TORUNLARIMIZA KARŞI YÜKÜMLÜLÜĞÜMÜZ

TORUNLARIMIZI DİNDAR VEYA ATEİST YAPMAK BİZİM ELİMİZDE

 

Elbette torunlarımızın dindar veya ateist olmaları tamamen bize bağlı değildir. Gencin kendisinin araştıran biri olup olmaması, arkadaşlarının etkisi, Yüce Yaradan’ın o şahsın davranışlarına vereceği karşılık gibi hususlar da tesirlidir. Fakat ebeveynler ve çevre olarak bizim etkimiz çok daha fazladır.

Bilindiği gibi, dünyamız küresel bir köy haline geliyor. Kitle ulaşımında ve iletişimde hızlı gelişmeler var. Bilhassa, internet vasıtasıyla, araştırma yetenekleri gelişiyor. Bütün bunlar, çocuklarımızın daha şimdiden konuları sorgulamalarına sebep oluyor.

Eğer biz onlara dini konuları anlatırken, bize 40-50 yıl önce anlatıldığı gibi anlatırsak, nasıl karşılık alacağımızı kısaca görmeye çalışalım. Çoğumuz, eskiden bize anlatılanlara halen inanmaktayız. Dolayısıyla torunlarımıza ve gençlere de aynısını anlatıyoruz. Birkaç kısa örnek verelim:

Hoca Ahmet Yesevi hazretlerinin dergâhında, yetiştirdiği öğrencilerinin (mürid) olduğunu hepimiz biliyoruz. Öğrencilerden yetiştiklerine ve “el almaya” hazır hale geldiklerine inanılanlar, dergâhtan gönderilirlermiş. Bu öğrenciler için, bazı veda törenleri yapıldıktan sonra, Yesevi Hoca, odanın içerisinde yanmakta olan taş şöminenin önüne geçermiş. Ocakta yanmakta olan odun parçalarından birini eline alırmış. Sonra bu odunu fırlatırmış. Daha sonra öğrencisine döner ve git bu odunun düştüğü yeri bul, senin görev yerin orası dermiş. Derviş anlayışındaki öğrencisi de, ateşi takip eder, bulur ve oraya yerleşirmiş.

Hâlbuki, bir nevi casusluk (çaşıtlık) ağı oluşturan dervişler, hangi bölgeye ne vasıfta derviş gerektiğinin bilgisini dergâha ulaştırıyorlardı. O bölgelere gönderilecek öğrenciler de, gerekli bilgilerle donatılıyorlardı.

Anlatılan bir başka örnek, Hz. Mevlana ile ilgilidir. İşin ilginç yanı, ben bu hikâyeyi 40-50 yıl önce değil, Kasım 2017 yılında Mevlana’yı uzun yıllar araştıran ve topladığı bilgileri, ülkenin entelektüel bir gurubuna anlatan ilâhiyat hocasından dinledim.

Hz. Mevlana dergâhındaki odasında geceleri namaz kılar dua edermiş. Yine böyle birgün, Mevlana hazretleri secdedeyken odasının kapısı biraz aralıkmış. Oğlu ve dergâhın ileri gelenleri odanın yanından geçerken bakmışlar ki, Mevlana secdeye kapanmış. Geri geldiklerinde yine aynı durumdaymış. Merak etmiler, ara sıra takip etmişler. Mevlana hazretlerinin secdeden hiç kalkmadığını anlamışlar. Bunun üzerine içeriye girmişler. Bir de ne görsünler? Mevlana hazretleri ağlayıp durduğu için, gözyaşları donmuş. Sakalının üzerinden donarak yere ulaşmış. Donan gözyaşları sebebiyle sakalı yere yapışmış. Hz. Mevlana donmuş sakalını yerden kurtaramadığı için kalkamıyormuş. Hemen sıcak su falan getirmişler ve Mevlana’yı kaldırmışlar.

Mevlana ile ilgili olarak böyle bir hikâyeyi anlatan ve onu dinleyen entelektüel hocaların da tasdik ettikleri bu uzman hocanın, çokça namaz kıldığına inanıyorum. Fakat kendisi, alnını secdeye koyduğunda, gözlerinin çenesinden daha alt irtifada kaldığına dikkat etmemiş olmalı ki, gözyaşının nereye gideceğini hesaplayamamış. Ayrıca donma konusundaki fizik ve kimya kurallarıyla hiç ilgisi olmadığı anlaşılıyor. Sunumu bittikten sonra bu uzman hocaya, “biraz da Hz. Mevlana’nın fikirlerinden bahseder misiniz?” diye sorduğumda, “Mevlana, bir okyanustur, neresini anlatayım” diyerek konuyu kapattı. Böylece 20 yıllık araştırmalarının sonuçlarından faydalanamadık.

Gençliğimizde bize anlatılan bir başka örnek, Yavuz Sultan Selim Han ile ilgili. Yavuz, doğu seferinde Şah İsmail’i yendikten sonra, güneye yönelir. Mısırdaki Memlûk Türk Devleti üzerine yürür. Bu yürüyüş sırasında ordunun tamamının meşhur Sina çölünü geçmesi gerekmektedir. Vezirlerden (mareşal) Hüseyin Paşa dahil itirazlar yükselir. Çünkü bu çölü daha önceki Moğollar, Emir Timur gibi cihangirler geçmekten çekinmişlerdir. Fakat Yavuz Sultan Selim, 13 günde çölü geçer. Çölde iken, askerlerden birisi tesadüfen bir su kaynağı bulur. Fakat bu su ile ancak kendi matarasını doldurabilir. Su dolu matarasını alır ve hemen padişahın çadırına koşar. Elindeki suya padişahının kendinden daha çok ihtiyacı olduğunu düşünür. Padişaha haber verirler. Yavuz, çadırın dışına çıkar. Mataradaki suyu içmeyerek herkesin gözü önünde yere döker. Dökerken de askerlerine şöyle seslenir: “Askerim susuz ise, ben de susuzum” Bu hikâyeyi anlatanlar da bize döner şöyle derler: “İşte bu anlayışlar ve duygular sayesinde Sina çölü geçildi.”

Hâlbuki, Yavuz’un Sina Çölünü geçerken uyguladığı levazım yöntemleri, yakın zamana kadar, dünyadaki bazı ciddi Harp Akademilerinde ders olarak veriliyordu.

Adlarına hikâyeler düzenlenen bu insanlar, Allah’a kalpten inanan, dürüst, güzel işler yapmaya gayret eden kişilerdi. Fakat onları bu şekilde tanıtmaya kalkışmak, öncelikle, bu mümtaz kişilere hakaret etmekle eşdeğerdir.

Yüce Yaradan, elbette, Kendisine kalpten inanan, dürüst ve güzel işler yapmaya çabalayan insanlara yardım eder. Yaptığı bu yardımlarda, kullarını korumak için, bize göre doğaüstü olan durumlar oluşturabilir. Fakat, yardımlarının hikâyelerde anlatıldığı şekilde olacağını iddia etmek, Allah’ın peygamberleri aracılığıyla bize aktardıklarını, hiç anlamadığımızı gösterir.

Verdiğimiz örnekleri “uç” misal olarak bulanlar olabilir. Ama eğer düşünürsek, masum gibi görünen birçok hikâyenin ve din ileri gelenlerinin koydukları zorlaştırıcı kuralların, tam anlamıyla küreselleşecek bir dünyada yaşayacak olan torunlarımız tarafından, mantıklı bulunması ihtimali çok zayıftır.

Yukarıda çok kısa olarak aktardığım bu örneklerin benzerinden, binlercesi insanların sohbetlerini süslemektedir. Böyle hikâyeler, sadece Hz. Muhammed’in ümmetinde anlatılmaz. Benzerleri, Hz. İsa ve Hz. Musa’nın ümmetinde de var. Hem de çok sayıda. Bilhassa Kilisenin anlatımları, yukarıdaki hikâyelere çok benzer. Bu durum sadece semavi dinlerde değil, Budizm’de de var. Onlar da, Buda heykellerinin karşısına geçip, heykelden, oğlunu veya kızını evlendirmesini, işlerini düzeltmesini vs istiyor. Onlarda da, dervişlerin doğaüstü hikâyeleri dillerde dolaşıyor.

Demek ki sorun, sadece bir gurubun değil. Bütün insanlığın. Dolayısıyla hep birlikte çözüm üretmeliyiz. Eğer, Yüce Yaradan’ın bize verdiği aklı, vicdanı ve iradeyi kullanarak, Onun gösterdiği yolda yürürsek, çözüme ulaşabiliriz.

Bizim, gençlere bazı şeyleri anlatabilmemiz için, iki temel şart vardır. Birincisi, Allah’ın Kur’an’ında sıkça “hiç düşünmez misiniz? Hiç akıl erdirmez misiniz?” diyerek, bizi yönlendirmesine uymak ve düşünerek, akıl erdirerek konuşmaktır. İkincisi ise, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yoldan yürümeye çalışarak, dürüst davranarak, güzel işler yaparak Onun rızasını kazanmaya uğraşırken, çevremiz için güzel örnek oluşturmaya gayret etmektir. Bu iki özellik bir arada olmazsa, torunlarımızın seçimlerinden biz sorumlu oluruz. Bu iki vasıftan ne kadar fire verirsek, torunlarımız da o kadar fire verir.

Anonim bir deyiş olan “biz dünyayı, torunlarımızdan borç aldık” sözü gereği, torunlarımızın güzel gelecekleri için gayret sarfetmekle yükümlüyüz.

Allah’ım, bizlere aklımızı kullanabilmemiz için zihin açıklığı ver. Dürüstlükten ayrılmayarak salih ameller işleyebilmemiz için irade gücü ver, sabır ve sebat ver.

Sosyal kategorisine gönderildi | TORUNLARIMIZA KARŞI YÜKÜMLÜLÜĞÜMÜZ için yorumlar kapalı

MEŞRUTİYET VE CUMHURİYET DÖNEMİ 2

MEŞRUTİYET VE CUMHURİYET DÖNEMİ ÖNDERLERİNİN KARŞILAŞTIRMASI 2

 

Önceki yazımızda, fikir insanlarını karşılaştırmıştık. Meşrutiyet dönemi fikir insanlarının eserlerindeki kalitenin, Cumhuriyet dönemininkine göre daha iyi olduğu kanaatine varmıştık. Elbette Cumhuriyet döneminde de güzel düşünürler var, fakat öncekiler oran olarak daha kapasiteli demiştik. Yoksa Meşrutiyet dönemi yazarlarının da birçok eksikleri, hataları vardı. Fakat onlar, devirlerindeki bilgiye ulaşmanın günümüze göre daha zor olması ve yaşadıkları dönemde devletin çöküşünü gözlemlemeleri dolayısıyla hızlı düşünmeleri zorunluluğu sebebiyle mazur görülebilirler.

Nitekim 1833 yılında, Osmanlı Devletinin bir valisi olan Kavalalı Mehmet Paşanın oğlu İbrahim’in komutasındaki bir ordu, Mısır gibi uzak diyarlardan gelerek, koca devletin ordusunu Konya’da yenmiş ve İstanbul’a ilerlemeye başlamıştı. İngiliz ve Fransızlar duruma ilgisiz kalmışlardı. Padişah ve devlet erkanı, son çare olarak, “denize düşen yılana sarılır” diyerek, son dönemlerdeki ezeli düşmanları Ruslardan yardım istemişlerdi. Koca İmparatorluğu, uzak bir yerdeki valisinin oğlunun elinden Rusya kurtarmıştı.

Tabii Rusya da, bunun karşılığını almak için harekete geçmişti. Ruslar, Kudüs’teki Ortadokslara haklar verilmesini istemiş, aksi takdirde Osmanlı Devletini bitireceklerini ima etmişlerdi. Valisi ile başa çıkamayan bir devletin, Rusya ile baş etmesi düşünülemezdi. 1828-29 yılında yaşananlar daha tazeliğini koruyordu.

Koca İmparatorluk, bu durumdan kurtulabilmek için Mustafa Reşit Paşa vasıtasıyla, Fransız ve İngilizleri ikna etmeye çalıştı. İngiltere henüz Hindistan’ı tam işgal etmemiş ve dünya siyasetine ağırlığını koyacak duruma gelmemişti. Osmanlı Devletinin yöneticileri, onları ikna etmeyi başardılar. Devletlerini yıkılmaktan kurtardılar. Fakat karşılığında 1839’da Gülhane Hattı Humayun’u ilan edildi. Bu olaydan sonra devletin bütün politikası, güçlü devletler arasındaki rekabeti takip etmek, böylece devletlerini yıkılmaktan kurtarmak oldu.

İlk defa Mustafa Reşit Paşa’nın ciddiyetle uygulayarak devletin kurtulmasını sağladığı bu denge politikasını, diğer bütün padişahlar da takip ettiler. Artık, denge politikasını en iyi takip eden padişah, en başarılı padişah haline geldi. (Nitekim, II. Abdülhamit Han’ı övenler, onun eğitimde yaptığı güzel işleri görmezler, sadece uyguladığı denge politikasını methederler. Hâlbuki, bu denge politikası, belki devleti ayakta tutmuştur, ama son yüzyıldaki en büyük toprak kaybı, onun zamanında meydana gelmiştir. Fakat eğitimdeki güzel işleri sayesinde yetişen gençler, yıkılan devletin yerine yenisini kurmuşlardır. Ülkenin şanssızlığı, II. Abdülhamit Han ile bu gençlerin birbirlerini düşman gibi görmeleri, uzlaşmamalarıdır.)

Rakip devletler arasındaki rekabeti kullanma siyaseti, sahneye Almanya’nın çıkıp güçlendikten sonra dengeleri bozmasına kadar, kör-topal, devam etti. 1908 de Reval’de Almanlara karşı ve Osmanlı topraklarını paylaşma hususunda bütün devletler anlaşınca, (bunun sebepleri üzerine çeşitli yazılarımızda değinmiştik) bizim denge politikamız bir işe yaramaz hale geldi. Bu durumda tek sarılınacak güç olan Devletin ordusunun, ne kadar güçsüz olduğu acı bir yenilgiyle anlaşıldı. Uzak bir valisinin oğlu karşısında alınan onursuz yenilginin daha beteri, bu defa I. Balkan Savaşında yaşandı.

Çünkü başta padişahlar olmak üzere devleti yönetenler, sadece dışarıdaki güçlü devletlerin kapılarını aşındırmışlar, böylece ülkelerini ayakta tutmaya çalışmışlardı. Fakat bu dönemde; kendi ordularının, ekonomik ortamlarının, sanayilerinin, eğitim sistemlerinin iyileşmesi için çok az şey yaptıkları, dolayısıyla, kötüye gidişin daha hızlandığı anlaşılmış oldu. 1854’ten itibaren alınan borçların çoğu, üst tabakanın daha lüks yaşaması için harcandı. Yine de borçların bir kısmıyla, Sultan Abdülaziz döneminde, deniz kuvvetleri yenilendi. Fakat bu donanmanın bir bölümünü bile, Plevne Savunması sırasında yardıma gönderme basireti gösterilmedi. Bu duruma itiraz eden Şıpka Geçidi kahramanı Süleyman Paşa, II. Abdülhamit Han ve ekibi tarafından görevden alındı. Plevne’deki Gazi Osman Paşa ise, kaderiyle başbaşa bırakıldı. 1878 yılında Plevne düşünce, Ruslar İstanbul Yeşilköy’e kadar hiç mukavemet görmeden geldiler. İstanbul’un işgalini ve devletin bitmesini, ağırlıklı olarak, İngilizler önledi.

1833’teki yenilgiden sonra devleti, önce Rusya, sonrasında İngiltere ve Fransa kurtarmıştı. Fakat I. Dünya Savaşı çıkararak Osmanlı Devletini pay etmek isteyenler, bu defa bizi kurtaran devletlerin hepsi idi. Yani eski rakip devletler, hep birlikte Osmanlı Devletini boğmaya gelmişlerdi. Artık, bizi onlardan kurtaracak bir devlet de, görülmüyordu. Çünkü bu güçlü devletler, yeni rakip Almanya’yı, karadan ve denizden sardıklarını düşünüyorlardı. Ayrıca ABD’nin maddi desteğini de almışlardı. (Not: Bu durumdan Türkleri kurtarabilecek tek güç, Yüce Allah idi. Çünkü savaşı Almanya kazansa bile, benzer tehlike vardı. Nitekim Yüce Yaradan, aşağıda bahsedeceğimiz isimlerin dürüstlüğünü görünce, onları destekledi. Tarihsel bir kalıntı yapılmak istenilen millet, yeniden hayat buldu.)

Büyük devletler, bu heyecanla ve güle oynaya, Çanakkale boğazına geldiler. İstanbul’u işgal edip, Rusya’ya yardım ulaştıracaklardı. Fakat beklenmedik şeyler oldu. Öldü dedikleri insanlar, Çanakkale destanını yazdılar. Dönemin en güçlü devletleri, hem denizde hem de karada yenildiler.

Biz de bu yazımızda, batmakta olan devletin yerine, sağlam temellere dayanan yeni bir devlet kuran bu genç önderleri irdelemeye çalışacağız.

Meşrutiyet döneminin önderlerini inceledikçe görüyoruz ki, bu insanların hemen hepsi birkaç dil biliyorlar. Hem Batı dillerinden birini hem de Doğu dillerinden birini biliyorlar. Sürekli kitap okuyorlar. Okudukları kitapların bir kısmı ilk kaynaktan, tercüme değil. Cephelerdeyken bile kitap okuyanları var. Bilgisine güvendikleri yabancı insanlarla mektuplaşıyorlar. Mektuplarında, hem dünyanın genel siyasi durumu üzerinde fikir beyan ediyorlar, hem de insanlığın geleceğiyle ilgili fikri tartışmaları yapıyorlar.

İnceledikçe yine farkediyoruz ki, bazı önderler, hem devlet yöneticisi hem de aynı zamanda eserleri olan fikir insanı konumundalar. I. Meşrutiyetin önemli isimlerinden Ziya Paşa ve 1917 yılına kadar sadrazamlık yapan Sait Halim Paşa, böylesine kabiliyeti olan insanlardan en meşhur olanlarıdır.

Abdülhamit’in açtığı eğitim kurumlarında yetişen devlet adamlarının içerisinden, öne çıkmış olanların bir çırpıda sayabileceklerimiz şunlar: Enver Paşa, Mustafa Kemal Atatürk, Cemal Paşa, Talat Paşa, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Rauf Orbay. Ancak bu saydığımız isimler, sadece ön safta olanlardır. Yoksa bunların arkalarında destekçileri olan çok fazla sayıda kaliteli insan olmasaydı, yeni bir millet ve yeni bir devlet kurulamazdı.

Yukarıdaki insanlari çeşitli yönlerden eleştirmek mümkündür. Bu kişiler de birbirlerini eleştirmişlerdir. Ancak eleştirilecek yönlerinin olması, onların güzel vasıflarını örtmez. Bu insanların ortak özelliklerinin bazısını yukarıda ifade ettik. Birkaç dil bilmeleri, çok kitap okumalarından, cephedeyken bile okumayı bırakmadıklarından bahsettik. Bu saydığımız özelliklere hepsi sahip değildi. Fakat hepsinin ortak özelliği, dürüst olmalarıydı. Kendi menfaatlerini zerrece düşünmeden, ülkeleri için ve canlarını feda edercesine mücadele etmeleriydi. Bu mümtaz insanlar, dünyadaki olayları iyi süzebilecek bilgi seviyesinde olduklarından, hataları olmalarına rağmen, sonunda bir milleti diriltmeyi başardılar. Tarihin şahit olmadığı bir inkilâbı gerçekleştirdiler. Türk İnkilâbı oluşturdular.

Ne Roma İmparatorluğunun yıkılışında, ne Fransa’daki numaralandırılan Cumhuriyetlerde, ne İngiliz İmparatorluğunun kuruluşunda, ne ABD’nin kuruluşunda, ne Almanya Devletinin ortaya çıkışında, ne Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun yıkılışında, ne SSCB’nin kuruluşunda ve yıkılışında, ne Mao Devriminde, böylesine bir köklü inkilâp yaşanmadı. Bir milletin yeniden doğuşu gibi önemli bir gelişme sağlanamadı. Belki alfabe değiştirilmesi, dilin sadeleştirilmesi gibi hususlarda aceleci davranıldığı, zamana yayılmadığı için yanlışlıklar yapıldı, fakat, yeniden bir yapılanma sağlandı.

Cemil Meriç “çürümüş bir toplumdan dev çıkmaz” der. Meşrutiyet döneminde, dünya çapında devler çıkmadı, fakat günümüzle kıyasla, çok sayıda ülke çapında dev yetişti. Tarihten silinmek istenilen bir milleti dirilterek, yeni devleti, Cumhuriyet şeklinde onlar kurdu. Eğer Cemil Meriç’in sözüne katılırsak, demek ki Meşrutiyet döneminde henüz toplum tam çürümemiş. Günümüzde ülke çapında bile devler pek çıkmadığına göre, toplumda çürüme artmış.

Küreselleşen dünyamızda, Türkiye’nin yaşadıkları diğer ülkelerin çoğunluğu için de geçerlidir denilebilir. Çünkü küreselleşme, daha çok, şahsi menfaatleri kollama mücadelesine dönüştü. Menfaati peşinde koşan insanlar, ne kadar bilgili olurlarsa olsunlar, milletlerine ve insanlığa faydalı olamazlar.

Sosyal kategorisine gönderildi | MEŞRUTİYET VE CUMHURİYET DÖNEMİ 2 için yorumlar kapalı

MEŞRUTİYET VE CUMHURİYET DÖNEMİ 1

MEŞRUTİYET VE CUMHURİYET DÖNEMİ FİKİR İNSANLARININ KARŞILAŞTIRMASI 1

 

Yazımızın konusu, Türklerin 150 yıldır yaşadıkları fikri ortamın irdelenmesidir. Osmanlı Türk Devleti’nin ayakta kalabilmek için çırpındığı dönem ile bu mücadelenin sonunda kurdukları Cumhuriyet dönemi incelenecektir. Bizim, başka halklarla ilgili olarak böyle bir araştırma yapmamız, en hafif deyimiyle, izansızlık olur. Ancak her millet, bu karşılaştırmanın benzerini kendi tarihlerinin uygun kesitleriyle yaparsa, ihtimaldir ki, benzer neticelere ulaşacaklardır. Çünkü 1850 li yıllardan itibaren dünyamız önderler açısından küreselleşmeye başladı. Bu demektir ki, o tarihten beri her milletin önderleri, ya etkilendiler, ya da etkilediler.

Bu yazımızda fikir insanlarını karşılaştırmaya çalışacağız. Sonraki makalemizde ise, yönetim kademesindekileri ele alacağız. Ancak bilinmelidir ki, bizim incelememiz insanları yargılamak için değildir. Bir durum tespiti yaparak, insanların, sebepler üzerinde fikir yürüterek düşünmelerini sağlamaktır. Yoksa her insanın neler yaptığını, yanlışlarını, güzelliklerini Yüce Yaradan bilmektedir. Yargılama sadece ve sadece Allah’ın uhdesindedir. Biz, Yüce Yaradan’ın bize verdiği akıl, vicdan ve irademizi kullanarak, tarihten ders çıkarmaya çalışacağız.

Şimdi Meşrutiyet döneminin fikir insanlarının bazılarının isimlerini ele alalım. Bu mümtaz insanların neler yaptıkları, yazımızın konusu değildir. İsteyenler, bilgilere kolayca ulaşabilir.

Abdülhak Hamit (1852-1937), Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), Ahmet Haşim (1883-1933), Ahmet Mithat Efendi (1844-1912), Celal Nuri İleri (1877-1939), Cevdet Paşa (1822-1895), Ebuzziya Tevfik (1849-1913), Namık Kemal (1840-1888), Neyzen Tevfik (1878-1953), Mehmet Akif Ersoy (1873-1936), Rıza Tevfik (1869-1949), Tevfik Fikret (1867-1915), Ömer Seyfettin (1882-1918), Ziya Gökalp (1876-1924), Fatma Aliye (1862-1936), Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958), Muallim Naci (1850-1893), Şehbenderzade (Filibeli) Ahmet Hilmi (1865-1914), Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983), Peyami Safa (1899-1961), Nazım Hikmet (1902-1963)

Yukarıdaki fikir insanları birbirinden farklı düşünen kişilerdi. Hattâ bazıları, birbirleriyle karşılıklı olarak düşünce savaşı yapmışlardı. Bilhassa Mehmet Akif Ersoy ile Tevfik Fikret ve Peyami Safa ile Nazım Hikmet arasındaki atışmalar çok şiddetli imiş. Cemil Meriç,, bu kişiler arasındaki tartışmaların, günümüze yansımalarını çok garip bulur. Ona göre, Tevfik Fikret ve Nazım Hikmet varlıklı aristokrat çocukları oldukları halde, Türkiye’de onlara sol kesim sahip çıkmıştır. Mehmet Akif Ersoy ve Peyami Safa, maddeten güçsüz ailelerden gelmelerine ve sömürgeciliğe karşı net tavır sergilemelerine rağmen, sağ kanat sahiplenmiştir.

Peyami Safa ile Nazım Hikmet’in yaşadığı dönem, diğerlerinden sonradır. Dolayısıyla kavramların karıştırıldığı devrede yaşamışlardır. Paşazade Nazım Hikmet’in, Türkiye’yi terk edip SSCB’ye (Rusya) gitmesi de bu algılamayı güçlendirmiştir.

Belki Türkiye’deki sağ ve sol kavramları ile Avrupa’daki farklı olduğundan böyle olmuştur diye düşünülebilir. Ama daha etkili sebep, iki tarafın da günümüzdeki taraftarlarının, savundukları yazarların fikirlerini anlamamalarıdır. İki taraf da, söylenenleri ciddiyetle irdelememiştir. Yazarları ve fikir insanlarını, kendi ideolojilerinin bakış açısıyla değerlendirmişlerdir. Ya toptan reddetmişler ya da toptan bağırlarına basmışlardır. Bu hal bile, Cumhuriyet döneminde yetişen insanların olaylara bakışlarının daha sığ olduğunu gösterir.

Eğer bu sağ-sol algılamasından maksat, konuya dini açıdan bakmak ise, bu bakışın yanlışlığını, 1915 yılında Türkocağında konuşurken, ölüm döşeğindeki Tevfik Fikret’i savunan feylesof Dr. Rıza Tevfik, “iman bir şekil meselesi değildir, kişinin davranışlarına ve amellerine bakmak gerekir” diyerek ortaya koyar. Rıza Tevfik’in, bahtsız bir şekilde Sevr anlaşmasını imzalamış olması, onun bu konudaki sözlerinin yanlış olduğuna işaret etmez. Bir insan, namaz kılıyor diye dindar, içki içiyor diye kâfir olamaz. Eğer, “sağ” demekten maksat, dindarlık nitelemesi ise, bunun ölçüsünü net bir şekilde koymak zor. Ölçüyü sadece, Allah tayin eder. Biz insanların davranışlarına ve amellerine bakarak fikir yürütebiliriz.

Konuya bu açıdan bakınca Meşrutiyet dönemi fikir insanları ile sonrakilerin farkı ortaya çıkıyor. Bu farkın oluşmasının sebeplerinden biri, bilhassa 1800’lü yıllarda dünyaya gelenlerin, hem batı dillerinden hem de aynı zamanda doğu dillerinden bir veya birkaçını çok iyi derecede biliyor olmalarıdır. Böylece hem geçmişlerini ilk kaynaklarından inceleyebiliyorlar, hem de Batının fikir insanlarını yine ilk kaynaktan takip edebiliyorlardı.

Günümüz insanında ise böyle bir durum yok. Belki bu durumun bir sebebi, yazımızdaki ani değişiklik ve akabinde dilimizdeki sadeleştirme hastalığına tutulmamızdır. Sebebi ne olursa olsun, günümüzde toplumun önündeki aydınlarımız, ya sadece Batı dili veya çok az saydakiler de, yalnızca Arapça biliyorlar. Hattâ birçoğu bunlardan birini bile bilmiyor. Diyelim ki tarih içerisinde Türk ve Ermeni ilişkilerini araştırıyorlar, ama ne Ermenice biliyorlar ne de Osmanlı kaynaklarını birinci elden takip edebilecek donanıma sahipler.

Dil bilmeyenlerimiz, bu açıklarını kapatabilmek için, farklı düşüncedeki yazarların eserlerini inceleyebilirler. Fakat bunu da yapmıyorlar. Kendilerinin düşüncelerine yakın gördükleri insanların eserleriyle yetiniyorlar ve karşı tarafı bu kısır bilgiyle suçluyorlar.

Ayrıca Meşrutiyet dönemi ziyalılarının hemen hepsi de, ülkenin gidişatının kötü olduğunu görüyor ve çözüm arıyorlardı. Dolayısıyla, yazıları birbirini karalamaktan ziyade, çözüm teklif etmeye yönelikti. Meşrutiyet dönemi yazar ve fikir insanlarının içerisindeki kendi menfaatini ön plana alanların oranı, günümüz insanlarınınkine göre, muhtemeldir ki, onda bir oranındadır. Yani günümüz yazar ve fikir insanlarının büyük çoğunluğu, günlük kazanç peşindedir. Hâlbuki Meşrutiyet dönemindekiler, kendi kapasiteleri ölçüsünde, ülkenin sorunları için çözüm peşindeydiler. Belki fikirlerinden dolayı suçlandılar, ama nezaketlerinden çok az taviz verdiler. Birbirlerine verdikleri çok sert cevaplar bile, günümüze göre, nazikane yazılar olarak değerlendirilebilir.

Meşrutiyet dönemi insanları arasında, yukarıda ismini zikredemediğimiz çok sayıda güzel şahsiyetler daha vardı. Bunların bazıları, yazılı olarak çok az eser verdiler. Hâlbuki bilgi ve gözlem açısından okyanus gibiydiler. Bu insanlar, evlerinde yaptıkları sohbet toplantıları ile, çok sayıda insanın yetişmesine vesile oldular. O nesillerin sohbet toplantısı alışkanlığını, günümüzde de devam ettiren son güzel insan, merhum Yılmaz Öztuna idi. Malesef günümüzde böyle insanlar ya yok, yahut da ortaya çıkamıyorlar. Meydana çıkamamalarının bir sebebi, siyasi yöneticilerle ters fikri savunurlarsa, cezalandırılmakta olmalarıdır. Diğeri ise, bilhassa internet sayesinde herkesin kendini “âllame” olarak görmesidir. Kendini böyle gören insanlar, sadece ileri yaştakiler değildir. Gençler de benzer tuzağın içerisine düşmüş durumdalar. Artık, kendilerinin her şeyi bildiğini, bilgiye ihtiyacının olmadığını düşünenler, hergün hızla artmaktadır.

Meşrutiyet dönemi fikir insanlarının genel bilgi seviyesi, günümüz aydınlarına göre daha yüksek idi. Belki de günümüz insanı günlük geçim derdine daha düşkün olduğundan, dar alanda bilgi sahibi olmayı yeğliyor. Belli bir konuda ihtisaslaşmış gibi göründüğü veya kendi anlayışındaki insanların ruhlarını okşadığı için, eserleri daha çok para kazandırıyor. Ama maalesef fikirleri daha sığ kalıyor.

Bizim yukarıdaki karşılaştırmamız, Meşrutiyet döneminde kapasiteli olan fikir insanlarının günümüze göre, oran olarak daha fazla sayıda olduğunu ortaya koymak içindir. Yoksa günümüzde de, güzel insanlar vardır. 2000 li yıllardan itibaren, arayış içerisine giren aydınların sayısı artmaya başlamıştır. Eğer bunlar, kendilerini, Meşrutiyet dönemi insanları gibi yetiştirirler, kendi menfaatlerini değil de insanlığı düşünürler ve bilgilerini insanlarla tevazu içerisinde paylaşırlarsa, bundan sadece Türkiye değil, insanlık da kazançlı çıkar.

Sosyal kategorisine gönderildi | MEŞRUTİYET VE CUMHURİYET DÖNEMİ 1 için yorumlar kapalı

SİYASETÇİLERİN ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

DÜNYAMIZIN GÜZEL GELECEĞİ İÇİN SİYASETÇİ ANLAYIŞI

 

Günümüzde siyasetçilerin önemli bir bölümü, kendi yaptıkları güzel işleri anlatarak güçlenmeye çalışmıyorlar. Karşılarındaki rakipleri kötüleyerek öne çıkmaya uğraşıyorlar.

Diyelim ki, iki rakip siyasetçinin halk nezdindeki seviyesi aynı olsun. İkisi de, kendilerinin daha önce yaptıklarını halka anlatarak öne geçmeye çabalamıyorlar. Diğerini dışlayarak, onu suçlayarak, ona çamur atarak, onun halk nezdindeki seviyesini aşağıya çekmeye uğraşıyorlar. Eğer rakibini daha aşağıya düşürebilirse, kendisinin üstteymiş gibi görüneceklerini düşünüyorlar.

Bu sebeple, politikacılar için bütün dünyada geçerli olan söz şöyle: “Politikacılar, dışladıklarıyla güçlenirler.”

Günümüz siyasetçilerinin bir diğer hatası da, dış politikayı iç siyasete alet etmeleridir. Bu yanlışlığı, bazen, iç politikada zor duruma düştükleri zaman, mahsus yaparlar. Böyle durumlarda, karşı ülkenin üst yöneticisinin, sizin ülkeniz hakkında hatalı bir davranış sergilemesine bile gerek yoktur. Eğer zor durumda olan lider bu yola başvuruyorsa, halkın kafasını bulandıracak bir bahane  bulacak kadar yeteneği var demektir.

Bazen de, zor durumda olmadıkları halde, daha çok oy kazanmak amacıyla bu yola baş vururlar. Her iki halde de, belki kendileri kazanabilirler, halkın veya taraftarlarının desteğini alabilirler. Halk gösteriler yaparak, karşı ülkenin aleyhine sokaklara çıkabilir. Fakat, halkın ve üst yöneticilerin bu hatalı davranışları, karşı ülkeyi ince planlar yapmaya yönlendirir. Sonuçta, önderlerinin yanlışının peşinden giden böyle ülkeler, her zaman kaybeder. Çünkü genellikle duygusal davranan ülkelerin maddi güçleri zayıftır. Dış borçları çok fazladır. Borçlu insan, alacaklısı olana, toplum önünde bağırıp çağırabilir ama, başka hiçbir şey yapamaz. Aksine, borcundan dolayı, gidip özür dilemek ve daha fazla bedel ödemek zorunda kalır. Dolayısıyla politikacılar, yapamayacakları şeyleri, “yapıyoruz, yapacağız” diyerek anlatmamalıdır.

Size karşı aşağılayıcı bir şekilde davranan ülkeye verilecek en güzel cevap, sabırla ve planlı çalışmaktır. Böylece, ülke olarak güçlenilir ve bağımlılık azaltılır. Sabırla yürütülen bu çalışma sırasında, karşı ülke ile ekonomik ve sosyal ilişkileri artırmak yararlı olur. Böyle yapılırsa, ülkenin hareket kabiliyeti artar. Karşı ülkenin halkının bir kısmının desteği bile sağlanabilir.

Ülkeler, diğer ülkelerle çok iyi geçinmek zorunda değildir. Fakat saldırılara maruz kalmadıkça ve mecbur olmadıkça, hiçbir ülkeyle kötü olmamak gerekir. Diğer yandan, karşımızdaki devletleri küçük görmek yanlıştır. Uluslararası sistem dinamiktir. Hangi ülkenin güç kaybına uğrayacağı, hangisinin kuvvetleneceği kesin bilinemez. Nasıl, bugün büyük bildiğimiz şirketler yarın küçülebiliyorsa, devletler de öyledir.

Bu sebeple dış politikalar, kişilerin kararlarıyla yürütülemezler. Daha az hata yapmak için, devletlerin dış politikalarını yönlendirmede, meclislerinin yanında üniversiteler ve devletle maddi bağı olmayan sivil kuruluşlar da etkin olmalıdır.

Üniversiteler ve sivil toplum kuruluşları da, çalışmalarında ve raporlarında, duygusal davranmamalıdır. Araştırmalarını görüş ayrılıkları üzerine değil, görüş benzerlikleri üzerine yoğunlaştırmalıdır. Ülkelerin halkları arasında, amaç birlikteliğini oluşturmanın yollarını aramalıdır. Bilgi kirliliğini azaltmaya çalışmalıdır. Eğer yönetimler, farklı yapıdaki üniversite ve sivil toplum kuruluşlarından bilgi toplarsa, zaten raporların duygusal olması ihtimali azalır. Böylece ülke önderlerinin şahsi davranışlarının sınırı daraltılmış olur.

Dış politika alanındaki davranışları sınırlandırılan bir üst yönetici, iç siyasette de, kendine çeki düzen vermek zorunda kalacaktır. Artık, rakiplerini dışlayarak güçlenmenin devrinin kapandığını, kendi yapacaklarını anlatmasının ve geçmişte yaptığı güzel işleri örnek verebilmesi gerektiğinin şuuruna varacaktır.

Küreselleşen dünyada birlikte yaşanılacaksa, fedakârlıklar ve hoşgörü karşılıklı olmalıdır. İnsanların bu anlayışa daha çabuk gelebilmeleri, siyasetçilerin eski mentalitelerini bırakarak, yukarıda bahsettiğimiz yeni yöntemleri kavramaları ve halka aktarmaları faydalı olacaktır. Adeta bir köy haline gelmeye başlayan yer küremizde, insanlar arasındaki düşmanlıkların giderek azalması, beklenen bir durumdur.

Eğer yöneticiler, halen düşmanlıkları körüklemeye devam ederlerse, bir süre sonra, taraftarlarının sayılarının azaldığını, kendilerini sevenlerin değil, kızanların çoğaldığını göreceklerdir.

Zaman içerisinde halkların bilgi seviyesinin artacağını söylemek kehanet olmaz. Ayrıca kitle ulaşım araçlarındaki gelişmeler dolayısıyla, halkların birbirleriyle daha fazla temas edecekleri de bir gerçektir. Bilgilenen ve birbirini daha yakından tanıyan halk, düşünmeye başlar. Düşünen insan şuurlu hareket eder. Yer yüzünde şuurlu insan sayısı arttıkça, günümüz siyasetçileri başarısız olurlar ve elenirler.

Dolayısıyla geleceğin siyasetçisi ile günümüzdekinin anlayışları çok farklı olacaktır. Günümüz siyasetçisi, dışlayarak, saldırarak, yıkarak güçlenirken, geleceğin siyasetçisi, benzerlikleri araştırarak, yaparak, insanlara hoşgörü ile yaklaşarak, ama icabettiğinde gerekli sert cevabı vererek güçlenecektir.

O halde günümüz siyasetçilerinin içinden, gelecekte de politikada kalmak isteyenler, kesinlikle anlayışlarını değiştirmek zorundadırlar. Yoksa, gelecekleri de yoktur.

Sosyal kategorisine gönderildi | SİYASETÇİLERİN ANLAYIŞLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

FİTNE, SADECE ZALİMLERİ ETKİLEMEZ

FİTNE (NİFAK), SADECE ZALİMLERİ ETKİLEMEZ

 

Fitnenin sözlük anlamı, kargaşa ve karışıklıktır. Fitne sokmanın anlamı, ara bozmaktır. Nifak sokmanın anlamı da, ara bozmaktır. Bu sebeple, yazımızın konusunu da dikkate alarak ikisini bir anlamda kullandık.
Fitne konusundaki bazı ayetleri, daha önce yayınladığımız “Fitne Üzerine” başlıklı yazımızda ele almıştık. İlgili makalemizin bir paragrafı, aynen şöyle idi:
“Fakat Kur’an’ın diğer anlatımlarına bakıldığında, makam ve mevki sahibi olanlara daha fazla sorumluluk yüklendiğini görmekteyiz. Bu hususta “İslâm’da Devlet Yönetimi ve Siyaset” başlıklı yazımızda fikirlerimizi ifade ettik. Ayrıca yine bu sitede yayınladığımız “Yöneticilik, kibirlenme yeri değil, kendinden başkalarının da sorumluluğunu yüklenme yeridir” başlıklı yazımızda da konu hakkında bilgi verdik Hattâ “Yöneticiler Geçici, Milletler Kalıcıdır” başlıklı yazımızda da, yanlış içerisinde olan yöneticileri uyaracak şekilde düşüncelerimizi serdettik.”
Bu yazımızda, konuyu bir başka açıdan irdelemeye çalışacağız. İrdelememizde, yine Kur’an’ın rehberliğine baş vuracağız.
8 Enfal Suresi 25: “Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz. Ve bilin ki, Allah’ın cezası şiddetlidir.”
Surenin bir önceki ayeti, iman edenlere seslenmektedir. Fakat bilindiği gibi, fitneye maruz kalmak konusu, genel olarak, bütün insanları kapsar. Bu sebeple, ayetin hitap ettiği kitlenin, bütün insanlar olduğunu düşünmemiz yanlış olmaz.
Ayet, “öyle bir fitneden sakının ki” demekle, fitneleri de sınıflandırmaktadır. Bu sınıflandırmanın, fitnenin etki alanının genişliğiyle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Anlaşılan o ki, fitnenin etki alanı genişledikçe, zarar verdiği insanların sayısı artmaktadır.
Bazı fitneler, sadece fitneyi çıkaranlara zarar vermekte iken, bazı fitneler, belki de bütün topluma zarar vermektedirler. Tevbe Suresi 47inci ayet, fitne çıkaranları, zalimler olarak nitelemektedir. Eğer, fitne çıkardığı için zalim olarak nitelenen şahıs, bir ülkenin en üst yöneticisi ise, zararı ülkede yaşayanlar da görürler. Demek ki, üst seviyedeki idarecilerin oluşturduğu bazı fitneler, yalnızca kendilerine dokunmamaktadır.
O halde, böyle bir fitneyi engellemeye çalışmak, ülkedeki bütün insanların görevi olarak görülebilir. Fakat bilindiği gibi, teşkilatsız insanlar, kendi günlük dertlerinin dışına çıkarak, böyle bir görevi yerine getirmeye çalışsalar bile, başarılı olamazlar. Bu nedenle, asıl sorumluluk, halkın önderi durumundaki insanlarındır. Halkın önderleri arasında da, bulundukları mevkilere seçimle gelmiş olanlar, öncelikle yükümlüdürler. Çünkü bunlar, halktan yetki alırlarken, böyle konular için sözler verdiklerinden dolayı seçilmişlerdir.
Halktan yetki alarak seçimle gelmiş olan bu insanlar, yükümlülüklerini yerine getirmezlerse, sorumluluk, “durumdan vazife çıkarması” gereken insanlara geçer. Eğer bir ülkede, “durumdan vazife çıkaracak” kapasiteli insanlar yoksa veya mevcut olmalarına rağmen organize olamıyorlarsa, o ülkenin başına her türlü musibetin gelmesi normal karşılanmalıdır.
Günümüzde, dünyamız küreselleşerek, adeta büyük bir köy halini almıştır. Bir köyde meydana gelen bir vaka, kısa sürede bütün köyde duyulur. Olayın şiddetine göre de köyü etkiler. Bazı olaylar, köyün genelini tesiri altına alır. Eğer olay, sevinçli bir konuda olursa, etkisi sınırlı olur. Fakat fitne ve nifak şeklinde olursa, daha hızlı yayılır. Tesir alanı da daha geniş olur.
Dolayısıyla, çıkarılan fitne bütün dünyayı etkileyecek konumdaysa, sorumluluk bütün dünyanın insanlarına aittir. Dünyadaki bütün insanların tepki göstermeleri kargaşa yaratır. Bu sebeple, fitneyi önleme görevi yine dünyanın bütün üst yöneticilerine aittir. Ancak yöneticiler, sorumluluklarını yerine getirirlerken çok dikkatli olmalıdırlar.
Fitneyi bertaraf etmeye çalışalım derlerken, “yangına körükle giderlerse”, kendileri de zalim durumuna düşerler. Çünkü onlar, daha büyük bir fitne çıkarmış olurlar. Böylece onlar da, önlenmesi gereken zalimler güruhuna eklenirler. Üst yöneticiler bu duruma düşerlerse, o zaman yükümlülük yine, “durumdan vazife çıkarması gereken” insanlara düşer.
Eğer, bütün dünyayı etkileyecek bir fitne oluştuğunda, yetkililer, yeterince hızlı ve adil davranırlarsa, olaydan sadece zalimler etkilenirler. Yeterince hızlı olurlar, fakat adil olamazlarsa, fitne toplumu etkilemeye devam eder. Zarar görenler artar. Sonunda, kendileri de zarar görenler kervanına katılırlar. Böyle bir sonuç, hiç kimseye fayda getirmez. Tıpkı, küpün içerisine kafasını sokup çıkaramayan ineğin kafasını çıkarmak için, önce ineğin kafasını kesen, yine çıkaramayınca küpü kıran insanların durumuna düşülür.
Fitneyi engellemeye çalışmazsak ve engelleyemezsek, Enfal Suresi 25inci ayetin sonundaki ifade geçerlidir: “Bilin ki, Allah’ın cezası şiddetlidir.”

Allah’ım, Sana inanıyor ve Sana güveniyoruz. Bizleri, fitnecilere karşı muvaffak eyle, adaletten ayrılmamamız için, bizlere irade gücü ver.

Sosyal kategorisine gönderildi | FİTNE, SADECE ZALİMLERİ ETKİLEMEZ için yorumlar kapalı

ALLAH NEZDİNDE İNSANLARIN EN KÖTÜSÜ

ALLAH NEZDİNDE EN KÖTÜSÜ, AKLINI KULLANMAYAN, SAĞIR VE DİLSİZ GİBİ DAVRANANDIR

 

8 Enfal Suresi 22: “Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar, dilsizlerdir.”

Bu ayeti daha iyi irdeleyebilmek için, önceki ayetlere bakalım.

20: “Ey iman edenler, Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. İşitip durduğunuz halde onun emirlerinden yüz çevirmeyin!”

21: Ve işitmedikleri halde “işittik” diyenler gibi olmayın!

Ayetlerde gayet net ifadeler kullanılmış. Önce iman edenlere sesleniyor. Allah’a ve resulüne itaat etmelerini emrediyor. Resulün anlattıklarını ve Kur’an’ı işittiğiniz zaman, yüz çevirmemeleri isteniyor. 21inci ayette de, iman edenlere başka insan gurupları örnek gösteriliyor. Bu guruplar, işitmedikleri halde işittik diyorlar. Burada işitmek kelimesi ile vurgulanmak istenilen, “anlamaktır”.

Demek ki, anlamadığı halde, anladım demek kötü bir şey. Eğer anlamadıysak, soracağız. Sorgulamamız, meseleyi anlayana kadar sürmelidir. Çünkü, meseleyi anlamazsak, aklımızı kullanmak istesek bile, kullanamayız. Aklımızı kullanabilmemiz ancak, anlamamızla mümkün olur.

22inci ayete göre, aklımızı kullanmazsak, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü oluruz. Bu kötülük Allah nezdindedir. Zaten Allah nezdinde kötü olduktan sonra, bazı kullar nezdinde iyi görünmemizin bir anlamı yoktur. İnsanların bizi iyi görmeleri geçicidir. Kararları her an değişebilir. Ayrıca da, iyi görseler bile, bu durum Allah’ın bize olan kanaatini değiştirmez.

22inci ayetin sonunda Yüce Yaradan, sağır ve dilsiz kesilenleri de suçlamaktadır. Bu sağır ve dilsizlerin bazıları, gerçeği, gerçekten göremeyebilirler. Böyle insanlara düşen görev, hakilati anlamak için araştırmaktır. Bu araştırma hem dışarıdan söylenenler için yapılmalıdır, hem de kendi davranışları ve geçmiş uygulamaları sorgulanmalıdır.

Ayette bahsedilen sağır ve dilsizler, meseleyi anladıkları halde, anlamamazlıktan gelen insanlardır. Yüce Yaradan, böyle insanları da kötü olarak nitelemektedir. Çünkü bunlar, hem kendilerini hem de başkalarını kandırmaya çalışmaktadırlar. Bu sebeple hem kendilerine hem de çevrelerine kötülük etmiş olurlar. Fakat içine düştükleri kötü durumun farkına varamayabilirler. Aklını kullanmayan sağır ve dilsiz insanlar, bir süre sonra davranış ve uygulamalarının yanlışlığını anlasalar bile, geç kalmış olabilirler.

İşte bu sebeple Allah, insanlara Kendisine ve ahiret gününe iman ettikten sonra salih amel işlemelerini tavsiye etmektedir. Yüce Yaradan, Kendisinin gösterdiği gibi davranan insanların, her kim olurlarsa olsunlar, kurtuluşa ereceklerinin müjdesini vermektedir.

2 Bakara Suresi 62: “Şüphe yok ki, iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sabiîler, bunlardan her kim Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve salih amel işlerse elbette Rabbleri katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir.”

Ayette görüldüğü  gibi, Allah, kimseyi ayırmamaktadır. İstenilen tek şey, düşünüp aklını kullanarak iman etmek ve salih amel işlemektir. Aklını kullanmayarak kendi zanlarınca hareket etmemeleridir. Bu durum aşağıdaki ayette net bir şekilde ifade edilmektedir.

2 Bakara Suresi 78: “Bunların bir de ümmî kısmı vardır, kitabı bilmezler, ancak birtakım kuruntu yığınına, boş saplantılara kapılır ve zan içinde dolaşır dururlar.”

Ayette bahsedilen ümmi kelimesi ile kastedilen, okuma yazma bilmeyenler değildir. Allah’ın kitaplarını bilmeyenlerdir. Yani Yüce Yaradan’ın gönderdiği kitabı okudukları halde, anlamamış gibi davranan sağır ve dilsizlerdir. Böyle insanlar Kitabın hükümlerini hiçe sayarlar. Kendileri başka bazı şeyler uydururlar. Kendi kendilerine kuruntular oluştururlar. Boş saplantılara kapılırlar. Zan içerisinde dolaşırlar.

Kendi kuruntuları içerisinde boş saplantılarla zan çerisinde dolaşan bu insanlar, hem kendilerine hem de çevrelerine zarar verirler. Hem de ahiretlerini kaybederler. Hâlbuki Allah, her ümmet için ayrı şeriat belirlemiştir. Herkesi tek bir ümmet haline getirmemiştir. Her ümmetin kendi Kitabıyla hareket etmesini istemiştir. En son gönderilen Kur’an’ın öncekileri tasdik ettiğini sıkça vurgulamıştır. Kur’an ile, eski yolladığı kitaplara inananları kolladığını vurgulamıştır. Bu kollamanın şartları vardır. Farklılıktan amaç, insanları denemektir.  Bütün bunları aşağıdaki ayette görmekteyiz.

5 Maide Suresi 48: “Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur’ân)ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, herbiriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir.”

O halde, aklımızı kullanmaya çalışalım. Sağır ve dilsizmiş gibi davranmayalım. Boş kuruntulara kapılıp, zan içerisinde dolaşmayalım. Geçmiş kitapları tasdik eden ve onları koruyan Kur’anın hükümlerine uyalım ve Kur’an ile hükmetmeye çabalayalım. İyiliklere koşalım. Kötülük düşünmekten ve yapmaktan uzak duralım. Aksi takdirde, hem kendimize hem de kendi çevremize zarar veririz. Kendi çevremiz dışındaki insanlara ise, (Allah izin vermedikçe) bir zarar veremeyiz. Aşağıdaki ayette bahsedilen insanların durumuna düşeriz. Hakka dönemeyiz. Hakka dönemezsek, helâk oluruz.

2 Bakara 18: “(Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.”

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | ALLAH NEZDİNDE İNSANLARIN EN KÖTÜSÜ için yorumlar kapalı

AYDINLANMAK İÇİN YANARSAN, AYDINLATIRSIN

AYDINLANMAK İÇİN YANARSAN, AYDINLATIRSIN

Bizlerin yaptığımız hatalardan birisi, kendimizi değil, hep karşımızdakini uyarmaya çalışmaktır. Maalesef, kaşımıza çıkan her fırsatta böyle yapmaktan geri durmayız. Hattâ bazı güzel veciz sözleri bile, kendimize değil, karşımızdakine uyarlamaya çalışırız. Mümin bir kişi olan Hz. Ömer, her gece yatmadan önce kendimize “bugün Allah rızası için ne yaptın” diye sormamızı öğütlemiştir. Biz ise, bu soruyu kendimize değil, hep karşımızdakine sorarız.
Erdeme ulaşmanın yolunun, başkalarına öğüt vermekten veya yardım etmekten geçtiğini düşünürüz. Elbette başkalarına yardım etmek iyi bir şeydir. Fakat erdeme ulaşmak için yeterli değildir. Eğer insanlara yaptığımız bu yardımları, haksız yere elde ettiğimiz kazançtan veriyorsak, yardımlarımızın bize hiçbir faydası olmaz. Erdeme ulaşmak istiyorsak, öncelikle samimi olmalıyız. Yaptığımız davranışlarda ve aldığımız kararlarda, karşımızdakinin yerine kendimizi koymalıyız.
Bir insan, başkalarını veya başka kurumları geliştirmek için önce kendini geliştirebilmesi gerektiğinin şuurunda olmazsa, çevresine faydası yeterince olmaz. Kendini geliştirmeye çalışan bir insanın gayretleri, bazen diğer insanlar veya kurumlar tarafından istismar edilebilir. Bu sebeple, bu hususlardaki toplumsal bilincin de gelişmiş olması gerekir.
Konumuzla bağlantılı olan Tolstoy’un bazı veciz tespitlerini, bu sitedeki bazı makalelerimizde yapmıştık. Tolstoy “Her şeye Rağmen Sevgi” adlı kısa hikâyesinde şu sonuçlara varır:
“Kendi kalbinin iyice yandığı zaman, başka kalbi ateşlediğini anlar.”
“Ölüm korkusunu bırakıp hayatı Allah’a bağışlayınca, taş gibi yüreğin uysallaştığını, yumuşadığını ve boyun eğdiğini anlar.”
Yine konumuzla ilgili olarak Yusuf Has Hacib’in, “Kutadgu Bilig” adlı eserinde yaptığı şu tespiti de sizlerle paylaşmıştık.
5201- “Bütün bulanıklıkları arıtayım dersen, kendi ruhunu arıt; halk ister istemez sonunda durulur.”
Ruhumuzu arıtabilmek, kalbimizin yanmasını sağlayabilmek için, öncelikle kendimizi aydınlatmalıyız. Kendimizi aydınlatabilmemiz için, önce bilgili olmaya çabalamalıyız. Bildiklerimiz üzerine düşünmeliyiz. Düşüncelerimizi sorgulamaktan çekinmemeliyiz. Sorguladıklarımızdan ders çıkarmalıyız. Çıkardığımız dersleri hayatımıza yansıtmalıyız. Aldığımız dersleri hayata yansıtabilmemiz için, irademizi güçlü tutmalıyız. Güçlü irade için, yeryüzünde Yüce Yaradan’ın halefi olduğumuzu sıkça hatırlamalıyız. Hatırlayabilmek için, çevremizdeki, dünyamızdaki ve kâinattaki varlıkları ve olayları çok iyi izlemeliyiz. Bunları izleyebilmek için bilgi sahibi olmalıyız.
Yine başa döndüğümüze, yani bilgi sahibi olmaya çalışmak gerektiğine geldiğimize göre, her zaman aynı yöntemleri takip etmekten bıkmamalıyız. Bıkmadan bu mücadeleyi yaparsak kendimizi aydınlatmaya başlarız. Biz aydınlandıkça, davranışlarımız olgunlaşır. Biz olgunlaştıkça, başkalarının örnek olarak alacağı insanların arasına gireriz. Biz örnek oldukça, başkalarını aydınlatmamız daha rahat olur.
Yazımızın konusuyla ilgili hususları Hoca Ahmet Yesevi, hayatında uygulamıştır. Önce kendisini aydınlatmaya çalışmıştır. Kendi kazancını, başkalarını aydınlatmaktan değil, eliyle yaptığı kaşık vb imalatlardan sağlamıştır.
Öğrencilerini de, kendi yaşamına uygun bir yöntemle yetiştirmeye çalışmıştır. Onlara, aynı zamanda üç şeyi birlikte vermeye çalışmıştır. Onları hem bilgiyle donatmış, hem zamanın geçerli bir mesleğini en iyi bir şekilde yapabilmeleri için eğitmiş, hem de sürekli dürüst olmalarını öğütlemiştir.
Öğrencileri de, gittikleri yaban ellerde öğrendiklerini uygulamışlardır. Önce mesleklerini güzel bir şekilde icra etmişlerdir. İşlerini yaparken dürüst davranmışlardır. Böylece insanlar nezdinde güven kazanmışlardır. Bunları sağladıktan sonra da bilgilerini çevredeki insanlarla paylaşmaya başlamışlardır. Durum böyle olunca, paylaştıkları bilgilerin insanları aydınlatması daha başarılı olmuştur.

YAŞAM kategorisine gönderildi | AYDINLANMAK İÇİN YANARSAN, AYDINLATIRSIN için yorumlar kapalı

İSLÂM’DA “HIZIR” KONUSU ÜZERİNE

İSLÂM’DA “HIZIR” KONUSU ÜZERİNE

 

Aşağıdaki ayetler, bir peygamber olan Hz. Musa’nın başından geçen bazı olayları anlatır. Hz. Musa’nın, Allah’ın ilim verdiği bir insan ile olan yaşadıklarının, bizim yazımızın konusuyla bağlantılı olan tarafını irdeleyebilmek için, ayetleri sıradan aktardık. Çoğu İslâm bilgini, Allah’ın ilim verdiği kişiyi Hızır (a.s.) olarak düşündüklerinden tercümelerine parantez içerisinde yazıyorlar. Ayrıca halka anlatılırken, Hızır diye nitelenen kişinin hiç ölmediği, sürekli dünyayı dolaştığı, sıkıntıda olan insanlara yardım ettiği ifade edilmektedir. Hızır’a yardım etmenin bir görev olduğu işlenmektedir. Bu sebeple de, günümüze kadar çok fazla sayıda gariban ve cahil insan, ben “Hızır”ım diye ev ve işyerlerini dolaşıp yardım toplayan kişiler tarafından kandırılmıştır.

Fakat Kur’an, “Hızır” diye bir ifade kullanmıyor. Sadece “kul” diyor. Belki de Allah, ilim verdiği insanın tek bir kişi olamayacağını anlatmak için böyle bir yol seçmiştir. Yüce Yaradan’ın gönderdiği peygamberlerin sayısının bile 124.000 civarında olduğu düşünülürken, Allah’ın sadece tek kişiye ilim vermiş olmasını iddia etmek, mantıklı değildir.

Kehf Suresinin ilgili ayetleri şunlar:

18 Kehf Suresi 65: “Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.”

66: Musa ona: “Allah’ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” dedi.

67: (O) dedi ki: “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin.”

68: “İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?”

69: Musa: “İnşaallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim” dedi.

70: (Adam) dedi ki: “O halde bana tabi olacaksın; ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma!”

Ayetlerin devamını, daha önce yayınladığımız “İslâm’da Sorgulama Konusu Üzerine” başlıklı yazımızla ilgili olduğundan o makalemizde vermiştik. Bu yazımızın konusu “Hızır” olduğundan, burada vermiyoruz.

Eğer kendisine ilim verilen kişi, bizim düşündüğümüz gibi “Hızır” olsaydı, Yüce Yaradan, Kur’an’ında bunu belirtirdi. Nitekim yine Kehf Suresinin aşağıdaki ayetlerine baktığımızda benzeri bir durumla karşılaşırız.

18 Kehf Suresi 83: “Bir de sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki: Size ondan bir hatıra okuyacağım.”

84: “Gerçekten biz onu (Zülkarneyn’i) yeryüzünde iktidar sahibi yaptık ve ona ulaşmak istediği her şeyi elde etmesinin bir yolunu verdik.”

Ayetlere göre Zülkarneyn de, Allah’ın kendisine birçok özellikler verdiği bir insandır. Bu şahıs eğer peygamber olsaydı, Allah onu bize haber verirdi. Yüce Yaradan, tıpkı bazı peygamberlerinin isimlerini Kur’an’ında bahsettiği gibi, özel destek verdiği insanlardan olan Zülkarneyn’in ismini de zikretmektedir. Yine Lokman Suresinin 12inci ayetinde, “Biz Lokman’a, Allah’a şüret diye hikmet verdik” ifadesiyle bahsedilen Lokman da, aynı konumdadır. Peygamber olarak anlatılmamaktadır.

Dolayısıyla Yüce Yaradan, Hz. Musa ile birlikte yolculuk yapan ve Kendisinin ilim verdiği kişinin ismini de bize bildirebilirdi. Bildirmediğine göre, kendisine ilim verilen ve verilecek olan tek kişi, Hızır diye nitelediğimiz “özel” bir insan olamaz.

Yüce Yaradan, geçmişte nasıl bazı insanlara ilim ve hikmet verdiyse, gelecekte de bazı insanlara ilim ve hikmet verebileceğini bizlere anlatmak için, böyle bir yöntem seçmiş olabilir. Bilindiği gibi, her insanın kendine ait özel bir ismi vardır. Nitekim Allah, Kur’an’ında bize bildirdiği peygamberlerini, Zülkarneyn’i ve Lokman’ı isimleriyle bahsetmektedir. Fakat bizim “Hızır” olarak nitelediğimiz şahsı, Allah, “kul” olarak nitelendirmiştir. Bütün insanlar, Yüce Yaradan’ın “kul”udur.

O halde, her insan, Yüce Yaradan’ın ilim ve hikmet verdiği kişi olmaya adaydır.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂM’DA “HIZIR” KONUSU ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İSLÂM’DA SORGULAMA KONUSU ÜZERİNE

İSLÂM, OLAYLARI SORGULAMAMIZI İSTER, FAKAT…

 

Bu sitede daha önce yayınladığımız “Kur’an’da Akıl ve Düşünce” başlıklı makalemizde, “Kur’an da çok geçen sözlerin “hiç akıl erdirmez misiniz?” ve “hiç düşünmez misiniz?” olduğunu belirtmiştik. Kur’an’ın, akıl yürütme ve düşünmenin önemi üzerinde durduğunu vurgulamıştık. Bu yazımızda, konuya yine Kur’an ayetleri üzerinden giderek farklı bir açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

14 İbrahim Suresi 10: Peygamberleri dedi ki: “Gökleri ve yeri yaratan, Allah hakkında da şüphe mi var? O, sizi günahlarınızı bağışlamak için çağırıyor ve belirlenmiş bir süreye kadar size müsaade ediyor.” Onlar da: “Siz sadece bizim gibi bir insansınız, bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz. O halde bize apaçık bir delil getirin!” dediler.

Ayetin başlangıcında, peygamberler, kendi yaşadıklarından dolayı Allah’ın varlığına neredeyse (Bakara 260’da görüldüğü gibi) şahit olacak ölçüde inandıkları için, gayet rahat ve net ifadeler kullanıyorlar. Fakat peygamberlerin yaşadıklarını bilmeyen insanlar, sorguluyorlar. Ancak onların sorgulamaları, sadece itiraz şeklinde kalıyor. Araştırma yapmıyorlar. Düşünmüyorlar. Geçmiş peygamberlerin haberlerini araştırmıyorlar.

Peygamberler de, sadece itiraz eden ve sorgulamayan bu insanlara şöyle cevap veriyorlar:

14 İbrahim Suresi 11: “Peygamberleri onlara dediler ki: “(Evet) biz ancak sizin gibi bir insanız, ama Allah kullarından dilediğine nimetini lütfeder. Ve Allah’ın izni olmadıkça bizim size bir delil getirmemize imkan yoktur. Müminler ancak Allah’a dayansınlar.”

  1. “Bize yollarımızı göstermişken neden biz Allah’a dayanıp güvenmeyelim? Elbette bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.”

Yukarıdaki ayetlerde, peygamberler, söyledikleri konularda kendilerinin delil getirme yetkilerinin olmadığını beyan ediyorlar. Buna karşılık, çok önemli bir şey söylüyorlar. “Bize inanmayıp, bize eziyet ve işkence etseniz bile, sizlerin her yaptığına katlanacağız, çünkü Allah bizi doğru yola iletmişken dönmeyiz” diyerek insanların düşünmeleri gereken bir durumu açıklıyorlar.

Peygamberlerin sözlerini sorgulayan insanların amacı, eğer sadece itiraz etmek olmayıp, durumu gerçekten irdelemek olsaydı, bu sözler üzerine düşünürlerdi. Kendilerine şu soruları sorabilirlerdi. Acaba hangi insan, kendisine dünyevi mal, mülk, saltanat verilmeden, diğer insanlara kafa tutar ve onların yapacakları işkencelere razı olur? Eğer böyle bir insan düşünülemezse, dünyevi nimetleri reddedip işkence çekmeye razı olan bu insanlar, dünyaevi nimetlerden daha büyük bir mükâfat olarak ne bekleyebilir? Peygamberlerin kendi rızaları ile içine girdikleri böyle bir durumu izah edecek kelime bulmak mümkün mü?

İçten pazarlıklı olmayan her insan, bu gibi soruları sorgulayarak gerçeklere ulaşabilir. En azından körü körüne itiraz etmenin yanlışlığını anlar.

Aşağıdaki ayetler, bir peygamber olan Hz. Musa’nın başından geçen bazı olayları anlatır. (Kur’an olayları anlatırken “Musa, beraberindeki gence şöyle demişti” ifadesini kullandığına, gencin, balığı hatırlamamı bana şeytan unutturdu dediğine ve Hz. Musa, ilim sahibi insanı aradığına göre, muhtemeldir ki, bu olaylar peygamberliği döneminde yaşanmıştır.) Hz. Musa’nın, Allah’ın ilim verdiği bir insan ile olan yaşadıklarının, bizim yazımızın konusuyla bağlantılı olan tarafını irdeleyebilmek için, ayetleri sırayla aktardık.

18 Kehf Suresi 66: Musa ona: “Allah’ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” dedi.

67: (O) dedi ki: “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin.”

68: “İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?”

69: Musa: “İnşaallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim” dedi.

70: (Adam) dedi ki: “O halde bana tabi olacaksın; ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma!”

71: Bunun üzerine ikisi beraber yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman, o kul gemiyi deldi. Musa, ona şöyle dedi: “Geminin içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın.”

72.(O) “Sen benimle asla sabredemezsin, demedim mi?” dedi.

73: Musa dedi ki: “Unuttuğum şeyden dolayı beni suçlama ve bu işimden dolayı bana bir güçlük çıkarma.”

74: Yine gittiler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında adam hemen onu öldürdü. Musa: “Kısas olmadan masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu sen çok fena bir şey yaptın” dedi.

75: (Adam) dedi ki: “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?”

76: (Musa) dedi ki: “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma! Hakikaten benim tarafımdan ileri sürülebilecek son mazerete ulaştın.

77: Bunun üzerine yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır hemen onu doğrulttu. Musa: “İsteseydin elbet buna karşı bir ücret alırdın” dedi.

78: (Adam) dedi ki: “İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim.”

Ayetlerde görüleceği üzere Hz. Musa, kendisinden ilim öğrenmek istediği bir kişiye tabi olmak istiyor. Allah’ın ilim verdiği kul, Hz. Musa’nın ilminin daha az olduğunu bildiğinden kabul etmek istemiyor. Çünkü Hz. Musa’nın olayların içyüzünü kavramayacağını ve bu yüzden sabredemeyeceğini düşünüyor. Hz. Musa da ona,sabredeceğine ve onun kararlarına karşı gelmeyeceğine dair söz veriyor. İlim sahibi kişi de Hz. Musa’ya, kendisine tabi olmasını ve olayların sırrını ona anlatmadıkça sabrederek soru sormamasını istiyor. Böylece yola çıkıyorlar.

Yolda karşılaştıkları ilk olayda yaşadıkları, Hz. Musa’nın mantığına yatmıyor. Sabredemeyip soru soruyor. İkinci olayda da aynı şey oluyor. Üçüncü olayda aynı durum olunca, ilim sahibi adam Hz. Musa’ya yaptıklarının iç yüzünü anlatıyor. Fakat onunla yolunu ayırıyor.

Kur’an’da anlatılan bu kıssalardan alınacak hisselerin bir kısmı şunlar olabilir:

Hz. Musa bile olsa, insan yaşadıklarını sorgulamalıdır. Ancak olayların iç yüzü hakkında bilgi yoksa, Hz. Musa da olsa hemen sorgulamamalıdır. Bu öğüt bizim için de geçerlidir. Ya konuya hâkim kişinin, olayları bize açıklamasını beklemeliyiz, ya da olaylar neticelenene kadar sabretmeliyiz. Sonucu gördükten, bazı şeyler daha anlaşılabilir hale geldikten sonra sorgulamalıyız.

Eğer sorgulamamıza önyargıyla başlarsak veya gelişmeleri dikkatle takip edip konunun iç yüzünü anlayacak kadar sabredemezsek, sorgulamamızdan sonuç alamayız. Önyargıyla sorgularsak, inkârcı durumuna düşeriz, helâk olma ihtimalimiz kuvvetlenir. Konunun iç yüzünün anlaşılacağı gelişmeleri beklemezsek, ya mahçup oluruz, ya da ilim sahibi insandan gerçekleri öğreniriz ama onunla yollarımız ayrılır.

Kur’an’da, sorgulama hususunda, doğrudan peygamberleri ilgilendiren başka bir ders daha var. Onu da aşağıdaki ayetlerle anlamaktayız:

2 Bakara Suresi 145: “Celâlim için, sen o kitap verilmiş olanlara, bütün delilleri de getirsen, yine de senin kıblene tabi olmazlar, sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tabi değiller. Celâlim hakkı için, sana gelen bunca ilmin arkasından sen tutar da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz, sen de zâlimlerden olursun.”

146: “O kendilerine kitap verdiğimiz ümmetlerin âlimleri, onu, o peygamberi, oğullarını tanır gibi tanırlar, böyle iken içlerinden bir takımı gerçeği bile bile gizlerler.”

147: “O hak, Rabbindendir. Artık şüpheye düşenlerden olma sakın!”

Peygamberler, kendilerine gelen bunca ilimden sonra, Yüce Yaradan’dan şüphe duyamazlar. Peygamberlerin, Allah’ı bırakıp, bazı kendini bilmez insanların arzularına uymaları kesinlikle yasaktır.

Eğer, bir peygamber, bir konuda kalben mutmain olmadıysa, bu durumu Allah’a sormalıdır. Başkasına sormamalıdır. Aşağıdaki ayet, kalplerinin yatışması için, peygamberlerin bile, Allah’a soru sorarak  sorgulamalarına cevaz vermektedir:

 2 Bakara Suresi 260: Bir zamanlar İbrahim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. Allah: “İnanmadın mı ki?” buyurdu. İbrahim: “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye istiyorum.” dedi. Allah buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine çevir, iyice tanıdıktan sonra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça dağıt, sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Bu sorgulama normaldir. Çünkü peygamberler, bilhassa başlangıçta, tek başlarınadır ve diğer bütün insanlar karşılarındadır. İnsanlara yaptıklarının yanlış olduğunu, hatalarından derhal dönmeleri gerektiğini söyleyen bu kişiler, bunu yaparlarken Yüce Yaradan’ın peygamberi olduklarına dair ellerinde somut bir delil yoktur. Bu sebeple zaman zaman sıkıntıya düşmüşler, hayal gördüklerini sanmışlardır. Böyle durumlar Hz. Muhammed (s.a.v.) için de oluşmuştur. Kur’an, onun bu hallerini bize anlatmaktadır. Yazıyı uzatmamak açısından, bu ayetleri burada vermeyeceğiz. İsteyen Kur’an’a bakabilir.

Sonuç olarak, olaylar sorgulanmalıdır. Ama önyargıyla değil, araştırıp soruşturmadan değil, sabırsızca davranarak değil, adabıyla, usul ve erkân dâhilinde sorgulanmalıdır.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂM’DA SORGULAMA KONUSU ÜZERİNE için yorumlar kapalı

ÜMMETLER, ALLAH NEZDİNDE AYRICALIKLI DEĞİLDİR

HİÇBİR PEYGAMBERİN ÜMMETİ, ALLAH NEZDİNDE AYRICALIKLI DEĞİLDİR

 

Önceki bir yazımızda, “Allah Nezdinde Müslüman, Sadece Hz. Muhammed’in Ümmeti Değildir” başlığını kullanmıştık. Bu makalemizde Kur’an ayetlerinden alıntılar yapmıştık. Kur’an’ın ifadesine göre (Bakara 133), Hz. İbrahim ve oğulları, onların soylarından gelen Hz. Yakup ve oğulları, hepsi Müslüman olarak tanımlanmaktadır.

Yine Kur’an ifadesine göre (Ali İmran 52 ve Maide 111), Hz. İsa ve Havarileri de Müslüman olarak tanıtılmaktadır.

Kur’an ayetlerindeki anlatıma göre (Araf 126), Firavunun bizzat çağırdığı fakat Allah’ın Hz. Musa’yı desteklemesi karşısında gerçeği gören sihirbazların da, kendilerinin Müslüman olarak canlarını alması için Yüce Yaradan’a yalvarmaktadırlar.

Yine Kur’an’a göre (Yunus 72) Hz. Nuh, kendisine Müslüman olmasının emredildiğini beyan etmektedir. Kur’an’ın anlatımlarından anlaşıldığına göre, bütün peygamberler aynı anlayış üzerine gönderilmişlerdir.

Bakara 136 gibi ayetlerde de, peygamberler arasında ayrım yapılamayacağı ifade edilmektedir. Peygamberler arasında ayrım yapmanın yasak olduğu, bütün peygamberlerin Müslüman olduğu düşünüldüğünde, bu şartlara uyanların da Müslüman kabul edilmesi gerekir.

Peki, peygamberlerin ümmetleri arasında bir ayrım var mıdır? Bu hususta da Kur’an bizleri aydınlatıyor.

2 Bakara Suresi 62: “Şüphesiz, inananlar (Müslümanlar) ile Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden, Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için Rableri katında mükâfat vardır; onlar korkuya uğramayacaklar, mahzun da olmayacaklardır.”

Ayette geçen Sabiiler konusunda İslâm alimleri farklı fikir beyan etmektedirler. Bazılarına göre, Yahudilik ile Hıristiyanlık arasında bir anlayıştalar ve tevhit inancına sahipler. Bazı bilginlere göre ise Sabiiler, kitap ehli değiller, yıldızlara tapmaktadırlar. Bazılarına göre de, Sabiiler, Hz. İbrahim’in dinine inananlardır.

Alimlerin farklı fikirde olmalarını anlayışla karşılarız. Ancak Bakara 62’ye göre, Sabiiler Allah’a ve ahiret gününe inanmaktadırlar. Çünkü ayette bahsedilen diğer bütün guruplar, günümüz algılamasıyla Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanların hepsi, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. Dolayısıyla Sabiilerin de inanmaları sıradan bir şeydir. Eğer bazı tefsirlerde yazıldığı gibi, Sabiiler yıldıza tapanlar olsaydı, ayette “onlardan Allah’a ve ahiret gününe inanan” sözü edilmezdi. Yıldıza tapanların aynı zamanda, Allah’a ve ahiret gününe inanmaları düşünülemez.

O halde, ayette bahsedilen Sabiiler sözü ile, Allah’ın varlığına, tekliğine ve ahiret gününe inanan ve Yahudi, Hıristiyan, Müslüman şeklindeki mevcut guruplandırmalardan farklı olan bütün anlayışlar kastedilmektedir.

Bu düşüncelerin ışığında ayeti tekrar okuyalım. Ayette Yüce Yaradan, Müslüman, Yahudi, Hıristiyan ile henüz tam tanımlanamayan ve tevhit dinine inanan bütün insanlığa seslenmektedir. Eğer, henüz kimler oldukları konusunda fikir birliğinde olunmayan ama tevhit inancında oldukları kesin olan guruplar ayette bahsedilmeseydi, bütün peygamberlerin ümmetleri anlatılmamış olurdu.

Allah, Bakara 62 ile bütün tevhit dinine inanalara seslenerek, salih amel işlemelerini tavsiye etmektedir. Salih amel işleyenlere, Rableri katında mükâfat olduğu ifade edilmektedir. Onların korkuya uğramayacakları ve mahzun da olmayacakları taahhüt edilmektedir.

Demek ki, hangi ümmetten olurlarsa olsunlar, hattâ Sabiiler olarak nitelenen ve hangi peygambere inandıkları bilinmeyen bir guruptan olsunlar farketmiyor. Hepsi, eğer salih amel işlerlerse, Allah nezdinde aynı görülüyor. Aynı değerlendiriliyor. Aynı mükâfat veriliyor.

Bakara 62 de bahsedilen bu anlayış, Kur’an’ın aşağıda verdiğimiz ayetinde de aynen ifade edilerek, pekiştiriliyor.

5 Maide Suresi 69: “Muhakkak ki inananlar, yahudiler, sabiiler ve hıristiyanlardan kim Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel işlerse, onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.”

Aşağıdaki ayet dikkatlice okunursa, bizim yukarıdaki yorumlarımızın daha doğru olduğu anlaşılır.

22 Hac Suresi 17: “Şüphesiz, iman edenler, Yahudiler, Sâbiîler, Hıristiyanlar, Mecûsiler ve Allah’a ortak koşanlar var ya; Allah, kıyamet günü onların aralarında mutlaka hüküm verecektir. Çünkü Allah, her şeye şahittir.”

Bu ayette Yüce Yaradan, Kendisine inanan ve inanmayan bütün gurupları saymaktadır. Ayette, Mecusiler yani ateşe tapanlar ile Allah’a ortak koşanlar da ilaveten bahsedildiği için, salih amel işlemeleri tavsiye edilmemiştir. Çünkü Kur’an’ın birçok ayetine göre (ör: Araf 147, Hud 15-16, Kehf 105 gibi) iman etmeden güzel işler yapmak anlamsızdır. Onlar korunmayacaklardır. (Not; bu husus bir başka yazımızda ele alınacaktır.)

Ayette, salih amel işleyenlere korku yoktur denilmemiştir. Sadece Yüce Yaradan’ın her şeyi gördüğü, bildiği ve her şeye şahit olduğu ifade edilerek, kıyamet günü aralarında hüküm vereceği belirtilmektedir.

Demek ki Yüce Yaradan, her şeye şahit olarak, insanların inanışlarını ve davranışlarını takip ederek, gereğini yapıyor. Bakara 62 ve Maide 69 daki ifadelerle, hiçbir peygamberin ümmetini ayrıcalıklı kılmadığı gibi, Hac 17’ye göre ateşe tapanlar, Kendisine ortak koşanlar dâhil, bütün insanlarla ilgili olarak kıyamet günü hükmünü verecek.

Cemaat, KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | ÜMMETLER, ALLAH NEZDİNDE AYRICALIKLI DEĞİLDİR için yorumlar kapalı