ALLAH’IN PLAN YAPMASI VE TUZAK ÜZERİNE

ALLAH’IN PLAN YAPMASI VE TUZAK ÜZERİNE

 

Bu sitede yayınladığımız “En Hayırlı Planları Kim Yapar” başlıklı makalemizde, kendi yaşamımızdan ve peygamberlerin tavrından örnekler vererek konuyu irdelemeye çalışmıştık. Bu yazımızda tamamen Kur’an ayetlerinden yola çıkacağız. Yüce Yaradan’ın yaptığı planlar hususunu inceleyeceğiz.

Yeni bir yazı ile inceleme yapmamızın sebebi, Kur’an tercümelerinin pek çoğunda, tek olan Tanrı’nın tuzak kurduğundan bahsedilmesidir. Böyle tercüme edilen ayetlerden birisi, tuzak fiiliyatını anlatan kelimenin Arapçasını yazarsak şöyledir:

Ali İmran Suresi 54: “Onlar mekrettiler, Allah da mekretti. Allah, hayrül mekarindir.”

İslâm âlimlerinin çoğu, bu ayeti şöyle tercüme etmektedir: “Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.”

Tercümelerin böyle yapılmasının sebebi olarak, bu ayetin indirildiği olay anlatılır. Bahsedilen olay şöyledir: İsrail oğulları, Hz. İsa’yı öldürmek için ona tuzak kurarlar. Yüce Yaradan da, onların bu tuzaklarına karşı tuzak kurar.

Dolayısıyla, tuzak yorumunu yapanlara göre, bazı insanların, tek olan Tanrı’nın elçisine karşı kurdukları tuzak hayırsız olacağından, Yüce Yaradan’ın kurduğu tuzağın, en hayırlı tuzak olması gerekir. Böylece Tanrı, tuzak kuranların en hayırlısı olmuş olur.

Şimdi bu durumu irdeleyelim. Öncelikle, tuzak kurmak ne anlama gelmektedir ona bakalım. Türkçede tuzak kurmak deyiminin karşılında, yaygın olarak “pusu kurmak” kullanılır. Eğer karşımızdaki insana, onun haberi olmadan veya onu güzel sözler ve vaatlerle kandırarak zarar verirsek, işte o zaman tuzak kurmuş oluruz.

Konuyu bu tanıma göre irdeleyelim. Hz. İsa olayında, peygamberi öldürmek isteyen İsrail oğullarına o anda verilen bir ceza bilinmemektedir. Bilinen şey, Hz. İsa çarmıha gerilmeden, Yüce Yaradan’ın huzuruna götürüldüğüdür. Yani peygamberi, insanlar öldürmemiş, Tanrı yanına almıştır. Dolayısıyla, bu olayda, Yüce Yaradan’ın, İsrail oğullarının içerisindeki kötü niyetli olanları cezalandırmak için tuzak kuması gibi bir durum yoktur.

Acaba, Yüce Yaradan, Kendisinin yarattığı kullarına tuzak kurar mı? Bu soruya cevap ararken, bir annenin, çocuklarına tuzak kurup kurmayacağını düşünelim. Anne, çocuğunu yetiştirirken, yani yavrusu daha küçükken, onun hatasını gördüğünde uyarır. Çocuk büyüdüğünde de, evladına karşı uyarılarını sürdürür. Hiçbir anne, “o şöyle bir hata yaptı, ben ona bir tuzak kurup, onu kandırıp cezalandırayım da görsün” demez. Diyen çıksa bile, çocuğun, kendi hatasını anlayarak kendisini düzeltmesine bir faydası olmaz. Eğer anne, çocuğuna, onu cezalandırmak için tuzak kurduğunu söylemezse, çocuk sebebi başka yerlerde arar. Anne, tuzağı kendisinin kurduğunu söyleyecek olursa, bu defa çocuk annesine kinlenir. Annesinin istediğinin tam tersi davranışlara başlar.

Bir anne, çocuklarını kandırıp onlara tuzak kurmazken veya böyle tuzak kurmanın, evladını tam tersi davranışa yönlendireceğini bilirken, Yüce Yaradan niçin yarattığı kullarına tuzak kursun? Bir anne, çocuklarını defalarca ikaz ettikten sonra cezalandırma yoluna giderken, kulunun yapacaklarından hiçbir menfaati olmayan Yüce Yaradan, niçin kullarını uyarmadan cezalandırsın?

Şimdi, yukarıda verdiğimiz Ali İmran Suresinin 54üncü ayetini tekrar ele alalım. Ayette geçen “mekr etmek” kelimesi, plan yapmak anlamındadır. Bu durumunda ayetin tercümesi: “Onlar plan yaptılar. Allah da plan yaptı. Allah, hayırlı plan yapandır” şeklinde olmaktadır. Hz. İsa olayında, Tanrı’nın yaptığı plan, sevdiği kulunu korumak içindir. Dolayısıyla, kötülerin planlarına karşılık yapılan bu kurtarma maksatlı plan, hayırlı bir plandır.

Şimdi de, benzer tercümelerin yapıldığı başka ayetleri ele alalım.

Yusuf Suresi 12/33: Yusuf dedi ki: “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni davet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer sen, bu kadınların tuzaklarını benden uzak tutmazsan, ben onların tuzağına düşerim ve cahillik edenlerden olurum”.

34: “Bunun üzerine Rabbi, onun duasını kabul buyurdu da ondan onların tuzaklarını bertaraf etti. Muhakkak ki O, evet O, hakkiyle işiten, hakkiyle bilendir.”

Yukarıdaki ayetlerde bahsedilen tuzak, Hz. Yusuf’a ev sahibesinin kurduğu bilinen tuzaktır. Yani, Hz. Yusuf’un haberi olmadan, ev sahibesinin yaptığı bir işlemdir. Her iki ayette de tuzak olarak tercüme edilen kelimenin Arapçası “keyde” olarak geçmektedir. Hâlbuki Ali İmran Suresindeki kelime “mekr” idi. Yani Kur’an’da, her iki olayın vasfının farklı olduğunu göstermek için, farklı kelime kullanılmış. Bu farklılıktan başka, dikkat edilecek bir diğer husus, Yüce Yaradan’ın, onların tuzaklarını bertaraf ettiğinden bahsedilmesidir. Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, tek olan Tanrı, kadınlara tuzak kurmamıştır. Yüce Yaradan, Hz. Yusuf’a verdiği manevi destekle, onların kurdukları tuzaklara düşmesini engellemeye çalışmıştır

Konumuzla ilgili bir başka ayet de şöyledir:

Tur Suresi 52/42: “Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o küfredenlerin kendileri tuzağa düşeceklerdir.”

Yukarıdaki ayette tuzak kelimesinin Arapça karşılığı olarak, “keyde” kullanılmıştır. Bu kelime bizim de normal olarak anladığımız pusu manasındadır. Zaten ayette de Yüce Yaradan, Kendisinin plan yaptığından veya tuzak kurduğundan bahsetmiyor, küfredenlerin kendilerinin kurdukları tuzağa düşeceklerini anlatıyor. Böylece, küfredenlerin tuzaklarının boşa çıkacağını ima ediyor. Dolayısıyla, Tanrı’nın tuzak kurması olayı yok.

Hz. Peygambere karşı müşriklerce yapılan bir başka plan, Enfal Suresi 30uncu ayette anlatılır.

Enfal Suresi 8/30: “Hani kâfirler seni tutuklamak veya öldürmek, ya da (Mekke’den) çıkarmak için plan yapıyorlardı. Onlar plan yapıyor. Allah da plan yapıyordu. Allah, plan yapanların en hayırlısıdır.”

Yukarıdaki ayette “plan yapma” olarak tercüme ettiğim kelimenin Arapçası “mekr”. “Allah en hayırlı plan yapandır” sözünün Arapçası “Vallahü hayrülmakiriyn”.

Maalesef bu ayetin tercümesini veren âlimlerin çoğunluğu, benim plan yapma olarak yazdığım yerleri “tuzak kurmak” olarak ifade etmişler. Bu ayetin iniş nedeni olarak, müşriklerin, son peygamber olan Hz. Muhammed’i öldürme hususunda aralarında anlaşarak tuzak hazırlamalarını göstermişlerdir. Âlimlerin çoğu, yaptıkları bu tercümeyle, Yüce Yaradan’ın da tuzak kurduğunu söylemişlerdir.

Âlimler, yaptıkları tercümeleri ve ayetin iniş (nüzul) sebebi olarak anlattıkları olay arasında bir çelişki olduğunu görememişler diye düşünüyorum. Eğer bu ayet, Hz. Peygamberi Mekke’deki evinde yatarken öldürme planlarını anlatıyorsa, bu olay bir tuzak değildir. Tuzak, pusu kurmak şeklinde yapılır. Hâlbuki burada yapılan iş, bir plandır. Nitekim öldürenlere karşı Hz. Muhammed’in kabilesinin kan davası gütmemesi için, her kabileden insan ayarlanmıştır. Dolayısıyla yapılan iş, hem öncesindeki düşüncelerle bir plandır, hem de evinde yatmakta olan bir kişiye saldırı olarak düşünülmüş bir plandır.

Eğer tuzak olsaydı, Hz. Muhammed’in bir bahaneyle gece sokağa çıkmasını sağlamak için kandırıldıktan sonra, bir köşeyi dönerken “kim vurduya” gitmesi sağlanırdı. Yani bu olayda da, tuzak kurma ile plan yapma arsında bir fark vardır.

Yüce Yaradan’ın yaptığı karşı planı da, bir tuzak değildir. Nitekim tek olan Tanrı’nın yaptığı yardım, sadece, Hz. Muhammed’in evinden sağ çıkmasını sağlamak şeklinde olmuştur. Evden çıkarken müşriklerin onu görmelerini engellemiş, Hz. Ebubekir’i yanına almasına fırsat vermiştir. Sonrasında da, saklandıkları mağaranın önüne örümceğin ağ örmesini, güvercinin yuva yapmasını sağlamıştır.

Eğer Yüce Yaradan’ın yaptığı iş tuzak olsaydı, olaylar farklı gelişirdi. Kendisini öldürmek istediklerinden Cebrail vasıtasıyla haberdar edilen son Peygamber, silah kullanmada mahir ve güçlü sahabelerini, önceden ve gizlice evine yerleştirirdi. Gece müşrikler eve baskın yaptıklarında da, hepsini öldürürlerdi. Çünkü evde başka kimsenin olmadığını düşünecek olan müşrikler, gafil avlanmış olurlardı. Nitekim Hz. Muhammed’in yatağında Hz. Ali’nin yattığını görünce ne yapacaklarını bilememişlerdir.

Şimdi, tuzak ve plan arasındaki farkı bize gösterecek bir başka ayete bakalım.

İbrahim Suresi 14/46: “Gerçekten onlar çeşitli planlar yaptılar. Allah katında da onlara plan var; isterse onların planları dağları yerinden oynatacak olsun.”

Yukarıdaki ayeti daha net anlayabilmek için aynı surenin önceki bir ayetine bakalım.

42: “Ey Peygamber! Sakın zalimlerin yaptıklarından Allah’ın gâfil olduğunu sanma! Ancak Allah, onların cezalarını, gözlerin dışa fırlayacağı güne erteler.”

46ıncı ayette plan yapma olarak tercüme ettiğim kelimenin Arapçası “mekr” olarak geçmektedir. Bu net kelimeye rağmen, çoğu âlimlerin tercümelerinde şöyle ifadeler vardır: “Gerçekten onlar çeşitli hileler ve tuzaklar kurdular. Allah katında da onlara hilelerine karşı azap var; isterse onların hileleri dağları yerinden oynatacak olsun”

Son verdiğimiz iki ayete baktığımızda, zalimlerin bu dünyada yaptıklarına karşılık olarak, tek olan Tanrı da, ahiret hayatında cehennem oluşturarak plan yapmıştır. Cehennem hayatı bir azap olduğundan, ayette azap kelimesi geçmemesine rağmen, âlimler, “Allah katında da onlara hilelerine karşı azap var” şeklinde tercüme etmiş olabilirler. Hâlbuki o cümlede de azap sözü bulunmazken, “mekr” kelimesi geçmektedir.

İbrahim Suresinin bu iki ayetiyle bağlantılı olarak ele alınabilecek bir başka iki ayet şöyle:

Araf Suresi 7/182: “Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları bilemeyecekleri bir yerden yavaş yavaş felakete yaklaştırırız.”

183: “Ben onlara mühlet veririm. Şüphesiz benim tuzağım çetindir.”

183üncü ayetteki tuzak kelimesinin Arapçası “keydi” sözüdür. Yani bizim anladığımız anlamda tuzak manasındadır.

Ayetleri dikkatle inceleyelim. Yüce Yaradan, Kendisinin sözleri olan ayetleri yalanlayanlara kızıyor ve “biz onları bilemeyecekleri bir yerden yavaş yavaş felakete yaklaştırırız” diyor. Sonraki ayette de, onlara mühlet verdiğini söylüyor.

Ayetlerden anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, inkârcıları serbest bırakıyor. Onlara hem mühlet veriyor, hem de nimet.vermeye devam ediyor. Demek ki, tek olan Tanrı’nın bahsettiği tuzak, inkârcılara verilen mühlettir. Yani, Yüce Yaradan insanlara pusu kurmuyor. Pusu kurmadığını net anlayabilmemiz için, Kur’an’daki diğer ayetlere bakabiliriz. Yüce Yaradan, insanların hatalarını anlayarak yanlıştan dönebilmeleri için o kadar çok uyarıda bulunuyor ki, saymak mümkün değil. On binlerce peygamber görevlendiriyor, yüz binlerce güzel insan vasıtasıyla insanların irşat edilmelerini sağlıyor. Peygamberlerinden bazılarına indirdiği Kutsal Kitaplarıyla yol gösteriyor.

Dolayısıyla, Yüce Yaradan’ın bu ayette bahsettiği tuzak da, pusu anlamında değildir. Bütün ikazlarına rağmen anlamamakta direnen insanlara mühlet ve nimet vermektir. Bu açıdan bakılınca, insanlar, kendilerine ömür ve rızık verilmeye devam edildiği için, hatalarını anlamayarak yaşamlarındaki yanlışlara ve zalimliklerine devam ettikçe, kendi kendilerine pusu kurmuş duruma düşmüş oluyorlar.

Son kutsal kitap olan Kur’an’ın bütününde anlatılanlarla, yukarıda irdelemeye çalıştığımız ayetlerden net bir şekilde anlaşıldığı üzere, Yüce Yaradan, Kendi yarattığı kullarına tuzak kurmaz. Aksine, bütün kullarını Cennetine kazanabilmek için gayret eder. Ama anlaşılan o ki, insanlığın huzurunu bozanları ve zalimlik yapanları, bazı güzel insanlar bu dünyada cezalandırmazlarsa, yarın ahirette tek olan Tanrı’nın Huzuruna geldiklerinde, onlara hiçbir taviz verilmez.

Allah’ım, Senin gösterdiğin yolları ve yaptığın uyarıları anlayabilmemiz için, bizlere anlayış ihsan eyle.

Sen, rahmeti en geniş olansın.

Bizlerin, Senin helâk ettiklerinden olmamamız için, bizlere irade gücü ver.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | ALLAH’IN PLAN YAPMASI VE TUZAK ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KAZANIRKEN VE HARCARKEN DİKKAT EDİLECEKLER

KAZANIRKEN VE HARCARKEN DİKKAT EDİLECEKLER

 

(Not: Bu yazı Mart 2014 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen yayınlıyoruz.)

Nisa Suresi 29. Ayet: “Ey inanalar, mallarınızı aranızda batılla yemeyin. Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka. Nefislerinizi de öldürmeyin. Doğrusu Allah size karşı çok merhametlidir.”

Malları batılla yemeyin sözü başka ayetlerde de geçiyor. Ayetteki “Nefislerinizi de öldürmeyin” cümlesine tefsirciler aşağıdaki çeşitli anlamları veriyorlar.

  1. Allah’ın haram kıldığı fiilleri işleyerek kendinizi öldürmeyin, toplumunuzu mahvetmeyin.
  2. Kardeşlerinizi, birbirinizi öldürmeyin.
  3. İntihar etmeyin.

Hâlbuki devamı olan 30. ayet ile Maide Suresi 87. ayet: “Ey inananlar, Allah’ın size helal kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram etmeyin. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez.” yani bu üç ayet birlikte değerlendiğinde farklı bir anlam çıkar.

Ayetin muhtemel anlamı, mallarınızı batılla (içki, kumar, fuhuş, gasp, haksızlık vb. şekillerde) yemeyin, ama nefsinize de zulmedip, nefsinizi Allah’ın dünyada verdiği helâl nimetlerden de mahrum etmeyin.

Araf 32. ayet: “De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızkı kim haram etti? De ki O, dünya hayatında insanlarındır, kıyamet günleri de yalnız onlarındır.”

Araf 27. ayet: “Ey Âdemoğulları, her mescide gidişinizde süslerinizi (güzel elbiseler) alın; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü O, israf edenleri sevmez.”

Furkan 67. ayet: “Harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de yapmazlar; (harcamaları) bu ikisinin arasında dengeli olur.”

İsra 26. ayet: “Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver, fakat saçıp savurma.”

  1. Ayet: “Elini boynuna bağlanmış yapma (yani cimri olma), tamamen de açma (savurma) sonra kınanır, hasret içinde kalırsın.” Yani gereksiz yere malını harcayıp tüketirsen halk seni kınar, saygınlığın kalmaz, başkasına muhtaç olursun. İsterse, kendini muhtaç hale getiren bu harcama, iyilik yapma yönünde olsun.

Allah bizlere iki suçu affetmeyeceğini beyan ediyor. Birincisi Allah’a ortak koşmaktır. İkincisi başkalarının haklarını yemektir.

Nisa Suresi 31. ayet: “Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere sokarız.”

Ayetler hiçbir ek açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak kadar açık. Kazanırken mümkün olduğu kadar helâlinden kazanmaya çalışacağız. Kazancımız maaş veya harcırah ise, bunları hak etmeye çalışacağız.

Bizler nefis sahibiyiz. Dolayısıyla çok hassas davranamayız. Bu hususta ölçümüz vicdanımız olmalıdır.

Diğer taraftan harcarken de sorumluluklarımız var. Öncelikle har vurup harman savurmamalıyız. Fakat cimrilik de yapmamalıyız. Yani nefsimizin emrine girmemeliyiz, ama nefsimizi de öldürmemeliyiz. Nefsimizi köreltmeliyiz ki isteklerini sınırlasın.

Kazanırken de, harcarken de başkalarının ve milletimizin haklarını yememeye gayret etmeliyiz.

Allah (kazanırken de, harcarken de) sınırı aşanları sevmez.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KAZANIRKEN VE HARCARKEN DİKKAT EDİLECEKLER için yorumlar kapalı

HADİS KONUSUNA FARKLI BİR BAKIŞ

HADİS KONUSUNA FARKLI BİR BAKIŞ

 

Son peygamber olan Hz. Muhammed’in sözleri anlamına gelen hadisler konusu, Hz. Peygamberin vefatının bir süre sonrasından itibaren, sürekli tartışma mevzusu olmuştur. Hadisler hususunda, lehte ve aleyhte çok fazla söz söylenmiş ve yazılmıştır. Nitekim biz de, bu sitede, konuyla ilgili bazı fikirlerimizi ifade etmiştik.

Bu makalemizde konuya, Hz. Muhammed’in konumuyla duygusal bağ oluşturarak yaklaşmaya çalışacağız.

Son kutsal kitap olan Kur’an’ın da teyit ettiği gibi, Hz. Muhammed içimizden birisidir. Yani o da insandır. Ancak, Hz. Peygamberi bizlerden ayıran unsur, onun Yüce Yaradan’ın elçisi olmasıdır.

Dolayısıyla, hadisler konusunda, kafamızı karıştırmadan, “şu kaynaklarda şöyle yazıyor, bu eserlerde böyle anlatıyor” gibi konulara girmeden, gerçeğe yakın karar verebilmemizin bir yolu var demektir. Bizler de, tek olan Tanrı’nın elçisinin tavrının nasıl olması gerektiğini hayal ederek, Hz. Muhammed ile duygudaşlık oluşturmamız durumunda gerçeğe yaklaşabiliriz.

Ama hayallerimiz bir temele oturmazsa, bir yere varamayız. Bu durumda öncelikle, Yüce Yaradan’ın vahiy göndererek görevlendirdiği elçisi olmanın ne anlama geldiğini görmeliyiz. Bilindiği gibi, akıl, vicdan ve irade verilmiş her bir insan, Yüce Yaradan’ın yeryüzündeki halefidir. Yani, yeryüzündeki varlıklara ve insanlığa faydalı davranışlarda bulunmakla görevlidir. Peygamberlerin, sıradan bir insandan farkları, onların, sabırlı davranmada, iyilik yapmada, adaletli tavır almakta diğer insanlara göre daha önde olmasıdır. Böyle oldukları için vahiy yoluyla görevlendirilmişlerdir. Peygamberler, vahiy yoluyla öğrendiklerini, Yüce Yaradan’ın vahyi olduğunu net bir şekilde belirterek, insanlara aktarmakla yükümlüdürler. (Müddesir Suresi 74/2 ve 3, Yunus Suresi 10/2)

Bütün bunları anlamamız için, tek olan Tanrı’nın kelâmı olan Kur’an’a bakmamız yeterlidir. Eğer Kur’an’ı güzel bir şekilde irdelersek, hem bir peygamberin karşılaştığı sıkıntı ve mutluluklarını, hem de sorumluluklarının neler olduğunu –tamamını olmasa bile bir kısmını- anlayabiliriz.

Ali İmran Suresi 3/144: “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir…”

Ahzab Suresi 33/40: “Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Ama Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkiyle bilendir.”

Son peygamber olduğu, yukarıdaki ayette net bir şekilde vurgulanan Hz. Muhammed’in, Allah’ın elçisi olduğunu anlatan başka ayetler de var. Okuyucularımız isterlerse bakabilirler. Şimdi konumuzla ilgili diğer bazı ayetlere bakalım.

Nisa Suresi 4/80: “Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz, seni onlara bekçi olarak göndermedik.”

Ayetten net olarak anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, peygamberine, insanlar üzerinde bekçilik yapma görevi vermemiş. Bu ayetin ışığında peygamber ile duygudaşlık yaptığımızda, Hz. Muhammed’in (dolayısıyla onun gibi düşünmeye çalışan bizim) aklına gelen bazı sorular şöyle olabilir. “Bana insanlar üzerinde bekçilik görevi verilmemişken, onlara Allah’tan vahiy yoluyla aldığım kelamları aktarmanın dışında, niye ben kendim ayrıca bir nizamname hazırlayayım? Böyle yapmakla, üzerime vazife olmayan işlere müdahale ederek, işleri neden karıştırayım? Allah’ın işine müdahale etmiş konuma niye düşeyim?”

Bu gibi soruları kendisine soran ve cevap arayan bir peygamberin, kendisine soru soranlara vereceği cevaplarda titizlenerek, Kur’an’a uygun olarak yanıtlayacağı açıktır.

Konumuzla bağlantılı bir başka ayet şöyle: Enam Suresi 6/106: “Rabbinden sana vahyedilene uy. O’ndan başka ilâh yoktur. Ortak koşanlardan da yüz çevir.”

“Vahyedilene uy, ortak koşanlardan yüz çevir” şeklinde net bir emir alan Hz. Muhammed, niçin, kendisine vahyedilenin dışında, insanların hoşlarına gidecek sözler söylesin? İnsanların uygulamaya çalışacaklarını bile bile, vahye uymayan sözlerini yazdırıp da, niçin Yüce Yaradan’ın emrinin aksine hareket etsin?

Nahl Suresi 16/35: “…Buna karşı peygamberlerin vazifesi, ancak açık seçik bir tebliğden, ibarettir.”

Yüce Yaradan’ın buyurduklarını tebliğden başka bir şey yapmaması istenirken, Hz. Muhammed, insanların kafalarının karışacağını bile bile, niçin kendiliğinden bazı yönetmelikler yayınlasın? Yayınlamak zorunda olduğunu düşünse bile, neden Kur’an’a uygun olmayan yönetmelik hazırlasın?

Maide Suresi 5/3: “…Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din olarak İslam’ı beğendim…”

Bilindiği gibi, İslâm sözünün anlamı, Allah’a teslim olmaktır. Şimdi düşünelim. Dinin sahibi olan Yüce Yaradan, insanlar için “dininizi olgunlaştırdım” derken, O’nun peygamberi “Allah böyle söyledi, ama bence din kemâle ermedi, eksik kaldı, onu da ben tamamlayayım bari” diyerek, kendi fikrini temel alarak eklemeler veya çıkarmalar yapabilir mi?

Yunus Suresi 10/15: Böyle iken, ayetlerimiz, kesin birer belge olarak kendilerine okunduğu zaman, o bizimle karşılaşmayı ummayanlar, “Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir.” dediler. De ki, “Onu kendiliğimden değiştiremem, benim açımdan bu olacak bir şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım.”

Ayette bu kadar net ifadeler ve yanlış davrandığında ağır bir ceza şıkkı var iken, Hz. Peygamber, söylediği sözleri bazı insanların, Kur’an’ın anlamını değiştirmekte kullanabileceklerini tahmin edemez mi? Bu durumda, kendi sözlerini neden yazdırsın?

Enam Suresi 6/114: “Allah, size Kitap’ı (Kur’an’ı) açıklanmış olarak indirdiği halde, ondan başka bir hakem mi arayayım?…”

Kamer Suresi 54/17-22-32-40: “Andolsun biz Kur’an’ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?”

Yüce Yaradan, Kur’an’ı açıklanmış olarak ve kolaylaştırarak indirdiğini söylerken, peygamberinin, insanların kendi istedikleri yöne çekmek isteyeceklerini bile bile, “Allah öyle söyledi ama insanlar anlamazlar, ben onlara farklı anlatımlarla, onların anlayacağı şekilde anlatayım” diyerek, niçin farklı açıklamalar yapsın? Bir peygamber, yanına gelerek ayetleri anlamadıklarını söyleyen şahıslar olursa, onlara anlatırken, Kur’an’a uymayan açıklamalar yapar mı?

Zuhruf Suresi 43/43: “Öyleyse sen (Muhammed), sana vahyedilen Kur’an’a sımsıkı sarıl. Şüphesiz ki sen doğru bir yol üzerindesin.”

Tek olan Tanrı, peygamberine böyle bir emir vermişken, Hz. Muhammed’in “Yok, sadece Kur’an’a yani vahyedilene sımsıkı sarılmak, insanı dosdoğru yola iletmeye yetmez. Ben, ümmetime emanet olarak, benim hayat tecrübelerimi de ekleyerek sünnetimi de bırakayım ki, insanlar dosdoğru yola ancak böyle girebilirler” diyerek, insanlara, kendisine vahyedilenin dışında sünnet adı altında yazılı nizamnameler bırakması düşünülebilir mi?

Nisa Suresi 4/87: “…Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?”

Yüce Yaradan, net bir şekilde böyle söylerken, onun elçisi olan Hz. Muhammed’in, “Allah öyle söylüyor ama siz Ona bakmayın, benim sözüm de Onunki ile aynı doğruluktadır” dercesine, kendi sözlerini kayda aldırarak yazdırması mümkün müdür?

Kehf Suresi 18/26: “…O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.”

Allah, “kimseyi hükümranlığına ortak etmem” derken, Hz. Peygamber, ümmetine Kur’an’ın yanında kendi sünnetini de emanet bırakarak, tek olan Tanrı’nın hükümranlığına ortak olmaya niçin kalkışsın ki?

Son dönemde indiği anlaşılan aşağıdaki Nasr Suresine bakalım.

Nasr Suresi 110/1: Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde,

2: Ve insanların dalga dalga Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde,

3: Rabbini överek tespih et, O’ndan bağışlanmanı dile, çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.

Bu sureyi okuduktan sonra tekrar düşünelim. Diyelim ki Hz. Muhammed, bu sure gelene kadar, kendi sözlerini de yazdırıyordu. Peki, bu ayetler geldikten sonra, mağfiretini dilemek ve tövbe etmek için, yazdırdıklarını tekrar gözden geçirerek hatasını düzeltmesi veya imha ettirmesi, peygamberliğinin bir gereği değil midir?

Zaten çok daha önce inen bazı ayetler, Hz. Peygamberi hata yapmaması hususunda uyarmış ve nasıl cezalandırılacağını açıklamıştı.

Hakka Suresi 69/44: O, bize isnaden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı,

  1. “Elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık.”

46: “Sonra da onun şah damarını keser atardık.”

47: “O vakit sizden hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.”

İsra Suresi 17/74: “Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, nerdeyse sen onlara birazcık meyledecektin.”

75: “O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de azabını sana kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın.”

Çevresindekilere kendisinin aktardığı Kur’an ayetleriyle böylesine sert ikaz edilmişken, hem de insanların kendilerine göre kullanacaklarını bile bile, Hz. Muhammed, niçin sohbetlerde sarf ettiği kendi sözlerini yazdırsın ve gelecek nesillere bıraksın?

Şimdi tekrar düşünelim. Tek olan Tanrı’nın varlığını kabul eden sıradan erdemli insanlar olarak bizler, azami hassasiyeti göstermeye çalışırken, vahiylerin gelişine bizzat şahit olan ve kendisi de çok dürüst bir insan olan Hz. Peygamber, insanların kendi menfaatleri yönünde kullanmaya kalkışacaklarını bile bile, neden kendi sözlerini gelecek nesillere emanet olarak bıraksın? Dini konularda verdiği cevaplarda, tabiri caizse, kılı kırk yaran bu güzel peygamberin, dünyevi hususlarda söylediklerinin bile yozlaştırılacağının korkusuyla dikkatli davranmamış olması mümkün mü?

Demek ki, Kur’an ile tam uyuşmayan bütün hadisler, Hz. Muhammed söyledi denilerek, ona atfen uydurulmuş sözlerdir. Bu sahte hadisler, kendisi dürüst bir insan ve Yüce Yaradan’ın övdüğü bir peygamberi olan bu güzel insanın ruhunu incitecektir.  Allah da, sevdiği bir peygamberinin ruhunun incitilmesine razı olmayacağından, bunlara kesinlikle itibar edilmemelidir. Kur’an’a uygun olup olmadığına bakmadan, sanki Hz. Muhammed söylemiş gibi ortalıkta dolaşan sahte hadislere itibar ederek, sosyal hayatlarını düzenleyen Müslümanlara, bu güzel peygamberin ruhunu incittikleri için ve başka sebeplerle, Allah’ın itibar etmediği, Müslümanların genel hallerine bakıldığında, net bir şekilde anlaşılmaktadır.

Allah’ım, Senin ve sevdiğin kulların hakkında gerçeğe uymayan zanlardan, Sana sığınırız.

Allah’ım, Seni daha iyi anlayabilmek ve anlatabilmek için, ilmimizi artır.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | HADİS KONUSUNA FARKLI BİR BAKIŞ için yorumlar kapalı

DUA ETMEMİZ ALLAH’I MEMNUN EDER Mİ ?

DUA ETMEMİZ ALLAH’I MEMNUN EDER Mİ ?

 

Dua, kelime olarak, seslenmek, yardım istemek gibi anlamlara gelmektedir. Din açısından bakılınca dua, yardım istemek anlamındadır.

Furkan Suresi 25/77: (Ey Muhammed!) De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin! Siz yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacak.”

Ayetten anlaşılacağı gibi, dua etmek, Yüce Yaradan’ın, bize yapmamızı tavsiye ettiği önemli bir davranıştır. Ayete göre, biz, tek olan Tanrı’ya dua ettikçe, O, bize daha çok değer vermektedir. Hattâ dualarımıza karşılık verebilmek için beklediğini ifade etmektedir. Bakara Suresi 2/186: “…Ben onlara gerçekten çok yakınım. Bana dua edenin dualarını kabul ederim…”

Bu sitede yayınladığımız, “Dua Üzerine” ve “Dua Allah’a Rücudur” başlıklı makalelerimizde, konuyu bazı açılardan incelemiştik. Bu yazımızda, farklı yaklaşmaya çalışacağız.

Bir insanın kendi evladı, güzel sözler söyleyerek kendisinden yardım isterse, o ebeveyn, çok memnun olur. Elinden geldiğince çocuğuna yardımcı olmaya çalışır. Yardım edemediği ortam olursa, üzüntü duyar.

Bir ebeveyn böyle düşünürken, bütün canlı ve cansız varlıkları, dolayısıyla insanları da yaratan Tanrı, neden insanların yardım taleplerini geri çevirsin? Yeter ki, talep edilen şeyle, talep eden arasında makul ve mantıklı bir bağ bulunsun. Bizim, evlatlarımızdan birine yanlış davranışlarda bulunduğu için kızdığımızı düşünelim. Bu çocuğumuz, bizden, yine bizi kızdıracak bir istekte bulunursa, ne yaparız? Büyük çoğunluğumuz kızar ve evladımızın isteğini yerine getirmeyiz. Ama tavırlarını sevdiğimiz bir evladımız, bizden makul bir istekte bulunsa, bizden bir talebi olduğu için çok memnun oluruz. Hemen ve sevinerek yerine getirmeye çalışırız.

İşte, Yüce Yaradan’ın da, tavırlarını onayladığı kullarının, Kendisine dua ederek bir istekte bulunmaları durumunda, bu kullarının taleplerine sevinerek karşılık vermesi çok normaldir. Tanrı’nın sevgisine mazhar olma olgunluğuna erişmiş olan insanlar, zaten makul ve mantıklı olmayan bir talepte bulunmazlar.

Bizim bahsettiğimiz makul ve mantıklı kavramı, yapılan duanın gerçekleşmesinin, biz insanların imkânlarıyla karşılaştırılınca zor olup olmaması değildir. Bize göre çok zor olan bir şey, bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “ol” diyen tek olan Tanrı’ya göre, son derece basit bir şeydir. Bir talebin makul ve mantıklı olması; duanın masum insanların zararına olmaması, duadaki isteğinin yerine getirildiğinde ise sadece kendisine değil, mazlum insanlara da yardımı olabilecek, yani kendisi ile birlikte insanlığa faydalı olması anlamına gelmektedir. Yine de bu talepleri yapan kişinin, duasına konu olan işlerde, öncelikle kendisinin halisane gayret etmiş olmasının, Yüce Yaradan’ı daha çok memnun edeceği muhakkaktır. Kendi evladımız, söğüt gölgesinde yatarken bizden taleplerde bulunup, hiç istifini bozmadan desteğimizi beklediğinde biz nasıl tavır alırsak, Tanrı’nın da benzer tavrı alması normaldir.

Yüce Yaradan, her şeye gücü yettiği için, kullarının her türlü isteklerine cevap verebilir. Burada unutmamamız gereken bir şey daha var. Tek olan Tanrı’nın, bizden dua etmemizi beklemesinin sebeplerinden birisi, kullarının bu dünya hayatında huzur ve güven içerisinde yaşamalarını sağlamak ve sonrasında da Cennetine girecek insan sayısını artırmaktır.

Konuyu daha iyi kavramak için, kendi hayatımızdan bir kesit düşünelim. Bizler, semt pazarından veya manavlardan aldığımız sebzelerden yemek yaparız. Pazardan aldıklarımızın birçoğunu hemen kullanamadığımız için bir kısmının çürümesi sonucu, onlardan yemek yapamayıp atmamız bizi üzer. Bu nedenle, aldığımız yiyeceklerin çürümelerini önlemek için bazı tedbirler alırız. Ne kadar az çürük oluşursa, o kadar çok memnun oluruz. Ancak zaman uzadıkça, tedbirlerimize rağmen bazıları veya hepsi çürüyebilir. Bu durumda çürüyenleri çöpe atarız. Diğerlerini değerlendiririz.

Biz, aldığımız sebze ve meyvelerin çürümesine izin vermek istemezken, insanların yaratıcısı olan Tanrı, neden bizim çürümemize göz yumsun? Tek olan Tanrı da, insanların içerisindeki çürüklerin sayılarının az olmasını temin için, tedbir olarak, sürekli peygamberler göndermiştir. Peygamberleri, meleklerden yapmamıştır. Dürüst insanların içerisinden hak edenleri görevlendirmiştir. Bazı peygamberleri aracılığıyla da, Kitaplar göndermiştir.

Peygamberleri ve Kitapları vasıtasıyla, bizlerden adaletli davranmamızı ve dua etmemizi beklediğini ve dualarımıza karşılık vereceğini beyan etmiştir. Biz, makul ve mantıklı dualarımıza karşılık buldukça, kendimizi daha çok irdeler ve doğru yola daha çok yöneliriz. Bütün uygulamalarımızda adaleti hâkim kılarız. Biz kendimizi düzelttikçe, Yüce Yaradan, daha çok memnun olur ve bizim makul dualarımıza daha çok icabet eder. Dualarımıza daha çok karşılık aldıkça, biz de, kâmil insan olmaya başlarız. Böylece, tek olan Tanrı ile yarattığı biz kulları arasında, çok güzel bir etkileşim çemberi oluşur. Her iki taraf da, memnun olmayı sürdürür. Bu çemberler ne kadar çok oluşursa, yani, tek olan Tanrı ile ne kadar çok insan arasında bağ kurulursa, hem biz hem de insanlık huzur bulur.

Yeter ki, bizler kullar olarak, çemberin dışına çıkmaya kalkışmayalım. Dualarımızdaki halisane tutumumuzu değiştirip, tekrar eski kötü davranışlarımıza dönmeyelim. Eğer dönersek, çürümemiz mukadder hale gelir.

O halde, makul ve mantıklı kararlar alıp adaletli davranarak, makul ve mantıklı dualar edelim ki, Yüce Yaradan bizden memnun olsun ve bizi de ziyadesiyle memnun etsin.

 

 

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | DUA ETMEMİZ ALLAH’I MEMNUN EDER Mİ ? için yorumlar kapalı

DEĞİŞİM ÜZERİNE

DEĞİŞİM ÜZERİNE

 

Dünya Tarihi ve Avrupa Tarihi hakkında kitapları olan İngiliz tarihçi J. M. Roberts’in değişim konusundaki fikri şöyle: “Değişimin arzu edilir bir şey olduğunun fikrini yaymak, ‘Batı Kültürü’ dediğimiz kültürün -ki köken olarak Avrupalıdır- en önemli ve yıkıcı zaferlerinden biridir.”

Bilindiği gibi insanlığın kültürel yapısı arasında çok farklılıklar vardır. Son dönemlerde Batı Kültürü, maddi üstünlüğü ele geçirince, her türlü üstünlüğü ele geçirmiş oldu. İnsanların nefsine hitap ettiğinden, çoğunluğu kendisine imrendirdi. Bu sebeple, çok hızlı yayıldığı için, bütün dünyaya egemen olmak üzeredir.

Batı anlayışı, insanları değişim konusunda ikna edebilmek için, “değişmeyen tek şey, değişimdir” ibaresini oluşturdu ve bu anlayışı dünyaya yaymaya çalıştı. Bu sözün ilk sahiplerinden birisinin, Antik Helen’de yaşamış Heraklitos olduğu söylenir. Sokrates’ten önceki dönemin bir filozofu olan Efesli Heraklitos’un bu sözü söyleyip söylemediğini bilmemiz zor. Ama Sokrates ve Eflatun öncesi dönemdeki Antik Helen filozofları, daha çok maddi temele dayandıkları ve evreni yaratan Tanrı inancına karşı çıktıkları için, bu anlayışa sahip olmaları ihtimali kuvvetlidir.

Ahmet Hamdi Tanpınar değişim konusuna farklı bir yaklaşımla, şöyle demiştir: “Değişime kimse karşı değildir, yeter ki, ucu kendisine dokunmasın.”

Avrupalıların değişim anlayışından ne kastettiklerini daha iyi anlamak için, konuyu tarihi açıdan ele almak gerekir.

Günümüzdeki Batı Medeniyeti anlayışı, tarih boyunca görülmüş uygarlık kavramlarının hemen hepsinden farklı bir temele oturmaktadır. Tarihte görülen geçmiş medeniyetlerdeki öncü unsur, maneviyattır. Belgelenmiş tarihte, bilinen en eski medeniyetlerden birisi, Hint uygarlığıdır. Hindu anlayışında Brahmanlar, manevi otoriteyi temsil ederler. Kşatriyalar ise, dünyevidir, yani siyasi iktidarı temsil ederler. Böylesine bir medeniyet anlayışında kurulan sistem, Brahmanları mihver alarak yürür. Dolayısıyla medeniyetin temeli maneviyattır.

Hz. Âdem’den itibaren, tek olan Tanrı’nın, insanlara kurmalarını tavsiye ettiği bütün sistemler, mutlak olan Tanrı’nın öğütleri üzerinde yürür. Bu sistemde, insanlar arasındaki üstünlük, Yüce Yaradan’ın tavsiyelerine ne kadar uyulduğuyla doğru orantılıdır. Maddi gücün bir önemi yoktur. Zira bütün mülk ve kudret, tek olan Tanrı’ya aittir. Bütün insanlar maddi güçlerini birleştirerek, Yüce Yaradan’a karşı gelseler bile, hiçbir zarar veremedikleri gibi, evrenin işleyişindeki herhangi bir kuralı değiştiremezler. Dolayısıyla bu medeniyetin temeli, maneviyattır.

Kızılderililerin, İnkaların, Mayaların ve diğerlerinin medeniyetlerini araştırdıkça, onların da maneviyat temeline dayandığını anlıyoruz. Bundan 6-7 asır öncesine kadar, hemen bütün medeniyetlerde mihver maneviyat iken, keşifler döneminde Avrupalılar, maddiyatı mihver yapan bir anlayışa ağırlık vermeye başladılar. Böylece, maddiyatın üstün tutulduğu bir Batı Medeniyeti anlayışı oluştu.

Batının dayanak yaptığı maddiyat, tek olan Tanrı anlayışı gibi bir mutlaklığa sahip değildir. Bu sebeple, her şey izafidir, yani görecelidir. Nitekim bilim de, bu izafilik temelinde ilerlemiştir. Bilim insanları, araştırma yapmak için araştırma yapmaya başlamışlardır. Einstein bu hususla ilgili olarak şöyle söylemiştir: “Eğer, ne yaptığımı bilseydim, buna araştırma demezdim.”

Dolayısıyla, araştırmaların sonunda bazı teoriler veya hipotezler, yani varsayımlar ortaya atılmakta, fakat daha bunları tam yorumlayamadan, bu kuramları yanlışlayan yenileri ortaya çıkmaktadır. Bilimsel teoriler bu şekilde ilerlemektedir. Bilim insanlarının, birbirine zıt olabilen bu kuramları savunmalarının önemli bir sebebi, sonuca, sadece kendi ulaştıkları bulguları yorumlayarak varmış olmalarıdır.

İşte, bilimdeki bu yanlışlama anlayışı, değişim kavramının temelini oluşturmuştur. Çünkü her şey değişmektedir. Böyle olunca da, “değişmeyen tek şey, değişimdir” anlayışına gelinmiştir.

Burada durup bir düşünelim. Eğer, her şey değişiyorsa ve sistem değişimden ibaretse, “değişme”nin varlığından bahsedilebilir mi? Her şeyin değişmekten ibaret olduğu bir ortamda, “değişme”  diye sabit bir şey vardır demek, mantıksız olmaz mı?

Değişimin varlığından bahsedebilmek için, değişimin sabit bir mihver olması ve her şeyin onun etrafında belli bir düzenle dönmesi gerekir. Nitekim tek olan Tanrı mutlaktır, dolayısıyla, her şeyde onu mihver alarak sistem kurulmaktadır. Hâlbuki sırf değişim için araştırma yapmak, bir mihverin etrafında sistem oluşturmak değildir. Hedefsiz ve rastgele bir çalışma yapmaktır. Bilim insanlarının bir kısmı bir konuda bir fikri savunurken, aynı anda, diğer bazıları tam tersini savunmaktadır. Her iki gurup da söylemlerini kendi araştırmalarına dayandırmaktadır. Hattâ bazen, aynı bulgular üzerinde farklı varsayımlar ileri sürülerek, birbirine zıt teoriler oluşturulabilmektedir. Nitekim Covid 19 salgınında da, çalışmalar yapan bilim insanlarının sabit bir mihverleri olmadığından, birbirine zıt fikirler ileri sürerek, halka bir kargaşa ortamı yaşatmışlardır. Bu sebeplerle, madde temeline dayanan medeniyetin kurduğu değişime dayalı sistem, yapısı gereği, dengesiz bir hale dönüşmektedir. Değişim denilerek gelinen nokta, tam bir kargaşa ortamı olmaktadır. Değişim denildikçe, başkalaşım oluşmaktadır.

Demek ki, değişim dediğimiz kavram, değişmelere mihver olacak bir sabit değildir. Bu sebeple, değişmeyen tek şey değişimdir demek yanlıştır. Çünkü değişmeleri yönlendiren sabit bir “değişim mihveri” yoktur. Hâlbuki maneviyatı temel alan medeniyetlerde, sabit bir manevi anlayış vardır. Sistemler; ya tek olan Tanrı’nın veya Buda’nın yahut da Brahmanların anlatımlarının çevresinde döner.

Maddi temele dayanan Batı Medeniyeti anlayışı, maneviyata dair her şeyin değişmesine sebep olmuştur. Bu değişmeler, doğası gereği, düzensiz bir şekilde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, düzensiz olarak ve hedefsiz değişen bilimsel teoriler, buluşlar ve teknolojiler, çoğu zaman, insanlığın faydasına değil, zararına olmaktadır.

İnsana ve insanlığa hizmet etmeyen bilim hususunda Rene Guenon, 1930’larda, şu öngörüde bulunmuştur: “Kim bilir, bu buluşlar, bizzat içinde taşıdığı yıkıcılık keyfiyetinden dolayı, dünyanın karşılaşacağı nihai felâketin, afetin belli başlı göstergelerinden biri olacaktır.”

Elbette izafi şeyler, yani sayılara dayanan göreceli şeyler de önemlidir. Ama maddi güce, gereğinden fazla değer vermek yanlıştır. İzafi şeyler, reddedilmeden ve ihmal edilmeden yerli yerinde tutulmalıdır. Asıl olan maneviyattır.

Demek ki, değişim kavramı, niteliği gereği, insanlığın iyiliğine değil, aksine felâketine sebep olabilecek bir yapıya sahiptir. İnsanlığın mutluluğu ve huzuru, ancak, medeniyetimizi, değişmeyen bir mihver olan Yüce Yaradan’ın öğütleri üzerine kurmamızla sağlanabilir.  Çünkü insanların beden ve bilhassa ruh yapıları, ilk yaratılışlarından itibaren aynı kalmıştır.

Sosyal kategorisine gönderildi | DEĞİŞİM ÜZERİNE için yorumlar kapalı

TARİHİN SONU ÜZERİNE 2

TARİHİN SONU VE İNSANLIĞIN SÜRESİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 2

 

İnsanlığın, kendi sonunu getirmesini geciktirmenin bir başka yolunu irdeleyebilmek için, tarihin sonu kavramına, Fukuyama’nın, bilimin, tarihi süreci yönlendirdiği savunması açısından yaklaşmaya çalışalım.

Marcelin Berthelot (1827-1907), organik kimya alanında başarılı bir Fransız bilim insanıydı. Kendi alanının dışında verdiği bir konferansta şöyle diyordu: “Din dönemi kapanmıştır. Yerini bilimin alması önlenemeyecektir.”

İnsanlık tarihinde dinin çok önemli bir yerinin olduğu, en azından belgelenmiş tarihteki olaylardan anlaşılmaktadır.  Tarihi verilerden hareket eden Tolstoy’a göre de, “insanlar kalpsiz nasıl yaşayamıyorsalar, din olmadan da akılcı bir hayat yaşayamazlar.” Bu açıdan bakılınca, Berthelot’un söyledikleri bir başka anlamda tarihin sonu demek olmaktadır.

Bu sitede yayınladığımız bazı makalelerimizde, bilim, bilim ahlâkı, bilimcilik, bilim ve din ilişkileri gibi çok farklı konuları ele almıştık. Bu yazılarımızda, bilim ve bilimin geliştirdiği teknolojinin, sermayenin himayesinde olduğunu ve hattâ sermayenin emrinde olduğunu, örnekleriyle gözler önüne sermiştik.

Bilim ve teknoloji, insanın rahatı için bazı güzellikler sunmasına rağmen, diğer yandan, sermayenin az sayıda insanın elinde toplanmasına vesile olmuştur. El emeği ile mal üretimi, teknolojinin gelişmesiyle makinenin yaptığı üretim karşısında iflas etmiştir. Fakat günümüzde bilgi üretmek, mal üretmekten de çok daha fazla kazançlıdır.

Sermaye, bilim ve teknoloji ile güçlendikçe, bilim ve teknoloji araştırmalarına pay ayırmayı artırarak sürdürmüştür. Çünkü her yeni gelişme, insanların tüketime bakışlarını değiştirmiştir. İnsanlar tüketime zorlanmıştır dersek, abartmış olmayız. Nitekim günümüzde en zeki bilgisayar mühendisleri, internette alışveriş yapan insanları yönlendirmekte istihdam edilmektedirler. Bu hususlardaki yazılarımızda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere, liberal ekonomi anlayışının insanların büyük çoğunluğunu ezmesinin en önemli vesilesi bilim ve teknoloji olmuştur.

1492 ile başlayan keşifler döneminde, barut üstünlüğüne sahip olan insanların yaptıkları vahşetler de dikkate alındığında, bilimin, dinin yerine geçmesiyle başlayacak olan tarihin sonunun, insanlığın kendi sonunu getirişini hızlandıracağı açıktır. Ayrıca, bilim, evrende var olmayan bir şeyi yaratmamaktadır. Yani bir şeyi yoktan var etmemektedir. Bilim ve teknoloji, yeryüzünde mevcut olan varlıkları kullanarak ilerlemektedir. Yeryüzünün kaynakları yetersiz hale geldiğinde, insanlığın sonunu uzatmak için bilimin yapabileceği adımların yeterince işe yaramayacağı anlaşılmaktadır.

Bilimin her şeyi çözeceğine inanan bazı insanları uyarmak için, daha önceki yazılarımızda bazı örnekler vererek, bilimin üreteceği çözümlerin maliyetlerinin giderek artacağını ve bir gün karşılanamaz hale geleceğini vurgulamıştık. Küresel ısınmanın önüne geçebilmek için, sıcaklığı sadece 2 derece düşürebilmek için yapılan tekliflerin muazzam maliyetlerini vurgulamıştık.

Bu makalemizde, sadece bir konuda örnek vermekle yetineceğiz. Yeryüzünün tatlı su kaynakları hususunu ele alacağız. Kullandığımız bazı su kaynaklarını kirletiyoruz. Yanlış kuyu açmaktan dolayı, yer altı su kaynaklarının daha aşağılara kaçmasına sebep oluyoruz. Hızla artan şehirleşmeler, su kaynaklarını bu şehirlere taşımamızın maliyetini artırmaktadır. Hemen her yıl, sonbahar geldiğinde, barajlardaki su miktarının çok azaldığı ve kısa bir süre içerisinde yağmurlar yağmazsa, içecek su bulamayacağımız yetkililer tarafından mutlaka ifade edilmeye başlanmıştır. Dünyanın artan nüfusunu doyurabilmek için yapılması gereken tarım ve hayvancılık alanında yeterli suyun bulunabilmesi, her geçen gün zorlaşmakta ve maliyeti artmaktadır.

Diyelim ki, bilimsel çalışmaların sonunda, tuzlu sulardan tatlı içme suyu elde ettik. Veya atık sulardan, tam biyolojik arıtma ile kullanma suyu sağladık. Peki, bu teknolojileri kullanarak elde ettiğimiz suların maliyetini karşılayabilecek insan sayısının, dünya nüfusunun yüzde kaçının olacağını söyleyebiliriz. Yakınında akan nehir varken açlıktan ölecek kadar fakir insanlar zaten bir şey yapamazlar. Ama günümüzdeki orta halli yaşam süren insanların bile bu maliyetleri ödemeleri mümkün görünmemektedir.

Demek ki, insanlığın kendi sonunu getirmesinin süresini biraz daha uzatabilmesi için, bilim ve teknolojinin, sermayenin değil, insanlığın hizmetinde olması gerekmektedir. Bilim ve teknikle uğraşan insanlar, tıpkı, Madam Curie ve diğer bazılarının anlayışıyla çalışmalıdır. Yani daha önceki bir yazımızda ifade ettiğimiz gibi, bilimin ve ticaretin ahlâkı olmalıdır. Bilimin ve ticaretin ahlâkının güzelleşmesi yaygınlaştıkça, insanlığın kendi sonunu getirme süresi uzayacaktır.

Yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi, insanlığın sonu yani kıyamet, mutlaka gelecektir. Bunun kararı, sadece ve sadece Yüce Yaradan’a aittir. Bizim yukarıda yaptığımız önerilerin amacı, insanlığın kendi sonunu kendisinin getirmesi bedbahtlığından uzaklaştırmaya çalışmaktır. Yani, insanlığın bile bile “lades” diyerek kendini aldatmamasıdır.

Bir diğer amacımız, insanlığın sonunu uzatacak yöntemler düşünürken, aynı zamanda, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yoldan yürümeye çalışmaktır. Böylece, bu dünyadan ayrılacakların, tek olan Tanrı’nın Cennetine girmesi ihtimalini artırarak, daha çok insanın ebedi hayatta mutlu olmasına vesile olmaya çalışmaktır.

İnsanlığın sonu her hâlükârda geleceğine göre, hem bu dünyada huzur içerisinde hem de ahiret hayatında güven içerisinde yaşayacak insan sayısının artmasına gayret etmekten daha ulvi amaç ne olabilir?

Tarihi incelediğimizde, dinlerin de, tıpkı canlılar gibi, doğduğunu, büyüdüğünü ve öldüğünü görmekteyiz. Tek olan sonsuz bir varlığa inanılan dinler, ölmemişler ama çöküş ve can çekişme dönemlerini yaşamışlardır. Bu durumu bilen Yüce Yaradan, yeni elçiler göndererek, dini, tekrar canlandırmıştır. Günümüzde, herkesin her olaydan haberi olabilme şansı olduğu için, yeni bir peygambere ihtiyaç olduğu söylenemez. Çünkü insanlara doğru yolu gösteren ve değişmeden kalan bir kutsal kitap olan Kur’an mevcut. Dolayısıyla, yeni Peygamber veya Mesih beklemek yerine, Kur’an’a sarılmak yeterlidir.

Liberal ekonomi ve liberal siyaset anlayışının, bütün dünyada yaygınlaşmaya başlamasındaki temel dinamiğin, Batı dünyasındaki toplumlarda sınıfların kalmadığı, dolayısıyla eşitlik ilkesinin etkin olduğu söylenir. Hâlbuki Karl Marks’ın liberal ekonomiye itiraz ettiği dönemlerde sınıf farkları vardı. Nitekim Marks da teorisini işçi ve sermaye sınıfı arasındaki çatışma temelinde oluşturmuştu. Fakat Batı dünyasında Marks’ın fikirleri tutmamıştı. İşte bu durumun sebebi olarak, Batıda sınıf farkının azalması gösterilmektedir.

Batı dünyasında sınıflar arasındaki farkın azaldığı söylenilmesine rağmen, konu, şekil değiştirerek karşımızda durmaktadır. ABD’de zenginlerle fakirler arasındaki maddi fark giderek artmaktadır. Bu durum, göçmen kabul eden Avrupa devletleri için de geçerli olmaya başlamıştır. Diğer yandan, toplum içerisinde, giderek artan sosyal statü farkları oluşmaktadır. Bu durumun önemli bir göstergesi, yapılan bir zammın fazlalığına, vergilerin artmasına veya bir polisin sert tavrına karşı yapılan öfkeli protesto gösterileridir. Devletin kolluk güçlerinin müdahalesine rağmen kolay dindirilemeyen öfkeler, sadece zengin-fakir farkına bağlanamaz. Eğer, böyle olaylar doğru okunamazsa, Fukuyama’nın tarihin sonu olarak nitelediği sistemin alternatifinin oluşması ihtimali kuvvetlidir. İnsanların itirazcı yapısının, yeni bir alternatifin oluşma süresini azaltacağı aşikârdır. Ancak liberalizme itiraz ederek karşı gelmenin sonucu oluşacak alternatifin, aynı şekilde yanlış bir sistem olmasından korkulur.

Libaraller gibi, Marks’ın da aynı hataya düşmesinin sebebi, sınıfların oluşmasının ve aralarındaki çatışmaların sadece ekonomik sebeplerden kaynaklandığını düşünmeleridir. Liberaller, oluşturulan artık katma değeri, sermayeye bağlarken, Marks da, katma değeri oluşturanların işçiler olduğunu iddia etmiştir. Konuya sadece maddi açıdan baktıkları için, her iki fikir de başarılı olamamıştır. Komünizm, yenilgiyi kabul etmiştir. Liberalizm ise zaferini ilan etmiştir. Hâlbuki kendi içinde krizleri barındıran liberal ekonomi sistemi, insanları ekonomik buhranlara sürüklemektedir. Ekonomik buhranların oluşma süreleri de giderek kısalmaktadır.

Marks ile liberallerin, olaylara bakışlarındaki ortak hatalarının bir diğeri de, din hususundadır. Marks, sınıfların oluşmasının sebebinin ve sınıflar arasındaki çatışmaların önlenmesinin önündeki engelin, din olduğunu düşünmüştür. Dolayısıyla, din kavramına savaş açmıştır. Liberaller de, dinin yerini bilimin aldığını iddia etmişlerdir.

Hâlbuki dinin, insanlar ve toplumlar üzerindeki etkisi tek yönlü olmayıp, çok daha karmaşıktır. Bu konuyla ilgili olarak, “Marks, Teorisini Savunabilmek İçin Neleri Suçladı” başlıklı makalemizde örnekler vererek açıklamalarda bulunmuştuk.

Tarihin sonu fikriyle ilgili olarak, daha fazla örnekler ve düşünceler serdedebiliriz. Ancak, derinlemesine örnekler vermeyi okuyucularımıza bırakmanın daha mantıklı olacağını düşünüyoruz.

Sonuç olarak, bilhassa geçmişteki ve günümüzdeki uygulamalarıyla, liberal düşünce ve liberal siyasetin, tarihin sonu olduğunu söylersek hata yapmış oluruz. Çünkü olaylara sadece maddi gözlükle bakmak, bizi her zaman yanıltır.

Bizim arzumuz, tarihin sonunun, insanların kalplerine yerleşecek Yüce Yaradan sevgisinin oluşturacağı ortamın olmasıdır. Ancak, insanların itirazcı yapıları dikkate alındığında, gelecek hakkında fikir beyan etmemiz, sadece tahmin olarak kalır. İnsanlık, nefsine yenilerek, zulmün etkili olduğu bir dünyaya tekrar yönelebilir. Ama aşağıdaki ayetlere baktığımızda, arzumuzun mutlaka bir gün gerçekleşeceğine inanıyoruz.

Tevbe Suresi 9/32 ve Saff Suresi 61/8: “Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.”

Yüce Yaradan’ın vaatleri en şaşmaz ve en hak vaatlerdir. Ne kadar çok insan bu gerçekleşmede samimi davranışlar göstererek bir pay alacak şekilde gayret ederse, tek olan Tanrı’nın nurunu tamamlaması hızlanacaktır.

1500 yılından beri uygulanan kapitalizmin (liberalizmin) ve günümüzdeki demokrasi uygulamalarının, tek olan Tanrı’nın insanlara öğütledikleriyle uyuşmadığı açıktır. Geçmişin hatalarının yükünden kurtulabilmemiz, insanlar arasındaki kardeşlik duygularının ve sevgi bağlarının güçlenmesiyle doğru orantılıdır.  

Fukuyama, yazdığı “tarihin sonu mu?” başlıklı makalesinden on yıl sonra, yeni bir makale ile düşüncelerini aktarır. İlk makalesinden sonra savunmaları aynı kalmıştır. Ancak gelecekle ilgili olarak yeni bir iddia ortaya atmıştır. Biyoteknolojideki gelişmeleri çok önemseyen yazar, biyoteknoloji alanındaki ilerlemenin, beşeri tarihi sonlandıracağını iddia etmiştir. Fukuyama yeni makalesindeki yorumu aynen şöyledir: “O aşamaya geldiğimizde de, beşeri tarih ile işimizi kesinkes bitirmiş olacağız. İşte o zaman yeni bir tarih başlayacak, insanî olanın ötesinde yeni bir tarih.”

İlk makalesindeki savunmalarının –bize göre yanlış bilgiye dayanmış bile olsa- bir temeli olduğu için, kendimize göre bazı fikirlerimizi sizlerle paylaştık. Ancak, Fukuyama’nın, tamamen hayal ürünü olan bu yeni iddiasına cevap verilmesi düşünülemez. Yazarın bu iddiasına cevap verebilmemiz için, onun söylediği ortamın oluşması gerekmektedir. Fukuyama’nın hayali; insanın kendisini tanrı olarak görüp yepyeni bir beşer yarattığı aşamadır.

Fukuyama, son iddiasıyla, bilim insanı gibi değil, bilimcilik yapan bir maceraperest gibi tavır almıştır. Bilim ile bilimcilik arasındaki farkları, bu sitede yayınladığımız “Bilim ve Bilimcilik” adlı makalemizde ayrıntılı bir şekilde ele almıştık. Yazımızın sonunda da şöyle demiştik: “Sonuç olarak bilimcilik, bilimi, halkın afyonu haline getirir. Tıpkı dincilerin, dini yaptıkları gibi olur.”

Henüz tek bir buğday tanesini yaratamamış olan beşerin, insanlardaki şuur, zihin, bilinçaltı, nefret, sevgi, kıskançlık, merhamet, adalet gibi derin duyguları değiştirebileceği veya yok edebileceği iddiasında bulunmasını okuyucularımın değerlendirmesine bırakıyorum.  Ben kendi adıma, Fukuyama’nın son iddiasına cevap vermeyi, havanda su dövmek olarak görüyorum.

Sosyal kategorisine gönderildi | TARİHİN SONU ÜZERİNE 2 için yorumlar kapalı

TARİHİN SONU ÜZERİNE 1

TARİHİN SONU VE İNSANLIĞIN SÜRESİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER1

 

Hemen belirtelim ki, insanlığın süresini biz hiçbir zaman bilemeyiz. Kıyamet konusu, bütün evreni yaratan Yüce Yaradan’ın uhdesindedir. Hiçbir şeyi sebepsiz yaratmayan Tanrı, sadece Kendisinin bildiği sebepler doğrultusunda ne zaman uygun görürse, kıyameti o anda oluşturur. İnsanlığın sonu olan kıyameti, belki de, biz bu yazımızı yazarken oluşturur, belki de, uzun asırlar sonra gerçekleştirir.

Bizim bu makalede beyan edeceğimiz fikirler, tek olan Tanrı’nın bize verdiği aklımızı kullanarak ve yeryüzünün güzelliklerinin ve sosyal düzeninin korunmasından sorumlu insanlar olarak söyleyeceklerimizdir.

Vefatından bir süre önce Stephen Hawking, insanlığın en fazla 800 yıl ömrünün kaldığını söylemişti. Yeryüzündeki ve güneş sistemimizdeki fiziki varlıkları ve bunların hoyratça kullanılmalarını değerlendirerek bu fikre ulaştığını açıklayıcı bir şekilde belirtmişti. Hawking’den sonra bu hususta fikir beyan edenlerin bazıları, dünyanın daha az zamanının kaldığını, bir kısmı ise, daha uzun süren bir yaşam olacağını savundular.

Bu konuda fikir beyan edenlerin hepsi de, yeryüzünün fiziki varlıklarını, örneğin; su, yiyecek, madenler, enerji kaynakları gibi hususları incelemişlerdi. Bir taraftan da, dünyanın kaynaklarının çok sınırlı olmasına rağmen, hızla artan insan nüfusunun ihtiyaçlarını irdelemişlerdi. Ayrıca, insanların tahrip ettiği doğanın ve doğal yaşamın sonuçlarını dikkatle izlemişlerdi. Bütün bu etkenleri grafiklere dökünce, insanlığın sonunun uzun olmayacağına inananlar çoğunluktaydı. İnsanlığın ömrünün tahmin edilenden daha uzun olacağını düşünenler ise, bilimin yeni kaynaklar bulacağına inandıkları için, iyimser tablo çiziyorlardı.

Şimdi de, yazımızın başlığındaki “Tarihin Sonu” anlayışının nereden kaynaklandığını irdelemeye çalışalım. Bundan yaklaşık iki yüz yıl önce tarihin sonu ifadesi kullanılmıştı.

Friedrich Hegel, bu konuda fikir beyan edenlerin öncüsüdür. Konuya diyalektik açıdan yaklaşmıştır. Dolayısıyla, tarihi de bu bakış açısıyla incelemiştir. Tarihin akışını, düz bir çizgi gibi düşünerek, gelişmeleri aynı çizgi üzerinde yürüyen doğrusal bir sistem olarak değerlendirdikten sonra bu sonuca varmıştır.

Hegel, Fransız Devrimi sonrasında, Napolyon’un Prusya’yı yenmesini, Prusya’daki monarşiyi yenmesi olarak değerlendirerek, bu fikre ulaşmıştır. İnsanlığın o zamana kadar toplumsal açıdan ulaşabildiği sistem olan monarşinin, demokrasi ve eşitlik anlayışı tarafından yenildiğini varsayarak, tarihin eşitlik ve demokrasi yönünde ilerleyeceğini söylemişti.

Karl Marks, Hegel’in bu düşüncelerindeki maddi dünya ve ideal dünya kavramlarını, kendi anlayışına uydurarak pratik bir fikre dökmeye çalışmıştır. Marks, tarihsel gelişimin yönünün maddeci güçler tarafından bilinçli bir şekilde belirlendiğini düşünmüştür. Hegel’deki ideal dünyayı, yani din, kültür, sanat, felsefe gibi kavramları, maddi dünyanın yönlendirdiğini iddia ederek, tarihe tamamen maddeci bir açıdan bakmıştır. Hegel’in ideal dünya düşüncesinin yerine, moral değerleri maddecilerin yönlendirmesindeki çelişkiyi önlemek için de, komünist bir ütopya ortaya koymuştur.

Hâlbuki Marks ile liberal aydınlanmacıların, Doğulu halklara, Kızılderililere, Meksikalılara ve Güney Amerikanın bazı halklarına bakışları örtüşmektedir. Marks’a ve liberallere göre bu halklar, tam olarak insan bile değildir. Çünkü medeni değillerdir. Dolayısıyla, onları ezmek pahasına ve zorla da olsa, onları medenileştirmek gerekir. Bu hususla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız “Osmanlılar, İbni Haldun ve Marks’ın Tezlerinin Yanlışlığını Gösterdi” başlıklı makalemizde, Marks ve takipçilerinin sözlerinden bazı örnekler verdiğimizden burada bahsetmeyeceğiz.

Marks’ın olaylara bakışının, aslında liberaller ile aynı açıdan olduğunu fark edemeyen bazı devletler, onun çözüm olarak sunduğu fikirlerini uygulamaya çalıştılar. Savaşlar döneminin acılı ortamında dünyada çok taraftar buldular. Bu şanslarına rağmen, sonuçta uygulamalar başarısız olmuştur. Marks’ın fikirlerini uyguladıklarını iddia eden iki büyük ülke olan SSCB ve Çin, 1980’lerde bu iddialarından vazgeçmişlerdi. En azından, uygulamalarını ciddi anlamda gevşeterek, liberal ekonomi ile barışmışlar ve karma bir sistem kurmaya başlamışlardı.

SSCB ve Çin ile birlikte diğer bazı küçük devletlerdeki bu gelişmeler, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu mu?” adlı eserini yazmasına sebep olmuştur. Fukuyama’ya göre, ekonomik ve siyasal liberalizm zaferini ilan etmiştir. Çünkü Batıdaki liberalizmin alternatifi olduklarını iddia eden sistemler olan komünizm ve faşizm tükenmiştir. Dolayısıyla, Batı düşüncesi zafer kazanmıştır. Ayrıca, müziğiyle, kot pantolon giyimiyle, hızlı yemek (fast food) anlayışıyla günlük yaşama yansıtılmış haliyle, dünyanın geniş bölgesine yayılan Batı kültürünü artık engellemek mümkün görünmemektedir.

Fukuyama’ya göre bu gelişmeler, ideolojilerin sonunu, bir diğer anlatımla, ideolojik evrimleşmenin sonunu getirmiştir. Böylece insanlığın bulduğu yönetim biçimlerinin son evresi olan Batılı liberal demokrasi, evrenselleşmiştir.  Dolayısıyla bütün bunlar, Fukuyama’ya göre, tarihin sonuna şahitlik ettiğimizin işaretleridir.

Fukuyama’nın bu yaklaşımı, tarih felsefecisi olan Hegel ile örtüşmektedir. Diğer yandan bahsettiği bu zafer, genel anlamda, henüz düşüncelerde ve bilinçaltında gerçekleşmiştir. Bize göre, eğer bu zafer gerçek ve maddi dünyada gerçekleşirse işte o zaman insanlık için tehlike arzedecektir.  Eğer böyle bir ortam gerçekleşirse, Fukuyama’nın tarihin sonu dediği olgu sayesinde, insanlık kendi sonunu hazırlamış olacaktır.

Tarihin sonunu savunan Fukuyama, temelde iki görüşe dayanmaktadır. Birincisi, beşeri tarihin, en ileri milletleri, liberal demokrasiye ve pazarlara götürecek bir gelişimci mantık içerisinde yer aldığını savunmuştur. İkinci olarak, tarihi süreci bilimin yönlendirdiğini var saymıştır.

Fukuyama’nın birinci iddiasına bakarsak, 1492 keşifleri sonrasında, Avrupalıların yok ettikleri Kızılderililer, İnkalar, Mayalar, Papular gibi halkların demokrasi, diğer bir anlatımla, istişare ve pazar kültürlerinin, onlara göre maddeten güçlü olan Avrupalılardan geri olduğuna inanmamız gerekiyor. Böyle bir şeye inanmamız için gerekli delillerin olduğunu düşünmek zor. Aslında konuya insanlık anlayışı açısından yaklaşıldığında, Avrupalıların, yok ettikleri kültürlere göre sınıfta kaldıklarını söylemek daha mantıklıdır. Fukuyama’nın ikinci savunması ise, gerçeğe biraz daha uygundur. Gerçekten de, bilim tarihin sürecini yönlendirmeye çalışmaktadır. Makalemizin ikinci bölümünde, bu hususla ilgili fikrimizi okuyucularımızla paylaşacağız.

Yazar, tarihin sonu fikrini savunurken, insanlığın başka bir alternatif sistem arayışına girmesi ihtimalini yok saymış ve başka bir sistem kurulamayacağını düşünmüştür. Hâlbuki insan, bilinmesi zor karmaşık bir varlıktır. Kur’an’ın tanımıyla, kerih bir suyun milyonda bir hücresinden meydana geldiğini unutup, itirazcı bir çene olmuştur.

Eğer insanlık, Batının maddeci ve kazanmak için her yolu mubah gören liberal anlayışına tamamen teslim olursa, gerçekten de kendi sonunu yaklaştıracaktır. Yapılacak hesaplara göre, Stephen Hawking’in söylediği sekiz asır bile çok uzun zaman olacaktır. İnsanlık, hiçbir nükleer savaşa gerek kalmadan, kendi sonunu getirmeye doğru hızla gitmektedir.

Nitekim günümüzde Hindistan ve Çin Hindi bölgesinde yaşayan halkların, ileriki yıllarda, ortalama bir Avrupalı standardında yaşaması halinde yeryüzünün kaynaklarının yetmeyeceği açıktır. Konuyu, hiç dikkatimizi çekmeyen gübre hususunu ele alarak irdeleyelim. Bu bölgelerdeki çiftçilerin, Hollanda çiftçisinin kullandığı oranda gübre kullandığını düşünelim. Bu devasa miktardaki gübreyi temin edecek kaynakları her yıl sağlamamız mümkün görünmemektedir.

Peki, tarihin sonu olarak nitelenen ve yeryüzünü ticari bir hapishaneye çevirerek, zenginlerle fakirlerin arasının süratle açılmasına vesile olan, aynı zamanda ahlâken çöküntüye sebep olan Batı liberal düzen anlayışının, insanlığın sonunu getirmesinin süresini uzatabilmek için neler yapılabilir?

Bu sitede yayınladığımız çok sayıdaki makalemizde, insanlığın geleceğiyle ilgili fikirlerimizi okuyucularımızla paylaşmıştık. Bu sebeple, insanlığın kendi sonunu getirmesini geciktirecek tedbirlerle ilgili ayrıntılara girmeden, kısa açıklamalarla değineceğiz.

Liberal ekonominin, tüketimi körükleyen anlayışını dengeleyerek, zararlarını azaltacak olan en önemli husus, kanaatkârlıktır. İnsanlardaki kanaatkârlık arttıkça, yeryüzünün sahip olduğu varlıkların daha uzun yıllar dayanması mümkün olacaktır. Öncelikle, su ve yiyeceklerden başlayarak madenlerin kullanılmasındaki kanaatkâr anlayışın yaygınlaşması, insanlığın daha uzun süre bunlara ulaşabilmesine vesile olacaktır.

İnsanlığın kendi sonunu getirmesinin süresini uzatabilecek bir başka önemli husus, yeryüzünde aynı anda yaşayan insan sayısının azalmasıdır. Günümüzde dünyanın nüfusu 8 milyara yaklaştı. Hâlbuki 1800 yılında, sadece 1 milyar civarındaydı. Diğer yandan, 1800’lü yıllarda yaşayanların kullandıkları ortalama enerji miktarı ile günümüzün ortalaması karşılaştırıldığında, ne kadar büyük bir fark olduğunu görebiliriz. Bir taraftan nüfus 8 katı artmış, diğer yandan kullanılan enerji 8-10 kat artmış. İkisini çarpınca, günümüz insanının yeryüzünün bütün varlıklarını silip süpürmeye çalıştığını anlayabiliriz. Dolayısıyla, sadece enerji kullanımında kanaatkârlık etmemiz yeterli olmayacaktır. Nüfus artışı devam ettikçe, insanlık kendi sonunu hızlandırmış olacaktır.

Kanaatkârlık konusu Kur’an’da insanlardan istenilen ahlâki konuların önemlilerindendir. İsraf edeni sevmeyen Yüce Yaradan, infak edeni, yani sahip oldukları varlıklarını fakirlerle paylaşanları övmektedir. Diğer yandan Kur’an, çok çocuk sahibi olmakla, güç sahibiyim diye övünmenin iyi bir şey olmadığını vurgulamaktadır.

Sosyal kategorisine gönderildi | TARİHİN SONU ÜZERİNE 1 için yorumlar kapalı

BİLGİN İLE BİLEN İNSAN ARASINDAKİ FARKLAR ÜZERİNE

BİLGİN İLE BİLEN İNSAN ARASINDAKİ FARKLAR ÜZERİNE

 

Aşağıda bahsedeceğimiz bu farkların bir bölümünü, Prof. Dr. Orhan Aslan’ın Gazi Üniversitesi mezunlarına yaptığı bir konuşmadan alıntıladıklarımızı uyarlayarak oluşturduk.

Bir  şahsın, sadece bilen bir insan mı, yoksa bilgin mi olduğuna karar verebilmek için, aşağıdaki özellikleri göz önüne almamızda fayda vardır.

Bilen insan, kâinattaki olaylar hakkında veri sahibi olan kişidir. Olaylarla alâkalı olarak sorulması gereken, niçin ve nasıl gibi sorular onu ilgilendirmez. Bu sebeple bilen insan, sadece bildiğini iletir. Tıpkı bir veri tabanı gibidir. Sadece elindeki verileri aktarır.

Bilgin insan ise, elde edilen verilerle ilgili olarak niçin ve nasıl gibi soruları sorar. Dolayısıyla bilgin, sorduğu bu sorulara cevaplar bulmak için sorgularken, yeni bilgiler üretebilen kişidir.

Bilen insan, bilginlerin ürettikleri bu bilgileri, veri olarak ezberlemeye çalışır. Tabiri caizse, ayaklı kütüphane gibidir.

Bilgin insan, öğrendiği veya kendi bulduğu veriler arasındaki bağları araştırıp takip ederken, verilerin düzenli kanunlar halinde ve simetri kuralına uygun olduğunu gözlemleme imkânını bulur. Bu gözlemleri sonucunda, bütün bunların tek bir kaynak tarafından yaratılmış olduğunu kavrayarak, bu düzeni kuran Tanrı’ya ulaşmaya çabalar.

Bilen insan, öğrendiği bilgilerini kendi menfaati için kullanmaya meyillidir. Elbette, farklı davrananlar da vardır, ama çoğunlukla menfaatlerine yarayacak şekilde kullanmaya meyillidirler.

Bilgin insan, iradeli bir duruş sergilemeye meyyaldir. Elbette, farklı davrananları da vardır, ama bilginlerin çoğunluğu iradeli duruş sergiler. Gerçek bilginlerin tamamına yakını, çok zorda kalmadıkça, iradeli bir duruş sergiler.

Bilen insan, bilgisayar gibidir. Bilgisi kendisinden az olanları etkiler. Aktardığı bilgileri ilk defa duyan insanları tesiri altına alır. Fakat konuştuğu kişinin bilgi seviyesi arttıkça, onlar üzerindeki tesir alanı azalır.

Bilgin insan, sadece bilgi aktarmakla kalmayıp, konuştuğu insanları etkilemenin ötesinde, onlarda şuur oluşturabilen şahıstır.

Bilen insan, her konuyu öğrenebileceğini düşünür. Daldan dala atlayarak, daha çok veri sahibi olmaya çalışır.

Bilgin insan, olayları sorgulayarak araştırdığı için, ulaşabileceğinin ve kavrayabileceğinin bir sınırın olduğunu düşünür.

Bilen insan, zikzaklar yapabilir.

Bilgin insanın ise, bir çizgisi vardır.

Bilen insan, bulunduğu bazı ortamlarda başlangıçta etkileyici olabilir. Bazen tesiri bir dönem sürebilir. Ama bütün yaşamı dikkate alındığında, iz bırakma ihtimali zayıftır.

Bilgin insanın, hem bulunduğu ortamlarda, hem de yaşamı boyunca iz bırakma ihtimali, çok kuvvetlidir.

Bilen insan, çok veri bildiğini göstermek için, konuşurken daldan dala atlar. Çünkü kendisi de bilgi toplarken daldan dala atlamıştır. Dolayısıyla, söylediklerinden kendisi de, karşısındakiler de bir sonuç çıkaramaz. Bu nedenle, uzun süre ilgiyle izlenmesi ihtimali zayıftır.

Bilgin insan ise, anlatırken merakla dinlenir.

Bilen insanın taklitçi olması ihtimali kuvvetlidir.

Bilgin insanın ise, taklitçi olmayıp, orijinal olması ihtimali daha kuvvetlidir.

Bilen insanın vicdanının olması gerekmez.

Bilgin insan vicdanlı değilse, ona bilgin denilemez.

Bilen insanın, kendisini güzel bir amaca adadığı çok seyrek görülür.

Bilgin insanın bilginliği, kendisini insanlığa adamasından anlaşılır.

İki insan tipi arasında bu kadar ciddi boyutta fark olmasına rağmen, bilgin insan olmanın yolu, bilen kişi olmaktan geçer. Yani her bilgin insan, bir dönem bilen insan konumunda olmuştur. Bu durumlarını aşarak, bilgin insan mertebesine yükselebilmek için, ruhen yükselmeye çabalamak şarttır. Bilgin insan, bilen şahsın ruhen yükselmiş hali gibidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | BİLGİN İLE BİLEN İNSAN ARASINDAKİ FARKLAR ÜZERİNE için yorumlar kapalı

ALLAH, SEBEPSİZ HİKMETLER YARATIR MI?

ALLAH, SEBEPSİZ HİKMETLER YARATIR MI?

 

Bu konuyu irdelememizin sebebi Hz. Abdülkadir Geylani’nin vaazlarında anlattıklarıdır. Hz. Geylani’nin “Sabret Rabbin Seni Bulur” başlığında toplanmış olan vaazlarının birinde şöyle demektedir: “Allah, her şeye kadirdir. Sebepsiz hikmetler yaratabilir. Ancak, kudret âlemi ile hikmet âleminin ayrılması için bunu yapar.”

Geylani’ye göre dünya, hikmet âlemidir. Ahiret ise, kudret âlemidir. Hikmet, Allah için kullanıldığında, “eşyayı bilmek ve onu en sağlam ve kusursuz bir biçimde yaratmak” anlamındadır, insan için kullanıldığında, “varlığı bilip hayır işlemek” manasına gelmektedir denilmektedir.

Hâlbuki hikmet kavramının halk arasındaki anlamı farklıdır. Halk, sebebini anlayamadığı bir şey başına geldiğinde veya hoşuna gitmeyen bir sonuçla karşılaştığında, “vardır bir hikmeti, bu sonuca üzülüyoruz ama belki de bizim için daha hayırlıdır. Biz bilmeyiz, Allah bilir.” diyerek kendisini teselli eder.

Halkın bu yorumundan anlaşılan o ki, hikmet terimi, her hadisenin bir sebebinin olduğunu ifade etmektedir. Bu açıdan bakılınca, Yüce Yaradan, sebepsiz yere hiçbir şey yapmaz. Yani hem yarattığı varlıkların, hem de oluşturduğu olayların sebebi vardır. Ama bu sebebi, biz, insanlar olarak bilmeyebiliriz.

Peki, Hz. Geylani neden böyle bir ifade kullanmış olabilir. Bunu daha iyi anlayabilmek için, vaazının devamını okuyalım. Vaazına şöyle devam ediyor: “Ahiret âleminde her şey sebepsiz hareket eder. Burada (dünyada), konuşmak için dile, dişe ve havaya ihtiyaç vardır. Orada (ahirette) duygular, dilsiz ve dişsiz konuşur. Çünkü tekvin sıfatı (yoktan var etme, yaratma) tecelli eder. İlahi kudret kendini gösterir. Orada, duygularınız, hatalarınızı anlatırken, sebeplerin dili tutulur.”

Yukarıdaki vaazından benim anladığım, sebepsiz hikmetin, ahiret hayatında var olmasının sebeplerini açıklamaya çalışıyor.

Şimdi bu fikri irdeleyelim. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, bu dünyada yaşayan hiç kimsenin, ahiret hayatı hakkında net bir bilgisi yoktur. Bizim bilgimiz, Yüce Yaradan’ın bize ilettiği kadardır. Hz. Geylani’nin anlatımına bakarsak, sanki ahiret hayatının işleyişini biliyormuş anlamı çıkmaktadır.

Eğer bildiğini söylediği ahiret hayatının işleyişi, onun dediği gibi olsa bile, yine de sebepsiz hikmetten bahsetmenin yanlış olma ihtimali kuvvetlidir. Konuyu daha iyi anlamak için son cümlesini tekrar hatırlayalım, “Ahirette, duygularınız, hatalarınızı anlatırken, sebeplerin dili tutulur.” Bu cümleden anlaşılan o ki, duygularımız yaptığımız hataları anlatırken, o hatayı işleyen uzuvlarımızın dili tutulacak.

Hâlbuki Kur’an, ahirete gidince ne olacağını bize şöyle bildiriyor: İsra Suresi 17/13: “Her insanın amel defterini boynuna doladık, kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı önüne çıkarırız.” Ayete göre, ahirette, duygularımız konuşmayacak. Bu dünyada yaşarken yaptıklarımızı kaydettiren Yüce Yaradan, küçük büyük her şeyimizin kaydedildiği bu defteri önümüze koyduğunda, bir şey diyecek halimiz kalmayacak.

Konuyu bir başka açıdan da ele alalım. Hz. Gazali’nin, ahirette tecelli edeceğini söylediği tekvin, yoktan var etme, yaratma sıfatı, zaten, bütün kâinat ve âlemler için geçerli bir sıfattır. Dolayısıyla sadece ahirete mahsus değildir.

Evreni ve evrendeki âlemleri yaratan Yüce Yaradan, bunları oyun olsun diye yaratmadığını ifade etmektedir.

Duhan Suresi 44/38: “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.”

Ali İmran Suresi 3/191: Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru.” derler.

Enbiya Suresi 21/16: “Biz gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri, boş bir eğlence için yaratmadık.”

Müminun Suresi 23/115: “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”

Ayetlerden ve Kur’an’ın bütününden benim anladığım, Yüce Yaradan, hiçbir şeyi sebepsiz yaratmamıştır. Dolayısıyla sebepsiz hikmetler yaratmasını da düşünemiyorum. Eğer, hikmet kavramını, halkın anladığı şekilde, sebep olarak ele alırsak, Yüce Yaradan, sebepsiz bir hadise veya varlık oluşturmaz demektir.

Yüce Yaradan, sebepsiz hiçbir şey yapmazken, O’nun, yeryüzündeki vekil yöneticisi olan bizler de, elimizden geldiği kadar, yaptığımız işleri ve davranışları bir sebebe dayandırmaya çalışmalıyız. Elbette bizler, olayların bütün yönlerini bilemeyiz. Her şeyi bütün yönleriyle bilen, sadece ve sadece Yüce Yaradan’dır.

Fakat bizler de, davranışlarımızı belirlerken, O’nun bize verdiği aklı kullanarak, en azından iki-üç yönden düşünerek uygulamaya çabalamalıyız. Davranışlarımızı, sebepsiz ve eğlence olsun diye gerçekleştirmemeliyiz. Atacağımız adımların; hem kendimize, hem çevremize, hem de insanlığa faydalı olması için, çok yönlü düşünmeye gayret etmeliyiz.  Bizler, birkaç yönlü fayda için çaba sarf ettikçe, tavırlarımızdaki hikmetin, giderek, daha kapsamlı olmaya başladığını görme ihtimalimiz kuvvetlidir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ALLAH, SEBEPSİZ HİKMETLER YARATIR MI? için yorumlar kapalı

HAVA ŞARTLARI VE TARİHTEN DERSLER

HAVA ŞARTLARININ BELİRLEYİCİ OLDUĞU ÖNEMLİ SAVAŞLAR

 

Savaşların sonuçlarında hava şartlarının en etkili olduğu alan, deniz üzerindeki harpler olmuştur. Bilhassa, gemilerde motorun kullanılmadığı dönemlerde, hava şartları birçok harpte belirleyici olmuştur.

Bu yazımızda, hava şartlarının etkilediği savaşların sonuçlarının, ülkelerin geleceğinde önemli bir tesiri olan üç olayı, tarih sırasına göre örnekleyerek aktaracağız.

Kubilay Han, Cengiz Han’ın torunu idi. 1259 yılında, imparatorluk makamında oturan kardeşi Mengü Han öldü. 1260 yılında, Kubilay kendisini Han ilan etti. Moğol İmparatoru oldu. Fakat bir başka kardeşi de kendisini Han ilan etti. Kardeşi ile yaptığı “Han” olma mücadelesini üç sene sonra kazandı. Hanlığı garantileyince, durdurmak zorunda kaldığı Çin üzerine yaptığı seferleri, tekrar başlattı ve dozunu artırdı. Çin’in büyük bölümünü ele geçirdi. Güneye çekilen Song hanedanlığını, orada da yenerek bütün Çin’e hâkim oldu. Bu dönemde, Çinlilerle yaptığı savaşlarda, büyük nehirler üzerinde de savaşılarak, donanma harpleri yapıldı. Kubilay Han, bu gemi savaşlarını kazanabilmek için, büyük gemiler inşa ettirdi. Gemilerin üzerine de, büyük gülleler atabilen mancınıklar yerleştirtti.

Çin’e tamamen hâkim olduktan sonra, Kore’ye yöneldi. Kore’deki Koryo devletinin krallarını tamamen ortadan kaldırmadı, kendilerine bağladı ve kralları kendisi atamaya başladı. Daha sonra, donanmaya ağırlık verdi. Güvertesindeki mancınıklarıyla büyük gülleler atabilen gemilerinin sayılarını artırdı. 1274 yılında donanmasını yollayarak Japonlara saldırdı. Fakat henüz anlaşılamayan bir sebeple, 30.000 kişilik ordusunu geri çekti. Bu olay, Japonların tehlikeyi görerek tedbir almaya başlamalarını sağladı. Kubilay Han, 1281 yılında, Korelilerle birlikte, 140.000 kişilik bir güçle tekrar saldırıya geçti. Kyuşu’nun kuzeyine iki noktadan çıktılar. Fakat tam Japonları yenmek üzereyken, beklenmedik bir şekilde başlayan tayfunda, gemilerinin çoğu battı. Heyecana kapıldılar, önemli zayiatlar vererek geri döndüler.

1281 tarihinden sonra, asırlarca Japon adalarına ciddi bir saldırı olmadı. Arada bazı Japon korsanları Kore’deki Koryo Hanlığına saldırılar düzenlediler. Ama Koryo Krallığı karşılığında ciddi bir cevap veremedi.

Çinliler ise, daha sonra büyük gemiler yapımını sürdürdüler. Gemilerin büyüklüğü, Avrupalıların kalyonları kadardı. Ama ticaret ağırlıklı çalıştılar. Askeri amaçlı düşünmediler. Japonlara doğru yönelmediler. Batıya doğru gittiler. 1405-1433 yılları arasında Amiral Chang Ho yönetiminde uzun mesafeli yedi sefer düzenlediler. Yüzlerce gemiden oluşan bu seferlerde, Seylan’dan Kızıldeniz girişine ve Afrika’nın doğusundaki Zanzibar’a kadar dolaştılar. Fakat 1436 yılında, henüz tam anlaşılamayan bir nedenle, açık deniz gemilerinin yapılmasını yasaklayan bir imparatorluk kararı alındı. Daha sonra, ikiden fazla direği olan gemilerin yapımı yasaklandı. Donanma personeli, nehirlerde çalışan gemilere aktarıldı.

Sonuçta, Kubilay Han’ın seferinden sonra Çin Devletinden, Japonlara karşı herhangi bir başka bir tehlike gelmedi. İlk ciddi tehlike, 1853 yılında ABD’li Amiral Perry’nin meşhur “kara gemileri” ile oluştu. Onlar da ticaret amacıyla geldiler. Dolayısıyla, Kubilay Han’ın donanmasının çoğunu batıran tayfun, Japonların geleceğinin şekillenmesinde çok etkili oldu.

Hava şartlarının etkili olduğu diğer bir olayın muhatabı, Osmanlı Türkleridir. Osmanlıların, Avrupa içlerine doğru ilerlemeleri, Kanuni Sultan Süleyman döneminde hızlanmıştı. Bu sıralarda, kimi zaman Afrika’nın kuzeyindeki ülkelerin kıyı kesimlerindeki bazı kalelerini kendi başlarına ele geçirecek kadar başarılı çalışmalar yapan denizci reislerin bazıları, Osmanlı donanmasında kaptanlık görevine getirildiler. Bunlardan Barbaros Hayrettin Paşa, donanma komutanı, yani Kaptan-ı Derya oldu. Osmanlı Türklerinin donanması, kadırga denilen küçük gemilerden oluşuyordu. İspanyol ve diğer Avrupalıların gemileri ise, kalyon denilen büyük ve cesametli vapurlardı. Dolayısıyla üzerlerindeki toplar, kadırgalarınkine göre daha uzun menzilli idiler. Fakat kadırgaların manevra kabiliyetleri, kalyonlara göre daha üstün idi.

Amerika Kıtasının keşfinden sonra zenginlemeye başlayan İspanyollar, denizlerdeki güçlerine güveniyorlardı. Diğer bazı Avrupalılardan aldıkları destekle, Osmanlı donanması ile savaşmak için 1538’de yola çıktılar. Gelen İspanyol ağırlıklı donanmanın gemilerinin heybetinden ve çokluğundan çekinen Barbaros Hayrettin Paşa, Adriyatik Denizindeki Osmanlı hâkimiyetindeki Preveze Limanına sığındı. Andrea Dorya’nın komutasındaki Avrupalı gemiler, limanın girişinde durmak zorunda kaldılar. Çünkü Osmanlıdaki dağ toplarının menzili, gemilerdekinden uzun idi. Bu bekleyiş sırasında, Barbaros’un kaptanları, deniz savaşında hiçbir şanslarının olmadığına kanaat getirdiler. Gemileri terk edip dağa çekilmeyi ve düşmanları da dağlara doğru çekip karada savaşarak onları yenebileceklerini düşündüler ve bu kararlarını teklif ettiler. Osmanlı donanması açısından durum gerçekten çok sıkıntılıydı.

Günler Eylül ayının son günleriydi. Barbaros Paşa, kaptanlarının tekliflerini çeşitli açılardan sakıncalı buldu. Bu sakıncalar hususu, makalemizin konusuyla bağlantılı olmadığından burada bahsetmeyeceğiz. Barbaros Hayrettin şöyle bir fikir yürüttü. Bu bölgelerde çok dolaştığını ve Eylül ayının sonlarında rüzgârın yön değiştirdiğini gözlediğini söyledi. Denizden karaya doğru esen rüzgârın, yön değiştirerek bu defa karadan denize doğru estiğini anlattı. Planını bu hava şartlarına göre yaptı. Rüzgâr karadan denize doğru esmeye başlayınca, hemen aniden hareket edecekler ve kalyonlara doğru giderek aralarına gireceklerdi. Onlar ne olduklarını anlayamadan, rüzgârı kullanarak ve manevra kabiliyetleri sayesinde aralarına girdiklerinde, kalyonların top üstünlüğü işe yaramayacaktı. Kadırgaları vurmaya çalışırlarken, kendilerini vurmaları ihtimali çok kuvvetli olduğundan toplarını kullanamayacaklardı.

Rüzgâr, gerçekten de yön değiştirdi. Kadırgalar yelkenlerini şişirdiler. Forsalar (kürekçiler) küreklere hızla sarıldılar. Barbaros Hayrettin Paşanın bütün tahminleri tutmuştu. Harp, gemilerin savaşı olmaktan çıkmış, sanki kara harbi yapılıyormuşçasına her iki tarafın gemilerindeki insanlar arasında güvertelerde geçmeye başlamıştı. Sonunda Osmanlılar büyük bir zafer kazandılar.

Bu savaştan sonra, İspanyollar ve Avrupa uzun süre bu büyüklükte bir donanma oluşturamadı. Güçlü bir Osmanlı devletiyle boğuşmak yerine, enerjilerini kendi aralarında ve sömürgelerde yaptıkları mücadeleye çevirdiler. Arada 1571 yılında İnebahtı Limanına aniden saldırarak, Osmanlı donanmasını yakmayı başardılar. Ama artık, maddeten güçlenen Osmanlılar, kısa sürede daha güçlü donanma inşa ettiler. Sadece üç yıl sonra Tunus’u, İspanyollardan geri aldılar.

Preveze zaferi, Osmanlı’nın, kalyonlar karşısında düştüğü kötü durumu görmesini engelledi. Avrupalıların, yeni sömürgelerine yönelmeleri de, Osmanlı yönetimini yanıltmış olabilir. Sonuçta, hem Avrupalı donanmalar Osmanlının üzerine ciddiyetle gelemediler, hem de Osmanlılar zafer kazandıkları için hatalarını göremediklerinden büyük gemilere yönelmediler. Hava şartlarındaki değişiklik, olaylara bakışı etkiledi.

Hava şartlarının belirleyici olduğu bir başka olayda, İspanyollar yine işin içindeydi. Yukarıda bahsedildiği gibi, İspanyollar, Amerika kıtasına ilk gidenler olmuşlar ve ciddi ganimetler elde etmişlerdi. Fakat hiç akıllarında yokken karşılarına çıkan bu ganimetleri, çevresindeki ülkelerle ve bilhassa güçlü Osmanlı Türkleriyle savaşarak harcadılar. Bu sebeple kısa sürede iflasın eşiğine geldiler. Nitekim İmparator V. Charles, ömrünün son dönemlerinde borç yüzünden kıpırdayamaz hale gelmişti. İmparatorluğu, Avusturya’nın başındaki kardeşine, İspanya’nın hükümdarlığını ise, oğlu II. Philip’e bırakmak mecburiyetinde kaldı.

Bu sıralarda İngiltere’de, I. Elizabeth iktidara geldi. Elizabeth, dini doktrinlere karşı çıkmaya başladı. Ayrıca deniz gücünü güçlendirerek, İspanyolların Amerika’dan ganimet getiren gemilerine, bizzat Elizabeth’in emriyle korsanlık yaparak el konulmaya çalışılıyordu. Aslında bu uygulama sadece İngilizlerle sınırlı değildi. Bazı devletlerin yöneticileri, korsanlığı, ucuz deniz gücü sağlama ve ganimet elde etmenin yolu olarak görmüşlerdir. Korsanlara yetki ve kârdan pay vermişlerdir. Böylece düzenli korsanlık biçimi oluşmuştu. Bilhassa keşifler sonrasındaki dönemde İngiliz, Fransız ve Hollandalı korsanlar, hükümetlerinin izni ve desteğiyle yaptıkları saldırılarda büyük başarılar elde ettiler. Bu durum, devletlerarası düzenlemelerin yapıldığı 17inci yüz yılın sonuna kadar devam etti. Bu dönemde ticaret gemileri ile savaş gemileri birbirlerinden net bir şekilde, hem tasarım olarak hem de kanunen ayrıldılar.

Elizabeth’in, İspanyollara başkaldıran Hollandalılara el altından yardım etmesi, Philip’in sabrını taşıran olay oldu. Hâlbuki Philip, korsanlıklara mecburen sabrediyordu. Çünkü İngiliz Mary Tudor ile evlenerek Birleşik Krallık ’ta kazandığı bazı menfaatlerini riske atmak istemiyordu.

Bu nedenle, Elizabeth’in Hollandalıları destekleme tavrı üzerine, İngilizler üzerindeki haklarına zarar gelmeden nasıl davranması gerektiğini düşündü. Elizabeth’in dini konulardaki tavırlarından faydalanarak, Papa’dan, onu indirmek için onay aldı. Büyük bir donanma ile 1588 yılında saldırıya geçti. Fakat kötü hava şartları sebebiyle toplarını etkili bir şekilde kullanamadılar. İngiliz donanması da toplarını istediği gibi kullanamadı. Hava şartları kötü olunca, savaş İspanyollar için felaketle sonuçlandı. İngilizler bu olayın kendileri açısından önemini, “Tanrı’nın nefesiyle dağıldılar” diyerek vurguladılar.

Gemilerden kurtulup İspanya limanlarına dönenler tekrar mücadele etmek istediler ama artık güçleri kalmamıştı. Buna rağmen aralıklı olarak uzun süre devam eden parça-bölük yani ufak çaplı savaşlar, İngiliz gemicileri için ciddi bir tecrübe oluşturdu. Ayrıca donanmaya önem vermelerinin şart olduğunu gösterdi. Böylece, İngilizlere dünya imparatorluğu kurduracak olan denizcilik geleneği, bu tesadüf hava şartlarının da etkisiyle, sistemli hale gelmiş oldu.

Yukarıda bahsettiğimiz olayların benzerleri başka yerlerde de meydana gelmiştir. Örneğin, ABD’nin ilk kuruluş aşamasında General Washington, İngilizlere yenilmişti. İngilizler, ABD ordusunu yok etmek için kuşatma harekâtına başlamışlardı. Tam o sırada birkaç gün süren yoğun bir sis bastırdı ve Washington ordusunu kaçırmayı başardı. Fakat bu olayın, sonuç üzerinde diğerleri kadar etkili olduğunu söylemek zordur. Çünkü yeni kurulan ABD, Fransa’nın da desteğini almışlardı. İngilizler o güne kadar, kendilerine denk güçlerle karşılaştıkları kara savaşlarında ciddi bir başarı gösterememişlerdi. Dolayısıyla, bir süre sonra ABD’nin toparlanarak İngilizleri yine yenmeleri ihtimali vardı.

Bu nedenle bizim yukarıda ele aldığımız savaşları etkileyen tabiat şartları, gelecek üzerinde çok daha uzun süreli tesirli olanlarına örneklik teşkil edenlerdir. Verdiğimiz örnekler içerisinden Preveze Deniz Savaşı, diğer ikisinden biraz daha farklıdır. Bu farkın nedeni, çeşitli yönlerden bizlere ders niteliğinde olmasıdır. Bu derslerin neler olabileceği hususunu, okuyucularıma bırakıyorum.

Takdir edileceği gibi, hiçbir olay, tek başına güçlü bir değişime sebep olamaz. Ancak, bardağı taşıran son damla olursa, güçlü bir değişime sebep olabilir. Bazen bardağı taşıran olay, yukarıdaki örneklerimizde görüldüğü gibi, bizim inisiyatifimizin dışında gelişebilir. Önemli olan, kendiliğinden olmuş bu olaylardan ders çıkarabilmektir. Verdiğimiz üç örnek içerisinde, sonraki gelişmelere bakıldığında en iyi ders çıkaranların, İngilizler olduğu anlaşılmaktadır.

Tarih, ders almak isteyenler için, değerli bir hazinedir. Ders alamayanlar için ise, tekerrürden ibarettir.

Sosyal kategorisine gönderildi | HAVA ŞARTLARI VE TARİHTEN DERSLER için yorumlar kapalı