TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARI TARİHİ TEMELLERİ ÜZERİNE 5
Farklı bir bakış açısıyla ulaştığımız bir sebep de şudur. Ülkede son dönemlerde görülen huzursuzluğun bir başka nedeni, son dönem Osmanlı yönetiminin tavırlarıdır. Padişahlar ülkeyi yönetmek için, yönetim sistemini geliştirmek yerine, hem içte, hem dışta farklı güçleri dengelemeye çalışmasıdır. Bu politikasında da kısmen başarılı olmuştur. Çünkü güçlü devletler, Türkleri paylaşma hususunda aralarında anlaşamıyorlardı.
Ne zaman ki 1907’de Reval’de İngilizler ile Ruslar, Osmanlıyı paylaşma konusunda anlaşınca, işlerin rengi değişti. Çünkü bize saldıran ile bizi koruyan, aralarında bizi paylaşma hususunda anlaşmışlardı. Yalnız kalmıştık. Bizim paylaşımımız için yapılan bu anlaşmanın sonucunda oluşan uzun soluklu savaşlarda, ülke içinde asayişi sağlayan Jandarma bile cepheye sürüldü. Bu ortam, halkların yabancı devletlerce kışkırtılmalarını tetiklemiş ve halklar birbirleriyle çatışmaya başlamışlardır. Bu çatışmalar, olaylardan büyük zarar gören Müslüman halkın düşüncelerinde değişikliğe neden olmuştur. Çünkü Müslümanlar, bir yandan birlikte yaşadıkları ve kardeş gibi gördükleri diğer halkların hücumuna uğramış, öte yandan uzun yıllardır yönetim sistemini geliştirmeyen devletin yanlış uygulamalarının altında ezilmiştir.
Savaşlar döneminde bir başka gelişme de, dış devletler konusundaki algılamada olmuştur. Gerek Balkanlarda ve gerekse Doğu Anadolu’da gelişen iç çatışmalar sırasında Müslümanlar, yaşadıkları vahşetten yabancı devletleri sorumlu tutmaya başladılar. Hattâ McCarty’nin, Ermenistan’daki İtilâf güçlerinin Yüksek Komisyonunda görevli Amerikan irtibat subayı H.V. Byran’dan aktardığına göre, Osmanlılarla en az iletişimi olan ABD de, bundan nasibini almıştır. 1919’da Byran, Ermenilerin davranışlarından dolayı, bölge Türklerinin Amerikalılardan nefret etmesinden rahatsızlık duymuştu. ABD hakkında böyle düşünen Türklerin, kendilerine doğrudan saldıran devletler hakkındaki fikirlerini tahmin etmek zor değildir.
McCarty’ye göre, yüzyıllar süren Osmanlı yönetiminde, farklı dine ve etnik guruba bağlı olan insanları bir kazanda eriterek tek “ulus”a dönüştürme gayreti hiç güdülmemişti. Osmanlı yönetimindeki bu anlayış, 19. Yüzyılda başlayan “milliyetçilik” akımı sırasında da devam etti. Ama yazara göre, milliyetçilik dalgası Osmanlı Hıristiyanları arasında yayıldıkça, Osmanlı azınlıklarının milliyetçiliği, İtalyan ve Almanlarda görülen “ırkçı” karaktere büründü. Birlikte yaşadıkları Hıristiyanların bu tavırlarından çok acı çekmiş olan Müslümanlar, belki aynı milliyetçilik anlayışını kabul etmediler. Ama Hıristiyanların bu tavırları, milliyetçilik anlayışının Müslüman halk arasında da konuşulmaya başlamasına vesile oldu. Müslümanların, diğer halklarla aynı milliyetçilik anlayışına sahip olmadıkları, Yunanlıların Batı Anadolu’dan hızla çekilmeleri sırasında kendisini gösterdi. Türkler, yaşadıkları vahşete rağmen, benzer bir karşılığı vermediler. Ama ırkçı olmayan milliyetçilik fikrine sıcak bakmaya başladılar.
Diğer yandan, Batı Anadolu’nun işgali, insanların vatan algılamasında da değişikliğe sebep oldu. Vahşetten kaçmak isteyenler için, gidecek çok az yerleri kalmıştı. Sadece Orta ve Doğu Anadolu’nun bir kısmına gidebilirlerdi. Ama oraları da işgal edilecek olursa ne yapacaklardı. Artık onları bağrına basacak hiçbir ülke kalmadığını anladılar. Dünyada bağımsız hiçbir Müslüman ülke kalmamıştı.
Batı Anadolu’nun işgali sırasında payitaht İstanbul, İtilâf güçlerinin eline geçmişti. Dolayısıyla Osmanlı Sultanı, halkını korumaktan acizdi. Zaten, İstanbul’un işgal edilmesi vakasından önceki uzun yıllarda da Sultanlar, halkı koruyamamışlar, vahşeti önleyememişlerdi. Şimdi artık yapabilecekleri hiçbir şey kalmamıştı. İnsanlar, Mülk köyünden Fatma ninenin söylediği, “bir şeyler yanlış gidiyor, bir yerlerde hata var kızım” sözünü kendilerine sormaya başlamışlardı.
Müslümanlık anlayışından, Türklük algılamasına geçilmesinin tarihi bir sebebi daha var. Eğer bahsedilen bu sürgünler ve ölümler, yani mezalim, 1800’lü yılların ilk yarısında yaşansaydı, Türklük algılamasının olması ihtimali zayıftı. Çünkü bu yıllarda Türklük horlanır olmuştu. Yöneticilerin çoğu Türk olduklarını neredeyse unutmuşlardı. Türk olmanın onurunun henüz pek farkında değillerdi. Bilindiği gibi, ilk kurucu padişahlar kendilerinin soyunu neredeyse Oğuz Kağan’a kadar götürmeye çalışıyorlardı. Ama Kanuni döneminde, Hoca Saadettin Efendi, yazdığı Hoca Tarihi kitabında, sadece Osmanlının kuruluşundan itibaren bahsetti. Bu durumun ileride Türklük şuurunun zayıflamasına, Müslümanlığın öne çıkmasına yol açmış olması ihtimali kuvvetlidir. Bilhassa İstanbul’da Türkler, “köylü” yaftasıyla küçümsenmeye başlanmıştı.
İşte, Türklüğün gururunun unutulduğu ve Türklüğün horlanmaya başlandığı bu ortamda beklenmedik bir gelişme oldu. !893-1899 arasında Orhun Abidelerinin net bir şekilde okunmasıyla Türk’ün tarihinin Müslümanlık öncesi geçmişi ortaya çıkmaya başladı. Fransız tarihçi Leon Cahun’ın 1896’da yazdığı “Asya Tarihine Giriş, Türkler ve Moğollar” adlı eserinin 1899’da Türkçeye çevrilmesiyle yeni bilgiler edinildi. Bu yeni bilgiler hem Osmanlıda hem de Karadeniz’in kuzeyindeki okumuş Türklerde bir heyecan dalgası oluşturdu.
İşte bütün bu saydığımız ve bizim henüz aklımıza gelmeyen diğer yaşananlar, halktaki fikirlerin değişimine sebep oldu. Önce, Birinci Dünya Savaşı başladığında, Enver Paşa önderliğinde bir diriliş yaşandı. Çantada keklik görülen Türkler, çok ciddi bir hamle yaptılar. Balkan Savaşlarında bittiği zannedilen ve tarihi bir varlık haline geldiklerine inanılan Müslüman Türkler aniden dirildiler. Ama hem dış şartlar aleyhlerineydi, hem de içteki ihanetlerin sonu gelmiyordu. Bu hususu daha iyi kavramak için bir İngiliz casusunun hatıralarında yazdığı şu ifadelere bakmak yeterli; “Enver Paşanın anlayamadığı belki de tek İngiliz casusu bendim. Bir gün Enver, benim omzuma üzüntüyle yaslanarak, ‘her tarafta İngiliz casusu var. Çaycım bile İngiliz casusu çıktı’ dedi.”
Bir diğer önemli dış gelişme ABD’nin tavır koymasıyla oluştu. Rusya’nın saf dışı kalmasıyla zayıflayan İtilâf Güçlerine, Amerika’nın destek vermesi dengeleri değiştirdi. Buna, Almanların Hindistan-Afganistan civarında yaptıkları strateji hatası da eklendi. Ayrıca, daha önce verilmiş kapitülasyonlar ve Duyunu Umumiye borçları gibi şartlarla maddeten güçsüz olmaları da eklenince, Türkler, dirilmelerine ve savaşın sonlarında 15 Eylül 1918’de Bakü’ye girmelerine rağmen yenildiler.
Halkta değişen bu düşünceler, büyük önder Mustafa Kemal’in çıkışıyla netleşmeye başladı. Nitekim McCarty’nin ifade ettiği gibi, Mustafa Kemal tek başına savaşmadı. Arkasında seferber olmuş bir millet vardı. Artık kendilerinin Türk ulusu olduğunu düşünmeye başlamış olan insanlar ve Türklüğüyle gurur duyan önderler vardı.
En azından son elli yılda yaşanan vahşetlerin sonucu oluşan mülteci göçleri ve ölümler, Mustafa Kemal’in mantıklı davranmasına vesile oldu. İnsanların kafalarındaki fikrin olgunlaşmaya başladığını gördü. Ama Napolyon gibi yapmadı. İçte biriken enerjiyi dışarıya yöneltmedi. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” dedi. İçteki enerjiyi reformlara yönlendirdi. Haşmetli tavırları değil, zor olanı, halkla birlikte olmayı seçti.
Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin yaptığı bazı reformlara en çok direnenler, vahşeti, ölümleri ve mülteci göçlerini en az yaşayan bölgelerdir. Acıları yaşayan bölge insanlarında, “eğer ciddi değişimler olmazsa, devletin batacağına olan inanç” hâkimdi. Ama bu düşünce, yurtlarından kovulmamış ve mezalimle karşılaşmamış bölgelerin insanında daha zayıftı. Bu farklı yaşam şartları ve reformlara tepkilerindeki zıtlık, yukarıda aktardığımız tarihi temellerin geçerli olduğunun bir göstergesidir.
Sonuçta Türkler, başka hiçbir ülkenin başaramadığı bir hızda reformları gerçekleştirdiler. Muhafazakâr yapılarına rağmen başardıkları hızlı reformlar, Türklerden başka hiçbir milletin üst üste bu kadar vahşete muhatap olmadığının, en çok acı çeken halk olduklarının bir diğer göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ayrıca Türklerin, tarihin her döneminde görüldüğü gibi, bağımsızlıklarını kaybetmeden zamana ve şartlara uyarak devletlerini sürdürme özelliklerinin varlığının da bir nişanesidir