FAİZ LOBİSİ VE MÜNAFIKLIK ÜZERİNE

FAİZ LOBİSİ DİYEREK ALLAH’A HİLE YAPMAYA ÇALIŞANLARA

 

(NOT: Bu yazı Haziran 2013 tarihinde yayınlanmıştı. Silindiğinden, bazı değişikliklerle tekrar yayınlıyoruz.)

Daha önceki bir yazımızda, münafıkları bizim tam bilemeyeceğimizi, ama Allah’ın bildiğini belirtmiştik. Ayrıca münafıkları tahlil edebilmemiz için, peygamberimizin (s.a.v.) bize anlattığı şekliyle, münafıkların dört hasletini aktarmıştık.

Şimdi okuyucularımızla birlikte yöneticilerimizin birçoğu için bu hasletleri irdeleyelim. Ancak bunu dışarıdan görebildiğimiz kadarıyla yapabiliriz. Şüphesiz ki, bizim dışarıdan izlediğimiz olayların haricinde, kapalı kapılar ardında insanlardan saklanan, ama Allah’tan gizlenemeyen konular mutlaka vardır.

Eğer bir insan, topluma karşı tiyatro oyunu oynamıyorsa, dışarıda nasıl davranıyorsa kapalı kapılar ardında da benzer şekilde davranır. Fakat Hz. Muhammed’in (s.a.v.) belirttiği dört hasleti olanların, sözü başka, kalbi başkadır. Kapalı kapılar ardında, tiyatro sahnesindeki tavrının tam tersi davranır.

Birinci haslet : “Kendisine bir şey emanet edilince ihanet eder.”

Türkiye’de ve dünyanın pek çok ülkesinde, bundan 30-40 yıl önce halk cari açık konusunu pek duymazdı. Ama şimdi duymayan çok az. Peki, yüksek cari açığa rağmen ekonomilerin birçoğu nasıl ayakta kalıyor. Ekonomistlerin cevabı, ”sıcak para sayesinde”.

Sıcak para nedir? En net anlamıyla, paraya sıkıştıkları için yüksek faiz vermek zorunda kalan ülkeleri gözetleyen tefeci ve spekülâtörlerin elindeki paradır. Bu sıcak paralar, yatırıma gitmez. Faizde, dövizde, borsada ve kısa sürede kâr getirecek bazı arazi alımlarında dolaşır.

Demek ki dünyadaki birçok iktidar, halklarını, kendi eliyle, faiz lobisine, tefecilere, spekülâtörlere soyduruyor.

Halkları soydurduklarını nasıl anlıyoruz? Halkın kredi borçlarındaki hızlı artıştan anlaşılır. Şişirilmiş GSMH hesaplamalarından fark edilir. Kişi başına düşen milli gelir hesaplamalarında kullanılan kalemlerin, sık sık değiştirilmesinden görülür.

Peki, halk sıkıntıda iken yalan beyanlarla halkı kandıranlar ne durumda?

Yukarıda bahsettiğimiz soygun belirtilerinin görüldüğü ülkelerin çoğunda, yöneticilerin durumları ile halkın vaziyeti, birbirine ters istikamette gidiyor. Halk fakirlerken, yöneticilerin ve onların çevresindekilerin çoğunluğu, daha çok zenginliyorlar.

Zenginleyen yöneticilerin bir kısmı, halkı ikna edebilmek için inşaat işlerine ağırlık verdiler. Bilhassa yol, baraj ve liman gibi inşaatlar yaptılar. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi, bu tip inşaatların kaç paraya mal olduğunu sonradan incelemenin çok zor olmasıdır. Böylece yöneticiler büyük miktarlarda rüşvet alabilirler, ama almadıkları yalanını söyleyebilirler. İkincisi ise, bu inşaatlar halkın gözüne görüneceği için, halk, yöneticilerin çalışkan olduklarını düşünür. Böyle düşünenlerin bir kısmı, yöneticilerin rüşvet aldıklarına inansa bile, onları kötülemez.Ne yapalım, yiyorlar ama iş de yapıyorlardiyerek kendilerini teselli ederler.

Yöneticiler, yaptıkları imar planlarında, yeni oluşturdukları alanlarda emsal değiştirerek ve devlet hizmetlerini o bölgeye yoğunlaştırarak, ihale işlerinden elde ettiklerinden daha çok kazanç sağlamaktadırlar.

Devletin (aslında halkın) varlıklarını kötü bir mirasyedi gibi satarak, kendilerine gelir elde etmektedirler. Sırf kendilerinin de kazanç sağlayabilmeleri için, sanki Allah’ın ayetlerini az bir paraya değişenler gibi, devletin varlıklarını haraç-mezat satmaktan çekinmemektedirler.

Demek ki, halk faiz lobisine iktidarlar tarafından soydurulurken, yöneticiler zenginliklerini katlamaya devam etmektedirler.

Sonuç olarak birinci haslette peygamberimizin (s.a.v.) bahsettiği haslet, kesinlikle böyle davranan yöneticilerin çoğuna uyuyor.

İkinci haslet: “Konuşunca yalan söyler.”

Bu hususta örnekler vermeye gerek yok. Çünkü yöneticiler ve danışmanları, hemen her sıkıştıklarında, “biz öyle demedik”, ya da “Sn. Başkanımız (veya bir diğer yönetici için), onu kastetmedi” türünden yaptıkları açıklamalarıyla, aslında yalan söylediklerini kendileri kanıtlıyorlar.

Zaten faiz lobisi ve spekülâtörler konularında söylenen yalanlar bile, “konuşunca yalan söyler” sözünü göstermek için yeterlidir.

Üçüncü haslet: “Söz verince sözünde durmaz.”

Yukarıda bahsettiğimiz yöneticilerin söz verdikleri halde sözlerinde durmadıkları, her ülkenin kendi şartlarında örnekleriyle gösterilebilir. Ben Türkiye’de yaşadığım için, burada Türkiye’den misal vereceğiz. Yönetimin bugün “tu kaka” dediği AB’ye girebilmek için, halka sorulmadan, o günkü yöneticiler, bazı tavizler verdi. Bunlardan biri “zina” konusundadır. Sn. Başbakan, AB ile görüşmek için Brüksel’e gitmeden önce halka seslenerek, oylarına talip olduğu insanlara söz verdi. Dedi ki: “Allah’ın buyruğu var. Biz Türk’üz. Bizim örf ve adetlerimiz var. Zina konusu bize uymaz. AB bizim işimize karışamaz”

Ama Brüksel’e ayak basınca, verilen sözler unutuldu. Hattâ sözlerinden öyle hızlı bir dönüş yaptı ki, bir hafta bile sabredilmedi. TBMM, 1 Ekim’de normal şekilde açılacaktı. Fakat AB’nin direktifleri doğrultusunda, Meclis 25 Eylül’de olağanüstü toplantıya çağrıldı. Ve yurt dışından verdiği emirde şöyle dedi:” zina, derhal suç olmaktan çıkarılsın ve zina konusu bir daha ben görevdeyken gündeme gelmesin”.

Sonuçta zina konusundaki sözlerde durulmadığı gibi, söz verdiğinin tam aksini yapmış oldu.

Dördüncü haslet: “Bir konuda taraf olduğunda haddi aşar, haksızlık yapar, işi düşmanlığa götürür.”

Dünyanın neresinde olursa olsun iktidarı bırakmak istemeyen yöneticilerin başvurdukları ortak bir yöntem vardır. Bu yapıdaki idareciler, düşmanlıklar oluşturarak, kendi taraftarlarını düşmanlarla korkutarak yerlerini muhafaza edebileceklerini düşünürler. Çünkü çoğunun zekâları, ancak bu yönteme yetmektedir. Sahip oldukları bazı kabiliyetleri de, kendilerini iktidarda tutmaya yetecek seviyede olmayabilir.

İktidar koltuğunu bırakmak istemeyenler, kendi düşmanlıklarını, iktidara oy verenlerin düşmanlığı haline getirebilmek için, haddi aşarak akla hayale gelmeyen iftiralar yapmaktan çekinmezler. Bu konuda verilebilecek örnekler, bu yapıdaki yöneticilerin olduğu hemen her ülke için çok fazladır.

Bu yazıda kastedilen aslında kişiler değildir. Bir zihniyettir. Birbirlerinin yanlışlarını bildikleri halde, ortaklaşa ve birlikte savunma yapan ve böylelerine imrenerek bakan herkes içindir.

Oturdukları koltukları bırakmak istemeyen ve her ne pahasına olursa olsun orada kalmak isteyenlere seslenmek istiyorum. Siz, kendinizi ve birbirinizi iyi bilirsiniz. Eğer düşünürseniz, tövbe etmek kendiniz için en uygun olanıdır. Bunun için, önce Allah’tan af dileyin ve içinizden gelerek ağlayın. Sonrasında, kandırdığınız halka yeni yalanlar söylemeyi bırakın.

Böyle yapmaya başlarsanız, umulur ki, Yüce Yaradan da, size rahmetiyle muamele etmeye başlar. Böylece, kısa zamanda kendinizi düzeltirsiniz. İnsanlığa faydalı işler yapmaya başlarsınız. Hem dünyanızı hem de ahiretinizi huzurlu hale getirme şansını yakalarsınız.

Zenginliğinize, zenginleştirdiklerinize veya sizi destekleyen başka ülkelerdeki zenginlere güvenmeyin. Eğer, tek olan Tanrı’dan af dileyip yanlıştan dönmezseniz, sonunuzun ne olacağını öğrenmek için, kutsal kitaplara ve Kuran’a bakmanız yeterlidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | FAİZ LOBİSİ VE MÜNAFIKLIK ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KANDIRDIRĞIMIZ İNSANLARIN HESABINI VERME

MANEVİ DUYGULARINI SARSTIĞIMIZ İNSANLARIN HESABINI ALLAH’A NASIL VERECEĞİZ?

 

Manevi duyguların sarsıldığı alanların başında din gelmektedir. Bütün semavi dinlerde ve semavi olmayan öğretilerde, ayrı bir din adamları gurubu var. Bu gurupların mensupları, kendilerinin Yüce Yaradan adına yetkili olduklarını düşünüyorlar. Diğer öğretilerin dervişleri de kendilerinin öğretinin kurucusu (ör: Buda) tarafından yetkilendirildiklerini zannediyorlar. Halka kendilerini tanıtırken de, böyle anlatıyorlar.

Hıristiyanlıktaki günah çıkarma gibi olaylar, halkın da din adamlarının böyle yetkileri olduğunu düşündüğünü gösteriyor. Durum böyle olunca halkı kandırmak isteyen herkes dini kullanıyor.

Bilindiği gibi toplumlarda çok farklı yapılarda insanlar vardır. Bu farklı yapıları üç ana gurupta toplayabiliriz. Birincisi o konunun idealistleridir. İkincisi, o konunun savunucusu gibi geçinenlerdir. Üçüncüsü, o konudan geçinenlerdir.

Konuyu din açısından ele alalım. Birinci gurup, dindar insanlardır. İkinci gurup, dindar görünen insanlardır. Üçüncü gurup, dinden geçinenlerdir. Bu durum dini konuda da, milliyetçilik konusunda da, sosyalistlik hususunda da geçerlidir.

Halk insanların yaptıklarını yakından takip edemeyeceği için onları sözleriyle değerlendirir.  Halk din adamlarının birinci gurupta olmalarını bekler. Yani onların idealist dindar olduklarını düşünür. Dolayısıyla, din insanlarının söylemlerine değer verir. Bu nedenle, idealist olmadıklarını gördüğü din adamlarının bile söylediklerini önemserler.  Çünkü din insanlarının kutsal kitaplarda okuduklarını, insanlara yanlış aktarmayacaklarına inanırlar veya inanmak isterler.

Hâlbuki Kur’an, bizi bu konuda uyarmaktadır:

Tövbe Suresi 9/34: “Ey iman edenler, şurası bir gerçektir ki, Yahudi hahamları ile Hıristiyan rahiplerinin birçoğu, insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar…”

Demek ki, haham, papaz veya hoca söylüyor diye her söyleneni aynen kabul etmememiz gerekiyor. Çünkü din insanlarının birçoğu, Kur’an’a göre, sadece halkın mallarını haksız yere yemekle kalmıyorlar, insanları Allah yolundan saptırabiliyorlar.

Tek Tanrılı dinin peygamberleri -kendi arzularının hilafına kullanılacağı korkusuyla-Yüce Yaradan’ın sözüdür diyerek aktardıklarının dışındaki kendi sözlerine, mutlak inanılıp uygulanmasını istememişlerdir. Nitekim Hz. Muhammed de, Veda Haccındaki hutbesinde, insanlardan, kendisine vahiy olarak bildirilenleri tebliğ ettiğinin şahitliğini istemiştir. Kendisine dua edilmesini bile talep etmemiştir.

Diğer taraftan, Budha, insanlardan, kendisine mutlak inanmalarını veya ona dua etmelerini istememiştir. Bu konuda bu sitede yayınladığımız “Budizm ve Tek Tanrılı Dinler” başlıklı makale serimizde bazı bilgiler vermiştik.

Budha, kendisini “aydınlanmış” olarak tanımlamamaktadır. Kendisini “uyanmış” olarak görmektedir. Bu sebeple asıl adı Siddarta Gautama iken, kendisine “uyanmış” anlamına gelen Budha denilmesini arzu etmiştir. Budha’nın öğütlerine uygun davrananlar, sorgulayarak kendi deneyimlemeleriyle yürüyenlerdir. Sadece dışarıdan bilgi aktarılarak yürüselerdi aydınlanmış olurlardı. Ama sorguladıkları için, kendi deneyimleriyle uyanmış hale gelebilmişlerdir.

O halde bizler de “uyanmış” olabilmemiz için, bize her aktarılanı sorgulamalıyız.

Fakat sorgulama yapmak emek ister. İnsanların çoğu ise emek vermeden, zorluk çekmeden hazır hapları kullanmaya çalışır. Din insanlarının birçoğunun halkı kandırmalarının temelinde yatan sebep, insanların kolay yolu tercih etmeleridir.

İnsanlar, ancak sorgulayarak bilgi seviyelerini yükseltebilirler. Bilgi düzeyi düşük olan insanları Tanrı’nın gazabı veya bir başka kötü olaylarla korkutmak kolaydır.

Dolayısıyla burada asıl sorumluluk, halkın, güvendiği din insanları ve yöneticilere düşmektedir.

Görevlerini yapmadıkları gibi, halkı kandıranların durumu hakkında, yukarıda verdiğimiz Tövbe Suresi 34üncü ayetin devamında bilgi veriliyor:

“…(halkı kandıran din insanlarına ilaveten) Bir de altın ve gümüşü hazineye doldurup, onları Allah yolunda sarfetmeyenleri, bu yüzden acıklı bir azap ile müjdele!”

Kendi menfaatimiz uğruna insanların manevi duygularını sarsmamızın hesabını, Yüce Yaradan’a veremeyeceğimiz anlaşılıyor.

O halde, eğer geçmişimizde böyle yanlışlıklar varsa, en kısa sürede tövbe edip, güzel işler yapmaya başlamaktan başka bir çıkar yolumuz olmadığından, tek olan Tanrımıza, kalpten gelen bir inanışla yalvaralım ve affımızı dileyelim. Sonrasında salih ameller işleyelim. Böylece, inşallah geçmişte yaptığımız yanlışların hesabını verebilir konuma gelebilme ihtimalimiz artar.

Dini kategorisine gönderildi | KANDIRDIRĞIMIZ İNSANLARIN HESABINI VERME için yorumlar kapalı

SOSYAL NORMLAR VE PİYASA NORMLARI

SOSYAL NORMLAR VE PİYASA NORMLARI

 

Yaşadığımız hayatın birbirinden farklı iki yüzü vardır. Biri insanlar arasındaki ilişkilerimizin sosyal yönüdür. Burada ticari bir temel yoktur, sosyal normlar etkilidir. İnsanlıkla ilgili hisler vardır. Diğeri, tamamen ticari yönü olan piyasa ile ilişkilerimizdir. Burada piyasa normları geçerlidir.

Suyu acı olan deniz ile suyu tatlı olan denizin birbirlerine karışmadığı gibi, bu iki norm kendi mecralarında gittiği sürece, bir sorun ile karşılaşma ihtimalimiz çok zayıftır. Dolayısıyla hayatımızın akışı daha güzel olur. Ama bu iki denizi birbirine karıştırdığımızda sorunlarımız başlar.

Bu iki denizin birbirine karışması halinde neler olabileceği konusunda Dan Ariely kendince şu örneği verir. Sülale ile birlikte veya bir dostunun daveti üzerine evde birlikte yemek yediğimizi düşünelim. Yemek sonrasında davet sahibine küçük de olsa bir hediye verirsek, sosyal norma aynı norm ile karşılık vermiş oluruz. Ama hediye vermek yerine, bu yemeğin kaça malolduğunu sorar ve payımıza düşeni kayınvalidemize veya evine bizi davet eden dostumuza vermeye kalkışırsak işler karışır. Onların sosyal normlarına, biz piyasa normu ile karşılık vermiş oluruz.

Bize uygulanan sosyal norma hediye vererek aynı norm ile karşılık verdiğimizde, belki de hediyeye verdiğimiz para, yemeğin maliyetinden çok daha azdır. Ama adı hediye olduğu ve sosyal norm ile piyasa normu birbirine karışmadığı için, verdiğimiz hediye aramızdaki sevgiyi pekiştirir. Fakat hediye yerine, yemeğin payımıza düşen maliyetini vermeye kalktığımızda, aramızdaki sevgi bağı büyük bir hasar alacaktır. Çünkü hayatın iki yüzünü birbirine karıştırmış olduk.

Yazarın bu konuda verdiği bir başka örnek şöyledir. Tanıdığımız veya tanımadığımız insanlardan yardım isteme durumuyla bağlantılı. Yapmakta olduğumuz bir işe, yakın tanıdığımız bir arkadaşımızdan yardım isteyelim. Bu yardımının karşılığında kendisine, ortalama bir işçinin ücretini teklif edelim. Arkadaşımız belki sonunda bize yardım edecektir, ama bize mutlaka çok kızacaktır. Tanımadığımız şahıslara aynı teklifi yapalım. Muhtemelen onların da çoğu, yardım etmek istemeyeceklerdir. Çünkü bizim istediğimiz yardım, sosyal normlar içerisindedir. Teklif ettiğimiz para ise, piyasa normuna dâhildir. Dolayısıyla hayatın düzenini birbirine karıştırmış olduk.

Aynı kişilere bu defa, “insanlık adına veya Yüce Yaradan’ın rızası için” diyerek yardım istediğimizi düşünelim. Para teklif ettiğimizde dönüp gidenlerin çoğu, bu defa bize gönüllü olarak yardım edecektir. Çünkü normlar birbirine karışmamıştır.

Aynı şahıslara bu defa, “insanlık adına bana yardım edin, hem yardım ederseniz size şöyle bir ücret de öderim” dediğimizi düşünelim. Muhtemelen işler yine karışacaktır. Bize yardım edecek kişi sayısında düşme olacaktır.

Demek ki, bize nasıl davranıldıysa biz de aynı yöntemle cevap vermeliyiz. Benzer şekilde, biz karşı tarafa nasıl davranırsak, onlar da bize, benzer yöntemle cevap verirler. Gerek yardım isteğimize verilen cevaplar, gerekse yemek davetindeki tavırlarımızın sonuçları aynı. Biz sosyal norm ile davranırsak, aynısıyla karşılık almaktayız. Piyasa normuyla davranırsak, aynı norm ile karşılık almaktayız.

Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılan o ki, iş hayatı ile sosyal hayatımızı birbirine karıştırmayacağız. İş hayatındaki alış verişlerimizde, insanlara karşılıksız mal veya hizmet vermemizin bir anlamı yoktur. Çok nadiren bazı durumlarda “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” diye düşünülerek, indirimli satış yapanlar olabilir. Ama hiç kimse bedavaya vermez. Çünkü orası bir ticarethanedir. Yardım vakfı değildir. Ticarethanenin ayakta kalması için, kazanç sağlaması şarttır.

Ticari işlerimizde duygusal davranabiliriz. Böyle durumlarda çoğunlukla maddeten zarar görürüz.  Fakat zararımız genellikle o işle sınırlı kalır. Çünkü ettiğimiz zararın bize ders olması ve başka bir alışverişimizde daha dikkatli olma ihtimalimiz artar. Böylece, en azından, ileride başımıza gelme ihtimali olan zararları azaltabiliriz.

Ticari hayatımız dışında kalan bütün sosyal yaşamımızda, ilişkilerimizi alış veriş mantığı dışında oluşturmalıyız. Sosyal yaşamımızı, mümkün olduğu kadar sevgi ve yardımlaşma temeline oturtmalıyız. Çevremizdeki insanlara, bize ne kadar faydaları olabilir mantığıyla bakmamalıyız. Böyle bakarsak, onlara, ticari bir mantıkla yaklaşmış oluruz. Onlara karşı ticari temelli mantıkla yaklaşımımızda, bir süre hata yapmadan devam edebiliriz. Fakat zihnimizin arka planında ticari kazanç bakışı yer alacağı için, bir gün mutlaka hata yaparız. Dolayısıyla, durup dururken sevdiğimiz bazı insanları kaybedebiliriz.

Bilhassa, aile içerisinde ve hattâ sülale arasındaki ilişkilerimize ticari mantığı karıştırmamalıyız. Aksi takdirde bir gün mutlaka aramız bozulacaktır. Nitekim bu durumu çoğumuz yaşamışızdır. Çoğumuz, şu meşhur deyişi biliriz. Hani bir insana sormuşlar, “hasımın yok mu” demişler. O da yok demiş. Şaşırmışlar ve tekrar sormuşlar, “hiç mi hısımın (akraban) yok”. Aynı durum guruplar için de geçerlidir. Eğer aile, sülale veya guruplarda, birlikte olduğumuz kişilere sosyal değil de, kısmen de olsa ticari olarak bakarsak, dıştan birlik gibi görünen yapımız, içten cıfıt çarşısı gibi olur. Dolayısıyla, her an ihanetle karşılaşılabilir.

Dan Ariely’nin incelemelerinde, bize göre eksik bıraktığı iki yön var. Biri, sosyal normlarla, diğeri ise, piyasa normlarıyla ilgilidir. Sosyal normların da, kendi içinde uyulması gereken kuralları vardır. Bu kuralların neler olduğunu, Kur’an’ın anlatımlarından anlamak mümkün.

Bakara Suresi 2/262: “Allah yolunda mallarını infak eden, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayı, gönül incitmeyi uygun görmeyen kimselerin Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir.”

264: “Ey iman edenler! Sadakalarınızı, başa kakmak ve gönül kırmakla boşa gidermeyin.”

Demek ki insanlara sadece sosyal normlar çerçevesinde yaklaşmamız yeterli değildir. Yapılan yardımları, verilen dostluk yemeklerini, gösterdiğimiz güler yüzlü davranışlarımızı, sonradan serzenişte bulunacak bir şekilde konu etmemeliyiz. Karşımızdakini incitecek şekilde başına kakmamalıyız. Eğer böyle yaparsak, yaptığımız bütün iyilikleri ve güzellikleri boşa çıkarmış, yani sıfırlamış oluruz.

Fakat yaptığımız yardımları ve iyilikleri, Yüce Yaradan’ın rızasını kazanmak için yapar, yaptığımız bu güzelliklere karşı nankörlük edenlere bile sabredersek, Yüce Yaradan, bize Cennetini vaat ediyor.

Dan Ariely’nin incelemediği ikinci husus ticari normlar hakkındadır. Ticari normların da kuralları vardır. Kur’an, alışverişlerimizde dikkat edeceğimiz bazı hususları şöyle ifade edilmektedir.

Enam Suresi 6/152inci ayette, “…yetimin malına yaklaşmayın, ölçüyü ve tartıyı tam adaletle yapın” denilmektedir.

Araf Suresi 7/85inci ayette, “ölçü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” denilmektedir.

Rahman Suresi 55/8-9 da, “Sakın tartıda taşkınlık etmeyin. Tartıyı adaletle yapın, tartıda eksiklik yapmayın.”

İsra Suresi 17/35: “Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu hem daha hayırlıdır ve sonuç itibariyle de daha güzeldir.”

Şuara Suresi 26/181: “Ölçeği tam ölçün de hak yiyenlerden olmayın.”

Nisa Suresi 4/29: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz helaldir.”

Demek ki, piyasa normlarının da kuralları vardır. Ölçüyü ve tartıyı tam yapacağız. Adaletli davranacağız. Başkasının malını haksızlıkla yemeyeceğiz. İnsanları kandıracak yöntemler uygulamayacağız. İnsanlara sattığımız mallarda eksiklik yapmayacağız. Hatalı malları vermeyeceğiz.

Sonuç olarak, hem sosyal normlar ile piyasa normlarını birbirine karıştırmayacağız, hem de normların kendi içlerindeki kurallara uyacağız. Yoksa hem bu dünyada işler karışır, hem de ahiret hayatında sıkıntı çekeriz.

Bizler insanız. Bazı anlarda, söylemeyeyim dediğimiz bazı sözlerin, hem de sevdiğimiz insanlarla bile konuşurken, ağzımızdan çıktığına şahit oluruz. Kendimizi tutamadığımız bu sözlerimizin sonrasında, pişman oluruz. Ama bu pişmanlığımızı karşımızdakine, çoğunlukla, hissettirmeyiz. Eğer karşı taraftaki insanlar, bizim içimizdeki pişmanlığımızı bilmezlerse, sosyal veya piyasa normlarına uygun davranmış bile olsak, insanları üzmüş oluruz. Sonrasında benzer hataları yaparsak, onları kaybedebiliriz.

Burada esas olan, insanları kazanabilmek için, onlara karşı sabırlı davranabilmektir. Hoşgörülü yaklaşabilmektir. Bazen insanlar, bizim hoşgörülü tavrımızı anlamayabilirler. Bu durumlarda bile yine sabırlı davranmaya, onlara konunun önemini izah etmeye gayret etmeliyiz. Eğer onları kazanmak istiyorsak, onların yaptıkları yanlışlarını fark etmelerini, böylece hata yapmalarını azaltmanın yolunu aramalıyız. Çünkü karşımızdaki insan, tek olan Tanrı’nın sevdiği bir kul olabilir.

Ancak, içten pazarlıklı olanlar mutlaka bulunacaktır. Olayların farkında olmadığımızı zannettikleri için, ikiyüzlü davranarak, ısrarla sabrımızı taşırmaya uğraşanların, Yüce Yaradan’ın sevdiği kul olmaları ihtimali zayıftır. Bunlara gereken cevabı –ister sosyal isterse ticari olsun- kendi normu içerisinde vermekten çekinmemeliyiz. Çünkü böylelerinin, bizim yüzümüze karşı bizi överken, arkamızdan kuyumuzu kazan bu yapılarını değiştirmeleri zordur. Belki, bizim, onların anladıkları dilden olan davranışımız, onları düşünmeye sevk eder de, bazısını kazanırız.

Allah’ım, Senin sevdiğin ama benim bilmediğim insanlara sert davranmaktan, Sana sığınırım.

Allah’ım, bizim Senden başka sığınacak yerimiz, yardım isteyecek kapımız yok. Lütfunla bizlere mağfiret eyle.

Allah’ım, hainlik ve nankörlük yapanlara karşı, anladıkları normla karşılık verebilmemiz için, lütfunla bizlere yardımcı ol.

YAŞAM kategorisine gönderildi | SOSYAL NORMLAR VE PİYASA NORMLARI için yorumlar kapalı

GELECEĞİMİZDE SÖZ SAHİBİ OLMAK İSTEYENLERE

GELECEĞİMİZDE SÖZ SAHİBİ OLMAK İSTEYENLERE

 

Bu sitede yayınladığımız “Önce Kendimizi Sorgulama” ve “Rauf Denktaş’ın Gençlere Tavsiyeleri” isimli makalelerimizde, yazımızın başlığıyla alâkalı bazı fikirlerimizi okuyucularımızla paylaşmıştık. Bu yazımızda, konuyu biraz daha farklı açılardan irdelemeye çalışacağız.

Geleceğimizde söz sahibi olmak isteyen gençler, konulara çözüm odaklı yaklaşmayı alışkanlık haline getirmeye çalışmalıdırlar.

Her insanın yaşamında sıkıntılı anlar vardır. Sıkıntısız bir hayat düşünülemez. Günlük geçimiyle meşgul olan insanların bazıları, sıkıntıları hep fakirlerin çektiğini düşünür. Eğer yakından inceleme fırsatı bulsalardı, zenginlerin ve üst makamlardakilerin sıkıntılarının, kendilerinin çektiğinden daha fazla olduğunu görürlerdi. Zenginlerin durumları, tıpkı “büyük dağın kar’ı, büyük olur” özdeyişindeki gibidir. İnsanlar daha çok şeye sahip oldukça, elindekileri kaybetme korkusunu yaşarlar. Ayrıca, sahip oldukları varlıklarını artırabilmek için sürekli mücadele etmek zorunda kalırlar.

Sahip olduklarını muhafaza edebilmek ve artırabilmek için, karşılaştıkları sorunları çözmek zorundadırlar. Çözülemeyen her sorun, sonunda ve mutlaka kendilerine kayıp olarak geri döner. Bu sebeple, konulara çözüm odaklı yaklaşmayı öğrenmeleri gerekir. Bu yaklaşım ne kadar erken yaşta başlarsa, insanın yapısında o kadar etkili olur ve kararlarına otomatik olarak yansımaya başlar.

Konulara çözüm ararken dikkat edilmesi gereken en önemli husus, üretilen fikirlerin adalet temeline dayanmasıdır. Adalet esası, yaşamımızın her alanından geçerlidir. Bu sebeple, ister iş hayatımızda, ister sosyal yaşantımızda, isterse evliliğimizde olsun, çözümlerimiz mutlaka adalet temeli üzerine olmalıdır. Taraflardan sadece birinin menfaatine yönelik çözümler, çözüm değil, menfaatçiliktir. Hinlik düşünülerek üretilecek fikirler, meseleleri çözmek yerine daha büyük sorunların oluşmasına vesile olur. İnsanlar, her zaman menfaatlerinin peşinde koşmazlar. Bazen duyguları tarafından yönlendirilirler. Karşısındakine kızdığı için onun zararına olacak bir çözümü, sanki onun faydasına imiş gibi sunabilir. Veya başkalarına olan kızgınlığından dolayı, karşısındakini seviyormuş gibi davranması mümkündür. Duyguların yönlendirdiği çözüm fikirlerinin adaletli olmaları ihtimali zayıftır.

Gençlerin dikkat etmelerinde fayda olan bir başka husus, başlarına gelen olayları değerlendirirken, konunun hem iyi hem de kötü sonuçlarını düşünmeye çalışmalarıdır. Ancak, kötü sonuçlarını hayal ettiğinizde bile, “vardır bunda da bir hayır” diyerek sabırlı ve sakin düşmeye çalışın. Bu konuyla ilgili fikrinizi çevrenize anlatırken kötü yönünü değil, daima iyi yönünü bahsedin. Böylece hem kendinizi muhtemel kötü sonuçların etkisinden kurtarmış olursunuz, hem de çevrenizi mümkün olduğunca güzel düşünmeye yöneltmiş olursunuz. Fakat burada hassas bir durum vardır. Olayların kötü yönleri, çevremizdekileri ve başkalarını da kötü etkileyecek özellikte ise, konuyu hada bir titizlikle irdelememizde fayda vardır.

Bizim bu tavsiyemizi uygulamak zordur. Birçok zaman ben kendim de uygulayamamışımdır. Ama eğer uygulamaya gayret etmezsek, düşüncelerimiz bizleri esir alırlar. Belki de bu sebeple atalarımız “iyi düşünürsen iyilikleri yaşarsın, kötü düşünürsen kötülükler yakanı bırakmaz” demişlerdir. Yaşadığımız bir olayın kötü sonuçlarını düşünmeye başladığımızda, kendimizi, tersliklerin üst üste geldiğinden yakınırken bulduğumuzu unutmayalım.

Gençlerin zorlanacakları konulardan birisi de, risk hususudur.

Bilindiği gibi her insan hayatının her döneminde, önüne çıkan farklı seçenekler arasında seçim yapmak zorunda kalır. Ancak, hangisini seçerse seçsin, hepsinin hem olumlu hem de olumsuz yönleri vardır. Hiçbir seçenek, yüzde yüz faydalı veya yüzde yüz zararlı değildir. Zaten böyle olsa ona yol ayrımı denilmez ve seçim yapmak durumuna düşülmez. Bir belediye otobüsüne bindiğimizde, eğer koltukların çoğu boş ise, kısa bir yolculuk için yapacağımız koltuk seçimimizde, sonradan hatalı olduğumuzu düşünmemiz ihtimali kuvvetlidir.

Bu nedenle karşılaştığımız yol ayrımlarında girdiğimiz her yolun bize kazandırdıkları olacağı gibi, kaybettirdikleri de olacaktır. Yani her seçeneğin bir riski vardır. Bazen, kazanç ve kayıplar birbirine yakındır. Böyle durumlarda çoğu insan seçim yapmak istemez. Hareket etmeden kararsız bekler. Beklemelerinin sebebi, olayın iyi yönünün daha belirginleşmesini görmektir. Dolayısıyla olayların fayda ve zararları netleşmedikçe hareketsiz kalırlar.

Hâlbuki atalarımız “hareketsizlik, yani kararsızlık, en kötü karardan daha kötüdür” demişlerdir. Demek ki, karasız kalmamak, mutlaka hareket etmek gerekir. Ama sırf hareket etmiş olalım diyerek, hiç hesapsızca seçim yapmamak gerekir. Cahil cesareti, çoğu zaman olumlu sonuç vermez. Ters neticeler doğurur ve insanın başarısız olmasına sebep olur.

Dolayısıyla karar vermekten çekinip hareketsiz kalmamalıyız. Fakat hesapsız bir şekilde de hareket etmemeliyiz.

Risk aldığımız şartları irdelerken, onları iki gurupta değerlendirebiliriz. Birincisi, sonuçları sadece kendimizi ilgilendiren konulardır. Bu durumda dikkat edilecek olan husus, sonucun bizim tamamen batışımıza sebep olmamasıdır. Batışımız sözünü sadece maddi anlamda almamak gerekir. Yapacağımız seçim, bizi ateşe yani cehenneme götürecek yapıda olmamalıdır.

Dolaysıyla, biraz daha mantıklı bir şekilde risk alarak, zarar görsek bile sahneden çekilmemize veya ateşe gitmemize neden olmamalıdır. İkincisi, toplumu ve insanlığı yakından ilgilendiren hususlardır. Bu durumda daha mantıklı davranmak, içi boş kararlar almamak gerekir. Ancak bazen, riski görmek gerekebilir. Böyle durumlarda, haktan ve adaletten şaşmamalıyız. Yüce Yaradan’ın yardımını alacak nitelikte kararlar almaya çalışıp harekete geçmeliyiz. Çünkü kararlarımızın sonucu sadece bizi değil, insanlığı ilgilendirdiği için, kendimizi feda etme riskini almamız, bizim kendimizle gurur duymamıza ve ölümsüzleşmemize vesile olabilir. Bu nedenle, gerektiğinde kendimizi insanlık için feda etmekten çekinmezsek, hem hayatımız anlamlanmış olur, hem de Yüce Yaradan’ın huzuruna yüz akıyla gitmiş oluruz.

Geleceğimizde söz sahibi olmak isteyen gençlerin, dikkat etmeleri gereken bir husus daha var. Bir insanın başarısı, zor işlere katlanabilmesiyle doğru orantılıdır. Katlanılan her zorlu işin sonunda başarı olmayabilir. Ama ısrarlı bir şekilde mücadele verilirse, başarı ihtimali artar.

Unutmayalım ki, zorluğa katlanmaktan çekinerek hep kolay işleri seçersek; bu kolaycılığımız; şahsımızı da, şirketleri de, devletleri de ve sonunda dünyayı da felâketlere doğru sürükleyebilir. İster iş hayatımızda, ister sosyal yaşantımızda, isterse evliliğimizde, zor işlere katlanmayı başarmaya çalışmalıyız. Çünkü hiçbir insan, hayatını sadece kendi başına yaşamıyor. Toplum içerisinde yaşadığımız için, her kararımız başkalarını da ilgilendirmektedir. Başkalarının zarar görmelerini azaltmak için, kendimizden fedakârlık yapmamız gerekebilir. Her fedakârlık, zorluk demektir.

Bir işi başarmak zordur, ama başarıyı muhafaza etmekten daha kolaydır. Başarımızı sürdürebilmemiz, onu elde ederken sıkıntı çekip çekmediğimizle doğru orantılıdır. Herkes, başarı için zorluklara katlanılması gerektiği gerçeğini bilir. Ama bir insanın kendisini zora sokacak kararlar alabilmesi kolay değildir. Zor kararlar alabilmesi için, öncelikle kendisini ikna etmesi gerekir. Bunun için de, kendisine bazı anlamlı hedefler oluşturması iyi bir yöntemdir. Bir şeyin, anlamlı bir amaç olabilmesi, aldığı kararının sonucunun sadece kendisine değil, çevresine ve daha da önemlisi, insanlığa faydalı olması ile doğru orantılıdır. Böyle bir anlamlı hedefe matuf kararlar aldıktan sonra başarılı olmak, o insanın, kendisiyle gurur duymasına vesile olacaktır.

Bilimsel ve teknolojik buluşların çoğuna baktığımızda, insanlığa ciddi anlamda faydası olmuş çalışmaları yapanların çok büyük çoğunluğunun, acılar içerisinde mücadele ettiklerini görürüz. Ancak, acı çeken ve zorluklara katlanan her insanın başarılı olacağını söyleyemeyiz. Ama kendisi için belirlediği anlamlı hedefinden gözünü ayırmadan, zorluklarla yaptığı mücadeleye süreklilik kazandırdıkça, başarılı olma ihtimali artar. Dolayısıyla, zorluklar ve çekilen sıkıntılar, insanı yolundan çevirmemelidir.

Zorluklara göğüs germek güç iken, bu mücadeleyi sürekli olarak yapmak çok daha fazla zordur. Bu zorluğu aşmak istiyorsak, zorlukları aşılması mümkün olmayacak birer engel gibi görmemeliyiz. Engelleri aşmak için, yaşamımız sırasında mutluluk duymayı öğrenebilmeliyiz. Bunun için de önce, küçük şeylerden mutlu olmaya gayret etmeliyiz. Küçük şeylerden mutlu olmaya başladıkça, mücadele enerjimiz de artacaktır.

Diğer yandan, her sıkıntıya düştüğümüz ve pes etme noktasına doğru gittiğimizde, kendimize belirlediğimiz ve hayatımızı anlamlandıracak olan hedefimizi hatırlayarak, ondan gözümüzü ayırmamalıyız. Mücadelemizi anlamlandırdıkça, iç huzuru yakalarız. İç huzuruna ulaştıkça, sıkıntılar bizi daha az etkiler. Böylece sıkıntıların bizi mutsuz etme ihtimalini azaltmış oluruz.

Geleceğimizde söz sahibi olmak isteyen gençler, düşündüklerinin içerisinden uygun gördüklerini uygulamaya koymaktan çekinmemelidir. Belki yapacağı uygulamada başarılı olamayacaktır. Bir fikrin başarılı olup olmayacağı, uygulamaya geçilmeden anlaşılamaz. Diğer taraftan, uygulanmamış hiçbir düşüncenin başarılı olma şansının olmadığını da unutmamak gerekir. Aklımıza gelen bir fikrin, olumlu ve olumsuz yönlerinin neler olduğunu, önceden düşünebiliriz. Ancak bir fikrin eksiklerini görmek ve tamamlamak, sadece düşünmekle mümkün olmaz. Sadece, uygulamanın sonunda anlaşılabilir. Bu konuda bizden öncekilerin tecrübelerinden yararlanmaya çalışırsak, ileride karşılaşacağımız hataları azaltırız. Fakat insan olarak yapımız, başkalarının tecrübelerinden yararlanmaya daha az meyillidir.

Yaptığımız uygulamalarda başarılı olamazsak, moralimizi bozmamalı ve vazgeçmemeliyiz. Ancak, körü körüne de devam etmemeliyiz. Başarısız olmamızın sebeplerini irdeleyerek yeniden çalışmalarımıza başladıkça, başarmaya daha çok yaklaşırız. Ama aldığımız sonuçları ve bunların sebeplerini incelemeden, sırf sebat göstermiş olmak için aynı şeyleri yaparak denemelerimize devam etmek anlamsızdır. Einstein’ın tanımıyla, “aynı şeyi yaparak farklı sonuçlar beklemek” deliliktir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | GELECEĞİMİZDE SÖZ SAHİBİ OLMAK İSTEYENLERE için yorumlar kapalı

OLDUĞU GİBİ GÖRÜNME ÜZERİNE

OLDUĞU GİBİ GÖRÜNME ÜZERİNE

 

İnsanların olduklarından farklı göründükleri oranda takdir edildikleri tek yer, tiyatro veya film sahnesidir. Ancak, her rolün oyuncusu aynı takdiri toplamaz. Oynadığı rolün halk tarafından nasıl algılandığı önemlidir. Eğer filmlerde, hep kötü insanı canlandırıyorsa, sokakta karşılaştığı bazı insanlar tarafından sözlü veya fiili tacize maruz kalabilirler. Bilhassa, kahraman rolünü oynayan bir karaktere kötülük eden oyuncular veya vatana ihanet rolünü oynayanlar, fakir semtlerin sokaklarında dolaşırken çok dikkat etmelidir. Çünkü halk onun, göründüğü gibi olduğunu zanneder ve tepkisini gösterir.

Toplumlar, oldukları gibi görünen insanlara itibar ederler. Bu sebeple, hemen bütün insanlar, kendilerinin oldukları gibi göründüklerini iddia ederler. Peki, insanların büyük çoğunluğu böyle bir iddiada bulunduğuna göre, biz, o insanın göründüğü gibi olup olmadığını nasıl anlayacağız?

Bilhassa şehirleşmenin arttığı, küreselleşmenin yaygınlaştığı bir ortamda, “olduğu gibi görünmeyen” insanların sayıları, hızla artmaktadır. Küçük bir kasabada veya köyde, olduğundan farklı görünmeye çalışan insanları tespit etmek, kalabalık şehirlere göre daha kolaydır.

Günümüzde, olduğu gibi görünmediklerine en çok inanılan gurup, siyasetçilerdir. Hemen her ülkede aynı inanış geçerlidir. Ancak siyasetçilerin de, küçük yerleşim yerlerinde politika yapanlarının, göründükleri gibi olup olmadıklarını anlamak daha kolaydır. Ülke genelinde ve televizyonlar aracılığıyla siyaset yapanları anlamak ise, en zor olanıdır. Bilhassa, yöneticilerin seçimlerle değiştikleri ülkeler için bu zorluk daha fazladır. Çünkü amcam Fahri Küpçü’ nün deyimiyle, “oy korkusu” için söylenebilecek şey, “asrın korkusu” olduğudur. Oy korkusu olan her insan, hileli yollara başvurmaktan çekinmez.

Bilhassa halkının eğitim ve Ariflik seviyesi düşük olan ülkelerde, başarılı siyasetçi şöyle tarif edilmektedir: “Bir kişi, rakibi olan bir şahısla yan yana dururken, çevredekilere belli ettirmeden, yanındakinin ayağına basıyor, ama ondan önce ve acıyla, ‘ayağıma bastılar’ diye feryat ediyorsa, o şahıs iyi bir siyasetçi olmuş demektir.”

Böylesine hilekâr bir siyasetçinin, olduğu gibi görünüp görünmediğini halkın anlaması için uzun yıllar geçmesi ve o siyasetçiyi yakından takip etmesi gerekir. Bu nedenle biz bu yazımızda, politikacıları konumuzun dışında tutacağız.

Bir şahsın, olduğu gibi görünmediğini anlamak için, bazı kıstaslara dikkat etmemiz gerekir. Böylelerinin ortak özelliklerinden birisi, düşüncelerinin, maddi bakış açısının etkisinde kalmasıdır. Bir kişi, ister semavi dinlere mensup olsun, ister Hinduculuk veya Budizm’e inandığını söylesin, maddi güç elde etmenin peşine düşmüşse, ona şüpheyle bakmak lâzımdır. Maddi gücün peşine düşen birisini anlamak için, onun sözleriyle yaptıklarını karşılaştırmak yeterlidir. Hep fedakârlıktan bahsediyor ama yaşamının lüksünden hiç vazgeçmiyorsa, kesinlikle, göründüğü gibi olmayan birisidir.

Olduğu gibi görünmeyen bir kişiyi tespit etmenin bir başka yolu, onu yakın takip etmektir. Eğer bir şahıs, çevresindekilere hayattan şikâyet ediyorsa ve mutsuzsa o kişi göründüğü gibi olmayan birisidir. Yaşamı sırasında sürekli rol yapmak zorunda olan kişinin, mutlu olabilmesi çok zordur. Bu kişi, tiyatro oyuncusu gibi kabiliyetli bile olsa, dikkatli bir gözlemle mutsuzluğu anlaşılır. Gündüz, canını çok sıkan acı haberler alan bir oyuncu, akşamleyin komik veya mutlu bir insanı canlandırmak zorunda kalmışsa, o günkü oyununda yapmacık halleri daha çok olur. Eğer bir oyuncu, gündüz çok mutlu olacağı haberler almışsa, akşamleyin mutsuz veya şirret bir kişiyi canlandırmak zorundaysa bile, bunu çok daha kolay yapar. Mutsuzluk, onun rol gereği bile olsa olduğu gibi görünmesine engel olur. Bir oyuncunun bile, rol gereği, olduğu gibi görünebilmesi için onun mutlu olması gerekiyorsa, olduğu gibi görünmeyen bir insanın mutlu olması ihtimali çok düşüktür.

Peki, olduğu gibi görünmeyen bir insanın mutsuz olma ihtimali niçin daha çoktur? Akla gelebilecek cevaplardan birisi, olduğu gibi değil de, başka biri gibi görünmeye çalışmanın zor olduğu hususudur. Eğer, kendisinden başka bir karakteri oynamak kolay olsaydı, tiyatro ve sinema oyuncuları rollerine uzun süre çalışmak zorunda kalmazlardı. Hattâ rolünün hakkını verebilmek için, bir süre rolüyle ilgili ortamlarda yaşamaya uğraşmazlardı. Eğitim almış oyuncular için bile zor olan başkası gibi görünme çabası, sıradan insanlar için çok daha zordur.

Zorluklar, insanları gerer. Gerginlikler, kişiyi mutsuzluğa yönlendirir. Bir tiyatro oyuncusu bile, uzun çalışmalar sonunda sergilemeye başladığı oyunda bir hata yapacak olursa, seyirciler tarafından iyi karşılanmaz. Hataları birkaç kere tekrarlarsa, seyircilerin kızgınlığına muhatap olur. Ama hata yapmadan oyunu bitirirse, alkışlanır. Bir oyuncunun zorlandığı bu durum, sıradan insan için, çok daha korkulu olur. Çünkü insanlar, günlük yaşamlarında çoğu zaman tiyatro sahnesinde gibidirler. Dolayısıyla, her an hata yapabilirler. Her an hata yapma ihtimalinin, insanı mutsuz etmesi çok normaldir.

Olduğu gibi görünen bir insan, kendi yapısına uygun bir karakteri canlandıran oyuncu gibidir. Oyuncu, canlandırdığı bu rolünde, kendi gibi bir karakter olmuştur. Bu nedenle, kendisini sıkmaz, çünkü hata yapma ihtimali çok düşüktür. Dolayısıyla rahattır. Rahatlık insana huzur verir. Huzurlu insan, mutludur. Demek ki, olduğu gibi görünmek, insanı mutlu eder.

Olduğu gibi görünmeyen insanların bazıları, hata yapmadan dayanabilirler. Bilhassa siyasetçilerde böyleleri vardır. Böyle politikacıların hata yapmamaları için, konuşmaları, kendilerine sorulacak sorular ve verecekleri cevaplar önceden hazırlanır. Trompturlar aracılığıyla okuduklarından çok az hata yaparlar. Bazen hata yaparlarsa da, taraftarları onları affederler. Ama dıştan hatasız görünen bu siyasetçilerin iç dünyalarını görebilseydik, ne kadar huzursuz ve gergin olduklarını anlayabilirdik.

Hz. Mevlana Celaleddin’in tavsiyelerinden birisi şöyledir:

“Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol”

Göründüğü gibi olmak, insanın daha rahat davranmasını sağlar. Fakat bu şekilde davrananların birçoğu mutlu olamaz. Dolayısıyla, mutlu olmayı sağlama almak için, göründüğümüz gibi olmaya çalışmak değil, olduğumuz gibi görünmeye çabalamak gerekir.

İyilik düşünen, şefkatli ve merhametli insanlar, oldukları gibi görünürlerse mutlulukları artar. Kötülük düşünen, menfaatinin peşinde koşan insanlar, oldukları gibi görünürlerse, kazançları uzun ömürlü olmadığı gibi, “su testisi suyolunda kırılır” atasözündeki gibi, bir gün her şeylerini kaybedebilirler. Dolayısıyla onlar; iyi, şefkatli ve merhametli gibi görünmeye çalışırlar. Ama sadece iyi görünmeyi hedeflediklerinden, yani iyiliği içselleştirmediklerinden, mutlaka bir yerlerde, hata yaparlar ve gerçek kimlikleriyle davranırlar. Böyle bir hata yaptıklarında da, geçmişte oynadıkları bütün oyun bitebilir.

Hâlbuki menfaatinin peşinde koşarken kötülük düşünen insanlar, dışarıya karşı görünmeye çalıştıkları gibi iyilik düşünen insan olmaya gerçekten çabalasalar, sonuç farklı olabilir. Zaman içerisinde içlerindeki iyilik duygusu baskın hale gelir. Böylece, hem bu dünyada huzur bulabilirler, hem de ahiret hayatlarında huzur bulma ihtimallerini artırırlar. Dolayısıyla, görünmeye çalıştıkları gibi iyilik dolu olurlarsa, mutluluğu yakalayabilirler.

İyilik dolu olan insanların içerisinden hiç kimsenin, kötülük dolu olarak görünmeye çalışmayacağı aşikârdır. Bu sebeple bunlarla ilgili irdeleme yapmaya gerek yoktur.

Allah’ım hatalarını anlayarak, görünmeye çalıştıkları gibi iyi insan olmaya gayret edenleri, lütfunla, doğru yola ilet.

Allah’ım, hatalarından dönerek salih amel işleyenlere, lütfunla, merhamet eyle.

Senin her şeye gücün yeter.

YAŞAM kategorisine gönderildi | OLDUĞU GİBİ GÖRÜNME ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BİRBİRİMİZİN KANINI DÖKMEK ÜZERİNE

BİRBİRİMİZİN KANINI DÖKMEK ÜZERİNE

 

Tarih boyunca, insanların birçoğu, birbirinin kanını dökmüştür. Konu, bütün kutsal kitaplarda ele alınarak, insanlık açısından önemi gözler önüne serilmiştir.

Bizler de, Yüce Yaradan’ın insanlarla konuşması olarak nitelenen Kutsal Kitaplarının içerisinde, en güvenilir kaynak olarak kalan Kur’an’ın yol göstericiliğiyle konuyu irdelemeye çalışacağız.

Bakara Suresi 2/83: Hani, Biz İsrailoğulları’ndan, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz, anne babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz, herkese güzel sözler söyleyeceksiniz, namazı kılacaksınız, zekâtı vereceksiniz” diye söz almıştık. Sonra pek azınız hariç, yüz çevirerek sözünüzden döndünüz.

Aslında, bu yazımızın konusuyla doğrudan ilgili olan ayetler, surenin bundan sonraki ayetlerdir. Ancak bundan sonra gelen ayetlerde İsrailoğulları kelimesi geçmediği için öncelikle bu ayeti verdik ki, sadece sonraki ayetleri okuyanlar, “bu bize değil, İsrailoğulları için söylenmiş” demesinler.

Kur’an’daki bu konuyla ilgili ayetler, İsrailoğullarına hitaben ele alınmıştır. Ancak, Kur’an’ın anlatım yöntemine göre, burada muhatap sadece İsrailoğulları değildir. İsrailoğulları üzerinden bütün insanlara hitap edilmektedir. Bilindiği gibi, bu sitede yayınladığımız bazı yazılarımızda, Kur’an’ın mesajlarının mekânlar ve zamanlar üstü olduğunu örnekler vererek aktardık.

Dolayısıyla aşağıda aktaracağımız ayetlerin muhatapları da, Yüce Yaradan’ın akıl verdiği bütün insanlardır. Tanrı, akıl vermediklerini sorumlu tutmamıştır. Sorumluluğun, neden akıl baliğ olan her insanda olduğunu, “Allah İnsanı Kendi Nefsine Karşı Şahit Tutuyor” başlıklı makalemizde açıklamaya çalıştık.

Yukarıda verdiğimiz Bakara Suresi 83üncü ayetin bize anlattığı bir başka husus daha var. Ayette İsrailoğullarından, “namaz kılma” ve zekât verme” konusunda söz alındığından bahsediliyor. Demek ki Yüce Yaradan, peygamberleriyle haber gönderdiği bütün insanlardan benzer şeyleri istemiş. Hepsine iyilik yapmalarını öğütlerken, insanlardan aynı ibadetleri yapmalarını beklemiş.

84: Hani, “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız” diye de sizden kesin söz almıştık. Sonra bunu böylece kabul etmiştiniz. Kendiniz de buna hâlâ şahitlik etmektesiniz.

Bir önceki ayette, İsrailoğulları aracılığıyla insanlardan, anne babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik etmelerini, herkese güzel sözler söylemelerini isteyen Yüce Yaradan, devamındaki ayette, iyiliğin karşılığı olan kötülük konusunu ele almış. İsrailoğullarından, birbirinin kanını dökmemelerini, birbirlerini yurtlarından çıkarmamalarını istemiş.

Ayetin İsrailoğullarından bahsetmesinin bize anlattığı bir başka husus daha var. Bilindiği gibi insanlar, kendilerinden olmayanların kanını dökmeye, onları yurtlarından çıkarmaya daha kolay meyledebilirler. Ama kendilerinden olanlara böyle bir şey yapmaları daha zor bir kararı gerektirir. Ancak ayetten anlaşıldığına göre, bazı guruplarda, kardeşlerine de kötülük yapma meyli var.

Ayetteki anlatımla, insanların bu yöndeki meyilleri engellenmek istenmiş. Aynı ve tek olan Tanrı’ya inanan kardeşlerine karşı kötülük yapanların cezasının “azapların en şiddetlisi” olacağı, bir sonraki ayette net bir şekilde vurgulanmış.

  1. Ama siz, birbirinizi öldüren, içinizden bir kesime karşı kötülük ve zulümde yardımlaşarak; size haram olduğu hâlde onları yurtlarından çıkaran, size esir olarak geldiklerinde ise, fidye verip kendilerini kurtaran kimselersiniz. Yoksa siz Kitabı’n (Tevrat’ın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.

Demek ki, aynı ve tek olan Tanrı’ya inanan kardeşlerini öldüren ve onları yurtlarından çıkaranların, Yüce yaradan nezdindeki cezaları, çok daha ağır olmaktadır. Onlar, bu dünya hayatında da rezil olacaklardır. Kıyamet gününde, yani hesap gününde ise, onlar, azabın en şiddetlisine uğratılacaklardır.

Yüce Yaradan’ın yaptığı bu uyarı, hepimizi uyandırmalıdır. Tarihin hangi döneminde olursa olsun, aynı Tanrı’ya inanan kardeşlerine kötülük yapanlar, onmamıştır. Böyleleri, bu dünya hayatında da, eninde sonunda, rezil olmuşlardır. Böyle yapanların ahiretteki hallerini düşünmek dahi istemeyiz.

Diğer taraftan ayetin sonunda “Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” denilmektedir. Yüce Yaradan hepimizin yaptığından ve düşündüğünden haberli olduğuna göre, kardeşinin kötü davranmasına sebep olacak şekilde onu kışkırtanlar olursa, onları da bilecektir. Bazıları, insanlara fark ettirmeden kardeşlerini kışkırtabilir ve dolduruşa getirebilir. Biz dışarıdan bakınca, bunu bilemeyiz. Bilemediğimiz için, kardeşini kışkırtmış olan böylelerini mağdur olarak görebiliriz. Ama Yüce Yaradan, bütün gerçeği bildiği için, bizim gibi hatalı karar vermeyip, zerre kadar sapmayan adaletiyle hükmedecektir. Hatalı olan herkesi, hem bu dünyada hem de ahiret hayatında, hatası oranında cezalandıracaktır. Tek olan Tanrı’nın adaleti haktır. Geçmiş yaşamını bu gözle irdeleyecek her insan bu gerçeği görebilir.

Yüce Yaradan, ayetinde, içimizden bir kesime karşı kötülük ve zulümde yardımlaşmamıza kızmaktadır. Demek ki, kardeşlerine karşı kötü davrananlar, ister yöneticiler, ister guruplar veya devletler, ister geçim derdinde olan sıradan insanlar olsun fark etmez. Tek olan Tanrı, adaletinin sonucu olarak, hepsini aynı muameleye tabi tutacaktır.

Eğer kardeşlerine karşı kötü davrananlar, devletler veya kavimler ise, onlar bu dünyadaki cezalarını kavim veya devlet olarak çekmişlerdir. Bu hususla ilgili olarak daha açıklayıcı bilgiyi bu sitede yayınladığımız “Allah, Karun’un Sadece Kendisini, Firavun’u Kavmiyle Helak Etti” başlıklı yazımızda ele almıştık.

Dolayısıyla, birbirini öldüren kavimlerin veya devletlerin ileri gelenleri, bu yanlışa müdahale etmezlerse, kendileri de suça ortak olmuş duruma düşerler. Eğer o ülkede demokrasi uygulandığı için, yöneticiler oy verilerek seçilmişlerse, sorumluluğun bir kısmı halkın olur. Halk kendi başına duruma müdahale edemeyeceği için bu sorumluluğun çoğu, halkın her alandaki önderlerinin olur.

Sorumluluğu olan kişiler hakkında, bir sonraki ayet şöyle demektedir:

86: Onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Artık bunlardan azap hiç hafifletilmez. Onlara yardım da edilmez.

Birbirinin kanını dökenlerin ve kardeşlerini yurtlarından çıkaranların sorumluluklarının derecelerini sadece Yüce Yaradan bilir. Ama bu insanların kendileri de oturup düşünürlerse, kendilerinin sorumluluklarının derecesini anlayabilirler. Sorumluluklar, doğrudan olabileceği gibi, çarpışanlardan birini veya her iki tarafı da kışkırttığı için dolaylı şekilde de olabilir.

Sorumluluk sahibi olanların, Yüce Yaradan’ın taahhüdü olan “üzerlerinden hiç hafifletilmeyecek azaptan” kurtulabilmeleri için, sorumluluklarını idrak edip gerekeni yaparak, kendilerini her iki dünyadaki azaptan kurtarmaya gayret edeceklerini umut ediyoruz. Aksi takdirde, Bakara Suresi 251inci ayette bahsedilen “Allah’ın insanları birbirleriyle defetmesi olmasaydı, yeryüzü mutlak bozulup gitmişti” ifadesinin muhatabı olacakları gibi, ahiretlerini de kaybetmiş duruma düşerler.

Sosyal kategorisine gönderildi | BİRBİRİMİZİN KANINI DÖKMEK ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

TEK OLAN TANRI’NIN GÖSTERDİĞİ YOLDA YÜRÜYÜP, İNSANLIĞIN GÜZEL GELECEĞİ İÇİN HAK VE ADALETİ TESİS MÜCADELESİ VEREREK DAHA ÇOK İNSANIN BAYRAM YAPMASINA VESİLE OLAN, DÜNYANIN HER BÖLGESİNDEN BÜTÜN KARDEŞLERİMİZİN BAYRAMINI KUTLARIM.

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

İNSANIN BEDENİ TOPRAKTAN, RUHU ALLAH’TAN

İNSANIN BEDENİ TOPRAKTAN, RUHU ALLAH’TAN

 

Yazımızın başlığıyla ilgili Kur’an ayetlerinin bazıları aşağıdadır:

Ali İmran Suresi 3/59: Doğrusu Allah katında İsa’nın (yaratılışındaki) durumu, Âdem’in durumu gibidir; onu topraktan yarattı, sonra ona “ol!” dedi, o da oluverdi.

Bakara Suresi 2/29: O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.

Secde Suresi 32/7: Yarattığı her şeyi güzel yaratan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayan O’dur.

8: Sonra da onun soyunu süzülmüş bir özden, değersiz bir sudan yaratmıştır.

9: Sonra onu düzenli bir şekle sokup, içine kendi ruhundan üfürdü. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etti. Siz pek az şükrediyorsunuz!

Şimdi Kur’an’da Yüce Yaradan’ın bizlere aktardığı bu bilgileri, aklımızı ve mantığımızı kullanarak irdelemeye çalışalım.

Ali İmran 59uncu ve Secde 7inci ayetlerde, insanın topraktan yaratıldığı bahsedilir. İnsanların topraktan yaratılıp yaratılmadığına karar verebilmemiz için, tarih içerisinde vefat etmiş şahısların mezarlarına bakmamız yeterlidir. Eğer özel koruma ilaçları kullanılarak mumyalanmadıysa, mezarlıklarda çok az kemik parçalarından başka bir şeyi bulamıyoruz. Demek ki, mezardaki insanlardan geriye pek bir şey kalmamış, hepsi toprak olmuş. Eğer bizim bedenimiz toprak oluyorsa, bizim topraktan yaratılmış olmamız çok mantıklı duruyor.

Bakara Suresi 29uncu ayette ise, Yüce Yaradan, yeryüzünde ne varsa hepsini bizim için yarattığını söylemektedir. Bu ayetin doğru olup olmadığını irdelememiz, topraktan yaratılış olayına göre çok daha kolaydır. Hiç mezarlara bakmamıza, tarihi incelememize gerek yoktur. Her insan kendi durumunu sorgulayarak karar verebilir.

Kendimize soralım; vücudumuzun ihtiyacı olan hangi vitamin veya mineral, yeryüzünde yoktur? Bu soruya cevap ararken insanı hayrete düşüren bir hususla karşılaşırız. İnsana hangi mevsimde hangi vitamin lâzım ise, toprakta o mevsimde yetişen ürünlerde ağırlıklı olarak o vitaminlerin olduğunu görürüz.

İhtiyacımız olan hava ve su konusunu düşünelim. Göz zevkimizi okşayan doğal güzellikleri inceleyelim. Renk renk çiçeklerin güzellikleri ve renkleri bizleri büyüler. Ama o çiçeklerin her birinin insan vücuduna olan faydasını öğrendikçe hayretimiz daha da artmaktadır. Diğer yandan, bilimde ilerleyebilmemiz için bizlere örneklik oluşturan doğayı ve olayları gözleyelim. Bir taraftan da, teknolojide kullandığımız metallerin ve madenlerin varlıklarına bakalım. Eğer bu madenler ve metaller, diğer bir deyimle elementler yeryüzünde var olmasalardı, biz hangi teknolojiyi geliştirebilirdik.

Yukarıda aktardığımız irdelemeleri sayfalarca yazabiliriz. Sonunda şu kanaate varırız ki, insanın maddi ihtiyaçları için gerekli olacak hiçbir şey eksik bırakılmamıştır. Her ihtiyacımız, yeryüzü tarafından tastamam sağlanmıştır.

Demek ki, Yüce Yaradan, yeryüzündeki her şeyi; bitkileri, hayvanları, vitaminleri, madenleri, elementleri, nehirleri, gölleri ve nice ihtiyacımız olan varlıkları bizim için yaratmıştır.

Şimdi de, ruh konusunu irdeleyelim. Secde Suresi 9uncu ayette Yüce Yaradan, insanın içine, Kendi ruhundan üfürdüğünü beyan etmektedir. Tek olan Tanrı’nın insana üflediği ruhun, insanın manevi ihtiyaçlarını gidermek için olup olmadığını irdeleyelim. Bilindiği gibi, tarih boyunca insanlar, yaratıcı bir Tanrı’nın arayışı içerisinde olmuşlardır. Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu tartışmışlardır. Bilinen bütün toplumlarda bir din arayışı olmuştur.

Bilinen tarih boyunca, madde ve ruh ilişkileri tartışılmıştır. Bu tartışmalara nokta koymak isteyen bazı düşünürler, “beden un, ruh su, hamur ise benim” diyerek konuyu özetlemeye çalışmışlar ve aşağıdaki kanaatlere varmışlardır.

Bedene sahip olmak, insan olmanın bir göstergesi olarak kabul edilmemiştir. Bir insan, eğer düşünüyorsa, vardır denilmiştir. İnsanın sahip olduğu ruhu, benliğinin göstergesi olarak, görülmüştür.

Bir insana, çevresindeki olayları ve okuduklarını algılayabildiği ölçüde insan olarak değer verilmiştir. Dolayısıyla, bedene sahip olan her beşer, insan olarak görülmemiştir.

İnsana, bedeni olduğu için değil, somut veya soyut bazı şeyleri yapmaya niyetlendiği için insan olarak bakmışlardır.

Bir insanı, bedene sahip olmasıyla değil, diğer insanlarla, hayvanlarla ve hattâ bitkilerle kurduğu iletişim ölçüsünde, insan olarak değerlendirmişlerdir.

Düşünürlerin uzun asırlardır yaptıkları bu savunmaları, çoğaltabiliriz. Fakat düşünürlerin bu husustaki bazı fikirlerini, bu sitede yayınladığımız “Bilginlerin ve Düşünürlerin İnsan Tanımları Üzerine” başlıklı makalemizde ele aldığımız için, burada bahsetmeyeceğiz.

Bahsedilen bütün bu duygusal yapımız, bizim benliğimizi oluşturur.

Burada aklımıza bir soru gelmektedir. Benliğimiz, vücudumuzun hangi bölgesinde yer almaktadır? Beynimizde mi, kalbimizde mi veya bedenimizin başka bir yerinde mi oturmaktadır?

Bir şey için “canım istemiyor” veya “gönlüm razı olmadı” dediğimizde, bize bunu düşündüren organımız hangisidir? Elektrik akımları şeklinde tanımlanan sinir hücrelerimiz mi bu cevapları vermektedir? Yoksa kimyasal formüllere indirgenmeye çalışılan hormonlarımız mı bizi yönlendirmektedir?

Eğer bu cevabı beynimiz veriyorsa, akla başka sorular gelmektedir. Bazen, “canım istemiyor” dediğimiz bir şeyi, kısa bir süre sonra isteyebilmekteyiz. Peki, beynimizdeki hangi elektrik akımı veya kimyasal reaksiyonlar değişmiştir ki, bizim cevabımız değişmiştir. Bu karar değişikliği, bilhassa çocuklarda çok daha hızlı olabilmektedir. Gerçekten ağlayan bir çocuk, kendisine söylenen veya gösterilen yeni bir şey karşısında hemen gülmeye başlayabilmektedir. Beynimizdeki elektrik akımının veya kimyasal reaksiyonların tam tersi bir sonuca ulaşacak şekilde ve böylesine bir hızla değişmesi mümkün müdür?

Bilimsel çalışmalar, insanlardaki hücrelerin sürekli yenilendiğini göstermiştir. Önceleri beynin hücrelerinin yenilenmediği şeklinde bir kanaat vardı. Ancak, yapılan araştırmalardan sonra, yenilenme hızı karaciğerden az olsa bile, beynimizin hücrelerinin de yenilendiğini ortaya koymuştur. Bu durumda, cevabımızı değiştirenler, yenilenen hücrelerimiz midir?

Eğer cevabımız, evet ise, yeni bir soru ile karşı karşıya kalırız. Bir insanın bedeninin bütün hücreleri yenilenirken, benliğimiz (yani, olayları algılayabilme kabiliyetimiz, somut veya soyut şeyleri yapmak için niyet etme vasfımız, çevremizdeki canlılarla iletişim kurabilme gibi özelliklerimiz) nasıl aynı kalmaktadır?

Bilindiği gibi hücrelerimizin yenilenmesi aylar ve hattâ yıllar almaktadır. Peki, hücrelerimizin yenilenmesi uzun zaman aldığına göre, bazı ortamlar hakkındaki duygularımız nasıl çok daha sık değişebilmektedir. Canım istemiyor dediğimiz bir şeyi, bir süre sonra ister hale geldiğimiz halde, bir müddet sonra tekrar arzu etmez duruma gelmemizde, hücrelerimizdeki yenilenmenin rolünün olduğunu söylemenin bir mantığı olabilir mi?

Bütün bu sorular ve başka sorular sonrasında, sinir hücrelerimizin veya organlarımızın hücrelerinin, benliğimizi oluşturma veya taşıma özelliğine sahip olmadığını kabul etmek zorundayız. Demek ki, ruhun yapısı, fiziksel bir şey değildir. Fizik ötesi olarak da tanımlanmasının mantıklı bir temeli yoktur.

Ruh konusunda, Yüce Yaradan, bizleri şöyle uyarmaktadır: İsra Suresi 17/85: Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh Rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.”

Diğer yandan Antony Flew’a göre, “bilim, benliği keşfetmez, benlik, bilimi keşfeder”.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İNSANIN BEDENİ TOPRAKTAN, RUHU ALLAH’TAN için yorumlar kapalı

KISAS KONUSUNDAKİ AYETLER ÜZERİNE

KISAS KONUSUNDAKİ AYETLER ÜZERİNE

 

Kısas konusuna bu sitede yayınladığımız “Hukuk Kavramı Üzerine” başlıklı makalemizde çok kısa olarak ve bir yönüyle değinmiştik. Burada, biraz daha geniş olarak ve farklı açılarını da irdelemeye çalışacağız.

Kısas, kelime anlamı olarak, eşitleme demektir. Yani size yapılan bir şeye aynısıyla karşılık vererek, ortamı eşitlemek anlamındadır.

Bakara 2/178. “Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama her kim, kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun arkasından yine saldırırsa, artık ona acı veren bir azap vardır.”

Ayet iman edenlere hitap ediyor. Dolayısıyla, Allah’ın koyduğu kuralları canı gönülden uygulayacak insanlara yol gösteriyor. Bilindiği gibi, Kur’an’a göre, inananlar birbirlerinin kardeşidirler. Bu sebeple, ayetteki “her kim, kardeşi tarafından bağışlanırsa” ifadesi de, bu kardeşlik bağlamında ele alınmalıdır. Dolayısıyla, “kardeşi” kelimesinden maksat, kan bağıyla kardeşi demek değildir. İman eden her insan kardeş tanımının içerisine girmektedir. Eğer kardeşi kelimesini kan bağı olarak alırsak, ölenin kardeşi olmaması halinde, öldürenle ilgili kararı kimse veremeyecek demektir. Diğer yandan, ayette “her kim” denilirken, öldüren şahıs kastedilmektedir.

Yüce Yaradan’ın, konuyu bu şekilde bir ifade yoluyla anlatmasındaki muhtemel maksatlardan birisi, konuya dâhil olan insanlar tarafından, öldürenin de halen kardeş olduğunun dikkate alınmasını istemesidir. Böylece amaç, maktulün tarafının, öldürene karşı, bu kardeşlik anlayışına göre cevap vermesini sağlamaktır. Yani, ölenin yakınlarında, istemeden katil olmuş şahsa karşı şefkat duygusu uyandırmayı temin etmektir.

Bu ifadelerin bize açıkladığı bir başka husus daha var. Bir insanın katil olması, onun insan olması veya ölenle aynı dine mensup olması konumunu değiştirmez. Katil olmasına rağmen o kişinin, diğer insanlarla arasında insanlık bağı ve bazılarıyla da din kardeşi bağı olmaya devam eder.

Ayette dikkat edilecek bir husus daha var. Ayetteki “kardeşi” kelimesi tekil olarak ifade edilmiş. Çoğul kullanılmamış. Burada da bir incelik var. Yani katili affetme hususunda, ölenin yakınlarından sadece birisinin onay vermesi yeterli görülmektedir. Diğerlerinin itiraz etmeleri, affetmeyi ve diyetin ödenmesini engellemez. Böylece barışın sağlanması ihtimali artar.

Nisa 4/92: “Hata dışında bir mümin, diğer bir mümini öldüremez. Ve kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine (varislerine) teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. Ancak ölünün ailesinin bağışlaması müstesnadır. Eğer öldürülen, mümin olmakla beraber size düşman bir kavimden ise, o zaman, öldürenin bir köle azat etmesi gerekir. Eğer öldürülen sizinle aralarında antlaşma olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve mümin bir köle azat etmesi gerekir. Bunlara gücü yetmeyenin de Allah tarafından tövbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah, Âlimdir (her şeyi bilendir), Hâkimdir (hüküm ve hikmet sahibidir).”

Şimdi bu ayet ile yukarıda verdiğimiz Bakara Suresinin 178inci ayeti birlikte değerlendirelim. Katil konumuna düşen kimsenin kardeş olarak nitelenmeye devam edebilmesi için, istemeden bu olayı gerçekleştirmiş olması gerekir. Kardeşlik halinin devam ettiği uyarısı, menfaat sağlamak için, bilerek ve pusu kurarak yapılacak öldürme olayları hususunda geçerli değildir.

İsra 17/33: “Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı canı öldürmeyin. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki verdik. O da öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü ona (dinin kendisine verdiği yetki ile) yardım olunmuştur.”

Ayetin bize aktarmaya çalıştığı ilk ders, haklı bir sebep olmadıkça bir insanı öldürmemektir. Ayetin özel olarak ifade ettiği ise, Allah’ın haram kıldığı canı öldürmemek gerektiğidir. Eğer biz birisini haksız yere öldürürsek, onun velisinin de bizi öldürmesinde bir günah görünmemektedir. Yeter ki, karşı tarafın velisi aşırıya gitmesin. Öldürmede aşırıya gittiği takdirde, o da günaha girmiş olmaktadır. Bu ayetin vurguladığı bir başka husus, öldürmede eşitleme konusudur.

Bakara 2/194: “Hürmetli ay hürmetli aya ve bütün hürmetler birbirine karşılıktır. O halde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyla saldırın da ileri gitmeye Allah’tan korkun ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.”

Ayetin başlangıcındaki ifadeye göre, sadece öldürmede değil, hürmet hususunda ve güzel davranışlarda da, eşitleme yani kısas uygulamasına dikkat etmek gerekir.

Nahl 16/126: “Eğer (bir suçtan dolayı) ceza verecek olursanız, size yapılan azap ve cezanın misli ile ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.”

Maide 5/45: “Biz Tevrat’ta onlara, cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas (ödeşme) yazdık. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendi günahlarına kefaret olur. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”

Yukarıdaki iki ayette ceza konusundaki kısas anlatılmıştır. Nisa Suresi 92inci ayette de benzer ifadeler vardır. Bu ayetlerde, insanlara kısas yani kendilerine yapılanı eşitleme hakkı verilmesine rağmen, istemeden suç işleyeni affetmenin, daha çok takdir edilen bir davranış olduğu anlatılmaktadır.

Suçlara karşılık verirken bağışlamanın daha efdal olduğu belirtilirken, hürmetin ise karşılıklı olduğu vurgulanmaktadır. Yani, bize yapılan hürmete tam aynısıyla karşılık vererek eşitlememiz gerekmektedir. Eksik karşılık veremeyiz. Ama daha güzeliyle karşılık vermemiz halinde, bu durum takdir edilen bir davranış olacaktır. Böyle davranmanın takdir edileceğini, Kur’an’da, istemeden suç işlemenin bağışlanmasının tavsiye edilmesinden anlıyoruz. İstemeden gerçekleşen öldürme olayında, bağışlama suretiyle çok daha güzeliyle cevap vermek övüldüğüne göre, hürmet hususunda da, daha güzeliyle cevap verilmesinin övülmeye layık bir davranış olacağı açıktır.

Demek ki, bize yapılan bir yanlışa benzeriyle karşılık vermek, yani kısas, bize tanınan bir hak olmasına rağmen, Yüce Yaradan, bizden daha güzeliyle karşılık vermemizi beklemektedir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KISAS KONUSUNDAKİ AYETLER ÜZERİNE için yorumlar kapalı

HİNT BAĞIMSIZLIK FİKRİNİ ATEŞLEYENLER

HİNT BAĞIMSIZLIK FİKRİNİ ATEŞLEYENLER

 

Bilhassa 19uncu yüz yılın ortalarından itibaren, Hint ileri gelenleri, İngilizlere çok güveniyorlardı. Halkın önderi konumunda olanların birçoğu, İngilizlerin, Hint halkının iyiliği için çalıştıklarını düşünüyorlardı. Bazılarının böyle düşündüklerini, aşağıda anlatacağımız olay net bir şekilde göstermiştir.

1857’de bir isyan başladı. Kısa sürede yayıldı. Ülke çapındaki yayılması o kadar hızlı oldu ki, bu isyana Hint isyanı denilmesine sebep oldu. İsyanın çıkış sebebi için bazı farklı fikirler ileri sürülür. Ama bir tanesi çok ilginçtir ve asıl önemli neden olduğu kanaati vardır. Birleşik Krallığın askerleri ve dolayısıyla onların oluşturduğu Hintli askerler, yeni bir fişek türü kullanmaya başlamışlardı. Bu fişeklerini, hayvan yağı ile yağlıyorlardı. Bazı Hintli askerler bu kullanıma itiraz ettiler. Belki, bazı insanların genel hayvan sevgisi dolayısıyla, ama daha çok, kutsal gördükleri ineklerin yağının kullanıldığını düşündüklerinden olabilir.

Başlayan isyan, hızla gelişti. Büyük bir ayaklanmaya dönüştü. Bu gelişmeler, kendiliğinden olmuştu. Diğer taraftan, İngilizlerin bazı uygulamalarının modern anlayışta olmasına, muhafazakâr halk bu uygulamalara kızmaktaydı. Muhtemelen, böyle bir isyanı fırsat bilmiş olabilirler. Bilindiği gibi, Hint kıtasında hem Müslümanlar hem de Hindu inanışında olanlar yaşamaktaydı. Her iki gurubun muhafazakârları da, İngilizlere karşı kaybetmiş olmanın acısını yüreklerinde taşıyorlardı. Bunların da isyanı fırsat bilmeleri sonucu, başkaldırı hızla ülkeye yayıldı.

İngilizler, isyan büyüdükçe, ne yapacaklarını şaşırdılar. Hindistan’ın çevresindeki ülkelerden getirdikleri kuvvetler yeterli olmadı. İsyanı bastıramadılar. Bütün Hint kıtası dikkate alındığında, 4.000 (dört bin) Hindistan vatandaşına karşılık, sadece 1 (bir) Birleşik Krallık askeri vardı. Dolayısıyla, sayı açısından isyanı bastırmaları düşünülemezdi. Diğer taraftan, takviye kuvvetlerini kısa sürede kıtaya getirebilmeleri mümkün değildi. Zaten İngiltere’nin yeterince askeri yoktu. O yıllarda, bütçelerinden askeriyeye ayırdıkları pay %3 gibi çok düşük bir rakam idi. Denizlerde rakipsiz olmak, İngilizleri yeterince güçlü gösteriyordu.

Ayrıca, isyancılar, İngilizlere kızgındılar. Bu sebeple İngiliz askerlere karşı bazen acımasızca davranıyorlardı. Dolayısıyla, durum Birleşik Krallık yönetimi açısından çok sıkıntılıydı.

Birleşik Krallık yönetiminin ne yapacağını şaşırdığı bu anda, beklenmeyen bir gelişme oldu. İngilizlere sadık kalan Hintli subaylar önderliğindeki askerler imdada yetiştiler. Hintli askerlerin yardımıyla, gittikçe büyüyen Hint isyanı bastırıldı.

Hintli subayların ve askerlerin ciddi yardımları sonucunda isyanı bastıran Britanyalılar, isyan sonrasında çok sert uygulamalar yaptılar. Hint milliyetçileri olarak niteledikleri isyancıları ezdiler. İleriki zamanlarda yeni umutların yeşermesini engellemeye çalıştılar.

Biraz rahatlayınca, yeni ayaklanmaların olmaması için, bazı yöntemler uyguladılar ve bir sistem kurmaya başladılar. Bu yöntemlerden birisi de, nispeten zeki Hintli çocukları toplayarak, onları İngiliz anlayışında eğitmekti. İngiliz tarzı eğitim verdikleri bu çocukların çoğunluğu, gerçekten de, Hint halkına yabancılaştılar. Tartışmalı ortamlarda, İngilizlerin tarafını tuttular. Bu yapıda olanların bir kısmını ise, üniversite eğitimi vermek üzere, Birleşik Krallığa götürdüler. Hintli öğrenciler, Cambridge ve Oxford gibi üniversitelerde okudular. Okurken, çevrelerinde gördüklerinden ve İngiltere’deki bazı demokrat uygulamalardan çok etkilendiler. İngilizlere olan hayranlıkları daha çok arttı.

Hemen her ülkede olduğu gibi, üniversite çevresindeki insanlar birbirlerine saygılı davranırlar. Üniversitelilerin hukuk kurallarına uymaları, diğer kesimlerden daha fazladır. Hindistan’dan seçilerek getirilen öğrenciler de, üniversite çevresindeki bu davranışların tesiri altında kaldılar. Bir ara, İngiltere parlamentosuna Hint kökenli bir milletvekilinin seçilmiş olması ise, hepsini mest etmişti.

Britanya’da gördükleri ve yaşadıkları olaylar karşısında İngilizlere büyük hayranlık duyan üniversite mezunu Hintlilerin çoğunluğu, aynı yapıyı oluşturmak amacıyla ülkelerine geri geldiler. Fakat ülkelerinde gördükleri karşısında şaşkına döndüler. Cambridge veya Oxford’u bitirmiş bir Hintlinin, Hindistan’daki sıradan bir İngiliz askerinin karşısında, bir hiç olduğunu gördüler. İngiltere’de hukuk eğitimi almış Hintli avukatlar, Hindistan’da iken suç işlemiş herhangi bir Avrupalının, Hintli bir hâkim karşısına çıkarılmasının yasak olduğunu öğrenince çok şaşırdılar. Bazıları, İngiltere’de gördükleri eğitim ve yaşadıkları ile karşılaştırarak, bu yasağın yanlışlığını dile getirdiler. Fakat Hindistan’daki İngilizlerden çok sert tepkiler aldılar. Bu sert tepkiler, bazı İngiliz hayranı Hintli okumuşların özlerine dönmelerine sebep oldu.

Birleşik Krallıktaki üniversitelerde eğitim almış bu insanlardan, Hindistan’daki gerçek uygulamaları görenlerin bir bölümü, Hint Milli Hareketinin temellerini attılar. Benzer tarihlerde benzer durum, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun başına da geldi. Onlar da egemenlikleri altındaki halkları tutabilmek için, onların zeki insanlarını üniversitelerine aldılar. Onları eğittiler. Fakat Avusturya’nın yıkılmasına sebep olan milli hareketlerin öncüleri, bu üniversitelerde eğitim görenlerin arasından çıktı.

Avusturya’da üniversite eğitimi alan bu insanlar, kendilerine tahakküm edilmesine rıza göstermediler. Ama şuursuzca isyan etmeye kalkışmadılar. Hintli okumuşlar da, benzer şekilde mantıklı davrandılar. 1857’deki isyan gibi rastgele ve kızgınlıkla davranmadılar.

Hindistan, birbirinden çok farklı guruplardan oluşan ve anlayışları arasında zıtlıklar olan zor bir bölge idi. Bu zorlukları bilen Hintli üniversite mezunları, dikkatli davrandılar. Planlı ve kararlı oldukları için, hareketleri biraz yavaş oldu. Hindistan’da konuşulan dil ve lehçe sayısı, diğer ülkelere göre çok fazlaydı. Çok geniş topraklara yayılmış olan Rusya’dan bile fazla idi. Belki, Afrika Kıtası bütün olarak değerlendirilirse, konuşulan dil çokluğu açısından, Hindistan ile kıyaslanabilirdi.

Bu dönemde Hindistan’a gelen bazı Avrupalı ve İngiliz bilim insanlarının, Hintli okumuşlara bazı katkıları oldu. Bilindiği gibi, eski Sanskritçe eserler, bu bilim insanları sayesinde okunabilmişti. Unutulmaya yüz tutmuş olan kutsal Vedaların yeniden gündeme gelmesi, Hintli okumuşların kendi kültürlerine güvenmelerini sağladı.

Hinduların kendilerine güvenleri arttıkça, İngilizler çözüm için yeni yollar aradılar. Daha önceleri neredeyse hiç ilgilenmedikleri Müslümanlara yöneldiler. Bilhassa, Müslümanların yoğun olduğu Doğu Bengal bölgesine ilgilerini artırdılar. Birleşik Krallığın, Müslümanlara yönelmesinin tek sebebi muhtemelen bu durum değildi. Muhtemelen, Ruslar karşısında önemli gördükleri Afganistan politikaları için destek bulmayı da amaçlamışlardı.

Belki de İngilizlerin başka gayeleri de vardı. Ama hangi amaçla olursa olsun, uygulamaya başladıkları bu politika, Müslümanlar ile Hindular arasında zaten var olan ayrışmayı hızlandırdı. Ayrıca, İngiliz yönetiminin, Müslümanlarla işbirliğine gitmeye kalkışması, Hintlilerin, Britanya’ya güvenlerini azalttı ve İngilizlerin politikalarına itiraz etmelerine sebep oldu. Bu itirazlar, hem Hindu aydınlar hem de halk arasında makul karşılandığı için, direniş şuuru hızla yaygınlaştı.

 Mahatma Gandi, muhtemelen, binasını hem Hint Milli Hareketi hem de bu temel üzerine inşa etti. Belki kendisi barış yanlısı olduğundan, Müslüman ve Hindu ayrımını istemedi. Ama bu barışçı anlayışı pek bir şeye yaramadı. Hem Müslümanların çoğunluğu Hindistan’dan ayrılarak yeni bir devlet kurdular, hem de, Müslümanlara olan hoşgörüsüne kızdığı için, Gandi’yi, bir Hindu öldürdü.

Sonuçta, İngiliz yönetiminin Hindistan’ı elde tutmak için uyguladıkları çözüm yolları, İngiltere’ye de yaramadı. Ayrıca, Hint kıtasının da ayrışmasına sebep oldu. Hindistan’ın da fakirlikten kurtulabilmesi adına, ciddi bir fayda olmadı. Tıpkı I. Dünya Savaşını çıkaran Avrupa Devletlerinin durumuna düşüldü. Savaşın kazananı olmadı, galip devletler de kaybetti.

Bütün bu olumsuzlukların oluşmasının, İngilizler zenginlerken Hint kıtasının fakir kalmasının, halkın birbirlerine düşman hale gelmesinin sebeplerinin başında, İngilizlerin, kendi ülkelerindeki uygulamalarında makul, sömürgelerinde ise neredeyse tam zıddı tavır sergilemelerini gösterenler haksız sayılmazlar. Eğer İngilizlerin çoğu, Hindistan’daki davranışlarında samimi olsaydı, herhalde sonuçlar çok farklı olurdu.

Günümüzdeki maddeten kalkınmış ülkelerin birçoğu, yukarıda verdiğimiz örnektekine benzer şekilde, çifte standartlı davranışlarını sürdürüyorlar. Eğer bu durum böyle devam ederse, insanlığın büyük bir kargaşaya sürüklenmesi ihtimali çok kuvvetlidir. Hâlbuki kendi ülkelerinde gösterdikleri insanlık anlayışlarını, maddeten zayıf ülkelere de samimi bir şekilde uygularlarsa, oralardaki halkların beğenilerini ve güvenlerini kazanabilirler. Güven ortamının olduğu yerde barış hüküm sürer. Dünyada oluşacak gerçek anlamdaki barış ortamı, en çok zenginlerin ve varlıklı ülkelerin işine yarayacaktır. Çünkü kaybedecekleri şeyleri, fakirlere göre çok daha fazladır. Maddeten güçlenmiş bir kişinin veya devletin, güçten düşerek fakirleşmesi, o şahısta veya devlette sarsıntı oluşturabilir. Diğer yandan fakirlerin, oluşacak bir kargaşa ortamında, zenginlerin mülklerinin bazılarına el koyarak zenginlemeleri ihtimali her zaman vardır.

Dolayısıyla zenginlerin, varlıklarını fakirlerle paylaşmaları, barış ortamının güçlenmesine ve başta kendileri olmak üzere, bütün insanlığın huzurlu bir şekilde yaşamasına vesile olacaktır.

Sosyal kategorisine gönderildi | HİNT BAĞIMSIZLIK FİKRİNİ ATEŞLEYENLER için yorumlar kapalı