabul görmesinin temellerini anlamamıza yarayanları vereceğiz.
11 Ocak 1878’de Konsolos Blunt’ın, Sir Layard’a gönderdiği mesajdan bir bölüm. “Cemal Paşa, dün gece Slimniya’nın Bulgar Papazından aldığı bir telgrafta o kasabanın Bulgar halkının, Burgaz’dan gelen Türk mültecilerle birlikte sığınmak kararı aldıkları haberini aldı. Oradan İstanbul’a ulaşmaya çalışacaklarmış. Cemal Paşa Slimniya Valisine derhal emir yollayarak, kaçan Hıristiyan ve Türk halkı eşit şekilde koruması ve yardım elini uzatması talimatını verdi.” Yine Konsolos Blunt’a göre, Bulgaristan Yahudileri de Müslümanların kaderini paylaştılar. Blunt, bu durumun sebebi olarak, Osmanlı Avrupa’sındaki Yahudilerle Müslümanların birbirlerini yakın dost olarak görmelerini işaret eder ve “Osmanlılar da bu yakınlığı hissetmiş olmalılar, aksi halde Kızanlık Yahudilerini kurtarmak için asker taburlarını göndermezlerdi” diyerek durumu açıklar.
Diğer yandan Konsolosluğa vekâlet eden Edmunt Calvert 16 Eylül 1878’de, Sir Henry Layard’a gönderdiği mektubundan şunları anlatır.
“Türk yönetimi altındayken, Bulgar köylülerin can ve mal garantisi olduğu kabul edilen bir gerçektir ve Türk’ün toplumsal ve bireysel misafirperverliği de dillere destandır…Din adamlarına ayrım gözetmeksizin saygılı davranılırdı. Boş bir kiliseye kurşun sıkmak gibi önemsiz bir aşağılama işareti bile, o vilayetin tüm halkı tarafından ciddiye alınır ve devlet sorunu haline getirilirdi…Son olarak da, kamu hizmetlerine değinebilirsem: Türk yönetimi altındayken, memurların rüşvet alması veya laçkalığın en kötüsünün bile, şimdiki yerel Rus yönetimiyle kıyaslandığında tertemiz kaldığı hususunda bütün dünya hemfikirdir.”
Osmanlıların halklara davranışını, bazı yabancıların gözüyle çok kısa bir şekilde aktarmamızın sebebi, 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında yaşananların, diğer halklara ve komşularına hoşgörülü davranmaktan başka suçu olmayan Müslüman Türkler üzerindeki etkilerini daha net görebilmektir.
McCarty’nin aktardığına göre, Hıristiyanların mağdur oldukları dehşet olaylarıyla, Birinci Balkan Harbinde birbirleriyle ittifak kurmuş olan Balkanlardaki Hıristiyan devletlerin birbirlerine düştüğü İkinci Balkan Harbi sırasında karşılaşıldı. Yazar kayıtlar konusunu şöyle açıklar: “Geçmişte müttefik olan bu devletlerin birbirlerine uyguladıkları vahşet hakkında yazılı kayıtlar çok geniştir. Çünkü Avrupalı gözlemciler Hıristiyan’ın Hıristiyan’ı öldürmesi karşısında, Hıristiyan’ın Müslüman’ı öldürmesi karşısında duyduklarından daha fazla dehşete kapılmışlardı. Bu nedenle, duygularını daha etraflıca kayda geçirdiler.”
Yukarıdaki paragraf, Hıristiyanların birbirlerine yaptıkları mezalimin kayıtları hakkındadır. Dikkat edilirse, yazımızda Balkan Savaşlarında Müslümanların karşılaştıkları vahşetten örnekler vermedik. Bilhassa Birinci Balkan Savaşında, çok hızlı bir geri çekilme olmuştu ve bütün Balkan halkları işin içinde idi. Dolayısıyla Müslümanlar çok acı çekmişlerdi. Buna rağmen, Müslümanların yaşadıkları vahşetlerden bahsetmek yerine, Hıristiyanların birbirlerine yaptıklarının dehşetini aktarmanın, önyargısız insanları gerçekleri düşünmeye sevk etmek için yeterli olduğunu düşünüyoruz.
Yazar, Türklerin yaşadıklarının etkilerini diğer milletlerinkiyle karşılaştırmıştır. Aşağıdaki tespiti, Türk halkın halini net bir şekilde ortaya koymaktadır: “Fransa’nın, Alsace-Lorraine’i Almanya’ya kaptırdığı zaman, o bölgede yaşayan Fransızların katledileceği yahut sürüleceği korkusuna gerek yoktu. Avusturya’nın benzer bir talihsizliğin, İtalyan istilâsı sonrasında, Tyrol’deki Almanların başlarına gelmesini beklemesine de gerek yoktu. Oysa topraklarının fethedilmesinden, Türkler, tam da böyle bir son ile karşılaşmayı bekleyebilirlerdi.”
McCarty’nin bu düşüncesini destekleyen bir başka çok önemli bir tarihi gerçek daha vardır. Bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşını çıkartarak, insanlığın büyük acılar çekmesine sebep olanların başında Almanya’nın yöneticileri gelir. Bu gerçeğe rağmen, harpte yenilen Almanya’yı hiç kimse işgal etmeye ve yurtlarından sürmeye kalkışmamıştır. Böylece Almanların, kısa sürede toparlanarak İkinci Dünya Savaşını çıkarmalarına ve insanlığın daha büyük acılar çekmesine zemin hazırlanmıştır. Hâlbuki Türkler, Birinci Dünya Savaşına mecburen katılmışlardı. Hattâ öncelikle İtilâf devletleriyle birlik olmak istemişlerdi, ama kabul edilmemişlerdi. Bu gerçeğe ve hem Karadeniz’in kuzeyinden hem de Balkanlardan sürülerek Anadolu’ya sıkıştırılmalarına rağmen, Türklerin iyice küçülmüş olan yurtları bile işgal edilmiştir.