CEZALANDIRMA DEĞİL, KAZANMA

İSLÂM’IN AMACI, CEZALANDIRMAK DEĞİL, KAZANMAKTIR

 

Daha önce yayınladığımız, “İslâm’da Bedeni Cezalar Üzerine” başlıklı yazılarımızda, İslâm’ın ceza hukukunun bir kısmı hakkındaki fikirlerimizi belirtmiştik. Bu yazımızda konuyu bir başka açıdan ele alacağız.

İslâm, bedeni bir cezanın uygulanabilmesi için, ispat şartını getiriyor. İspat etmenin şartlarını da öylesine zorlaştırıyor ki, masum insanlara iftira atılmasını önlemeye çalışıyor. Bu anlayışı, günümüzde ülkelerin çoğunluğunda uygulanan ceza hukuku sistemiyle karşılaştıralım.

Ülkelerin çoğunda, bilhassa devlet ile vatandaş arasında uygulanan hukuk anlayışı, “Biz insanları suçlayalım, onlar suçsuzluğunu ispat etsinler” şeklindedir. İşin ilginç tarafı, devlet, vatandaşını ciddi hiçbir bilgiye dayanmadan suçlayarak, onu hapse atıyor. Aniden hapse girmiş bir insandan da, kendisinin suçsuzluğunu ispat etmesini istiyor.

Hâlbuki İslâm Ceza Hukukunda, namuslu bir kadına zina isnat ettiği halde, ispat için dört şahit getiremeyenlere, seksen sopa vurulması isteniyor (Nur Suresi 4). Günümüzde ise, tam tersi oluyor. Suçlayan sopa atıyor, suçlanan ise suçsuzluğunu ispat etme hakkını bile kullanacak imkânı bulamıyor.

Şimdi düşünelim. Acaba hangi uygulama insan onuruna ve insan haklarına daha uygun? Hangi uygulama, mağduru ve mazlumu daha çok koruyor? Hangi uygulama insanlara daha şefkatli?

İslâm, toplum düzenini hırsızlığı azaltacak bir yapıda şekillendiriyor. Bütün nimetleri verenin Allah olduğunu vurguladıktan sonra, kendisine Allah tarafından fazla nimet verilenlerin, sahip oldukları varlıklarını az nimet verilenlerle paylaşmalarını emrediyor (Nahl Suresi 71 ve Bakara Suresi 274 gibi). Bu emirleri uygulayan bir toplumda bile, suçu ispat için zor şartlar getiriyor.

Günümüzde ise, aynı ülke içerisinde zenginler ile fakirler arasındaki fark giderek açılıyor. Zengin mahalleler ile fakir mahalleler yan yana oluşmuş. Zenginler, fakirleri değil, kendi nefislerini düşünüyorlar. Dünya geneline bakıldığında, zengin ülkeler ile fakir devletlerin arasındaki fark da giderek açılıyor.

Şimdi düşünelim. Acaba hangi ortam inanları hırsızlığa ve diğer suçlara daha çok iter? Hangi uygulama, insanı ve toplumu korumayı hedeflemiştir? Bataklığı kurutmak mı daha iyidir? Yoksa bataklıkta uygun bir yaşama ortamı bulan sinekleri cezalandırmaya çalışmak mı?

Diğer taraftan bu sitedeki birçok yazımızda, Allah’ın rahmetinin genişliğinden bahsettik. Tövbe ederek güzel işler yapanların affedilme ihtimallerine Kur’an’dan örnekler verdik.

Şimdi düşünelim. Bataklık kurutulmuş olmasına rağmen suç işleyeni, bedeni ceza ile cezalandırmak mı, onun tövbe etmesine ve kendini düzeltmesine daha çok fırsat verir? Yoksa hapse atıp orada bedavaya beslerken, hapishanede suç işlemeye daha meyilli olacak ortamlarda tutulması mı daha çok fırsat verir? Diğer bir deyişle hangi uygulama insanı daha çok kazamaya yöneliktir?

İnsanı kazanmak için sadece nasihat etmek, çoğu zaman yeterli olmaz. Onlara kendilerini düzeltebilecekleri bir ortam sunmak gerekir. Sadece güvenlik güçleriyle suçları önlemeye çalışmak, sonunda güvenlik güçlerinin kendilerinin bile suça meyilli hale gelmelerine sebep olur.

Diğer taraftan İslâm anlayışında, bir mümin, Allah’ın yasakladığı suçları işlemiş olarak Yüce Yaradan’ın huzuruna gitmekten hayâ eder. Hicap duyar. Bir mümin, zina vb fiillerin suç olmaktan çıktığı bir ülkede yaşasa dâhi, Allah korkusuyla o suçu işlemekten imtina eder. Dolayısıyla kalpten inanan bir mümin için, dünyevi cezaların var veya yok olması, onun kendini suçtan sakındırması olgusunu değiştirmez. Bu sebeple mümin bir insan, kazanılmış insanların en güzellerindendir.

Sonuç olarak İslâm, insanları kazanmak için hem kişilere yol gösterir, hem de bataklıkları kurutmanın yöntemlerini öğütler. Bütün bunlara rağmen suç işlemekte ısrar edenleri de, insan onurunu ve haklarını ayaklar altına aldığı için şiddetle cezalandırır.

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.