İSLÂM TARİHİ VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 8

İSLÂM TARİHİ VE HIRİSTİYANLIK TARİHİNDEN ALINACAK BAZI DERSLER 8

 

Önceki yazılarımızda, İslâmiyet ve Hıristiyanlığın tarihinden kısaca bahsettik. Hıristiyanlığın tarihinden az bahsetmemizin sebebi, Hz. İsa’dan sonra bu dinin anlatımının, Hz. İsa’nın aktardıkları ile daha başlangıçta farklılık arzetmesidir. Elbette, şahıslar olarak Hıristiyanlığın özünü anladıkları için, dinin kurallarına uygun yaşayan insanlar olmuştur. Fakat bilhassa Roma Devletinin dininin Hıristiyanlık olmasıyla birlikte, din tamamen önce Romalı siyasilerin denetimine girmiştir. Bu konuda Batılı bazı teologların söyledikleri ünlü bir söz şöyledir: “Roma, Hıristiyanlaşmadı. Hıristiyanlık, Romalılaştı.”

Roma Devletinin yıkılması sonrasında, yeni bir büyük devlet kurulamamıştır. Böylece Hıristiyan Dünyası, Kilisenin oyuncağı olmuştur. Kilise, hem din işlerini hem de devlet işlerini yönetti. Hıristiyanlık Âlemine Orta Çağı yaşattı. Bilhassa I. Haçlı Seferi sonucunda Kudüs’ün alınmasıyla, gücü zirveye çıktı. Fakat Kudüs, geri kaybedilince, Kilise itibar kaybetmeye başladı. Aslen ilahiyatçı papaz olan Salisbury’li John (1115!-1180) ve Aquinumlu Thomas (1225-1274) gibi insanlar, Kilise ile uyum içerisinde davranarak, kısmen de olsa yenilikçi fikirlerini söyleyebildi.

Daha sonra krallar, Kiliseye iki kılıç kuramı dedikleri anlayışı kabul ettirdiler. Yani din işleri Kilisede, savaş işleri krallarda olacaktı. Aslında bu kuramda bile krallar, savaşı Kilise adına yapacaklardı. Uzun süre, gerçekten de böyle oldu.

Romanın yıkılışından tek yetkili güç olan Kilise, kendisine karşı çıkabilecek her kişi ve guruba yaptığı baskıları giderek artırmaya çalıştı. İki kılıç kuramı da sadece orduyu yönetenlerin Kilise adına, ama kendilerinin karar vermesi şeklinde gelişti. 1492 keşifleri ile birlikte Kilise adına yapılan bu baskı, yeni keşfedilen topraklarda da uygulanmaya başlamıştır. Yeni bulunan bölgelerin yerlileri, başlangıçta din adına, sonrasında kazanç uğruna katledilmişlerdir.

Yeni bölgeleri sömürerek zenginleşen Avrupalı bir kesim, Kilisenin yanlışlarını terennüm etmeye başlamışlardır. Böylece Kilisenin etki alanı daraltılmıştır. Elinden devlet yönetimi de alınan Kilise, daha çok dini konularla ilgilenmek, dünya işlerinin bir kısmını yeni zenginlere bırakmak mecburiyetinde kalmışlardır. Fakat bu zengin gurubun hakimiyeti, dünya için çok daha kötü sonuçlar oluşturmuştur. Tamamen maddeci görüşe sahip olan bu guruplar, insanlığı perişan etmişlerdir. Kilise, bu duruma müdahale etmemiştir. Onların bir kısmı, zengin sınıfla işbirliği yapmayı tercih etmiştir. Zaten mülk zengini olan Kilise daha çok zenginleşmiştir. Günümüz insanlığının sıkıntılarının temelinde, bunların uygulamaları vardır.

Hıristiyanlığın, insanlığın faydasına bir şey veremediği bu dönemde, İslâm, Klasik  Çağını yaşamıştır. Fakat bir süre sonra İslâmiyet de, Kur’an dışında kaynaklar olarak, hadis, icma, kıyas, rey, örf, tercih diyerek, kendini belli kalıpların içerisine hapsetmiştir. Böylece Müslümanlar, Orta Çağa gerilemişlerdir.

Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı gibi, İslâmiyete de aynı işlevi gören ulema sınıfı oluşmuştur. Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı, onları Orta Çağdan çıkarmamıştır. Müslümanlardaki ulema sınıfı başlangıçta, Müslümanlara Klasik Çağı yaşatmış. Fakat onlar da, giderek ruhbanlık konumuna gelmişler ve İslâmiyeti Klasik Çağdan Orta Çağa düşürmüşlerdir.

Elbette bütün Kilise mensupları veya bütün Müslüman ulema aynı hataları işlememiştir. Fakat, genel anlayış böyledir. Her ikisi de, insanların kalpten gelen inanışlarını zedelediler. Dinde, hem zorlama hem de zorbalık yaptılar.

Kilisenin temsil ettiği ruhban sınıfı, Müslüman ulemanın, siyasetçilere yani devleti yönetenlere yakın olanlarından bazı hususlarda daha başarılı olmuşlardır. Kilisenin Müslüman ulemaya göre becerisi, Hıristiyanlığın merasimlerini ve ibadetlerini belirgin bir şekle sokmaları oldu. Müslüman ulema, bunu da yapamadı. Namaz kılınışında, Cuma Namazı rekat sayısında, Kandil gecesi kutlamalarında, dini günlerin hangileri olduğunda, Ramazan ve Bayram günlerinin başlangıcı gibi belirgin hususlarda bile ortak bir noktaya gelemediler. Biraz aşağıda göreceğimiz gibi, devletler, mezhepler, cemaatler ve tarikatlar farklı uygulamalar yaptılar. Farklı guruplara mensup Müslüman ulema, muhtemelen kendi cehaletlerini örtmek için, diğer gurupları kötülediler, onlardan ayrı davrandılar. Sadece biat edecek insan yetiştirmeye çalıştılar. Düşünerek sorgulayanları, önce dışladılar, eğer gelip biat etmemişse, zulmettiler.

Müslümanlığın nasıl değişime uğradığını, Hıristiyanlığa göre daha geniş anlatmaya çalıştık. Uygulamaların ve hataların temel sebeplerini irdelemeye gayret ettik. Müslümanların günümüzdeki sorunları ise, çok daha zorlu.

Neredeyse her Müslüman kimlikli devlet, farklı öğretiler peşinde. Müslümanlığın iki ana gurubu olan Sünniler ve Şiiler kendi eğitim ve öğretim sistemlerini kurmuşlar. Dini kendilerine göre anlatıyorlar. İlk gurup, evliya dediği insanları kutsayarak günahsız olarak görürken, ikinciler, Ayetullahları günahsız olarak görüyorlar.

Kur’an’ın son ayetlerinden olan Nasr Suresinde, Hz. Muhammed’e “Allah’ın yardımı ve fetih (Mekke fethi) geldiğinde ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde, Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O’ndan bağışlama dile. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.” denilerek, günahları için mağfiret dilemesi isteniyor. Bu ayette peygamberden bağışlanmasını dilemesi istenmesine rağmen, günümüz Müslümanları, kendi evliya veya Ayetullahlarını peygamberin de üzerine çıkararak, günahsız olarak ilan ediyor.

Sünnilerin, genel kabul gören dört mezhebi var. Her mezhebin içerisinde sayısız cemaatler ve sayısız tarikatlar var. Aynı şehirde, hattâ aynı kasabada yan yana yaşayan bu tarikatlar, kendi din eğitimlerini kendileri veriyorlar. Hepsi kendisine Müslüman diyor. Ama, Camileri ayrı, hocaları ayrı, okulları ayrı, öğretmenleri ayrı, öğrenci yurtları ayrı, üniversiteleri ayrı, öğretim üyeleri ayrı, devlette hâkim oldukları kurumlar ayrı, işyerleri ayrı, hastaneleri ayrı. Velhasıl dünyaya ve ahirete bakışları ayrı.

Böyle olunca da, birbirlerine karşı düşman hale geliyorlar. Her gurup Hz. Muhammed’e atfedilen, fakat asılsız olan bir hadisi kendince yorumluyor. Hadis şöyle: “Benden sonra ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. Fakat bunların 72si Cehennemlik, sadece biri Cennetlik olacak.” Dolayısıyla her gurup, kendini Cennetlik, diğerlerini Cehennemlik olarak görüyor.

Eğer herhangi bir sebeple, devletin bir kurumuna, bir tarikatın yerine bir başka tarikat hâkim olursa, eski tarikat mensuplarını hiç düşünmeden siliyor. Yapılanları görünce zannedersiniz ki, önceki tarikat mensupları ya kâfir ya da insan bile değil. Hâlbuki sorarsanız, aynı dine mensuplar.

Devlet dairesindeki üniversite mezunu tarikat mensupları böyle gaddar davranınca, daha az okumuşları, hiç düşünmeden birbirlerinin üzerine el bombası, dinamit vs atabiliyor. Karşısındakini öldürmekten çekinmiyorlar. Haydi diyelim ki, karşısındakiler kendileriyle mücadele ediyor. Onun için öldürüyor. Ama, Pazar yerinde veya başka bir yerdeki insanların üzerine bomba atarken neyi düşünüyorlar? Oradakilerin suçunu ne olarak görüyorlar?

Demek ki, her gurubun kendi eğitimini kendisinin vermesi, Camilerini, okullarını, işyerlerini, hastanelerini ayırmalarının sonuçları, hem insanlığın hem de Müslümanlığın aleyhine olmaktadır.

Günümüzdeki bir başka büyük tehlike, siyasi İslâm ile dini İslâm’ın iç içe olmasıdır. Artık yazılan eserler, şiirler, Kur’an yorumları, ilmihaller vs hepsi farklılaşıyor.

Müslümanlar zaten Orta Çağa gerilemişlerken, bir de birbirleriyle ayrışıyorlar. Müslümanlar bu durumda iken, Hıristiyanlar farklı değiller. Onların da farklı Kiliseleri ayrı eğitim veriyorlar. Katolikler, Protestanlar ve Ortodokslar arasındaki düşmanlık sürüyor.

Bu durumu net anlatan ve yakın zamana kadar Belfast’ta yaygın olan bir hikâyeyi, daha önce aktarmıştık. Hikâye şöyle: “Belfast’ta bir vatandaş akşam karanlığında evine doğru gitmektedir. Arkasından sırtına bir silah dayanır. Arkadaki sorar. Söyle bakalım, Katolik misin, Protestan mısın? Adam sesi titreyerek, ben ateistim der. Arkasındaki adam silahı sırtına dürterek tekrar sora. Söyle bakalım, Katolik ateist misin, yoksa Protestan ateist misin?”

Dünyamızın ve insanlığın bu durumlarını toparlamazsak, geleceğimiz tehlikede. Dünya insanları olarak, hem bu dünyada rezil olacağız, hem de ahirette daha acıklı bir azabı tadacağız. Seçim bizim.

Dini kategorisine gönderildi | İSLÂM TARİHİ VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 8 için yorumlar kapalı

İSLÂM VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 7

İSLÂM TARİHİ VE HIRİSTİYANLIK TARİHİNDEN ALINACAK BAZI DERSLER 7

 

Önceki yazımızda, Müslüman ulemanın, bir konuda hüküm verirken faydalandığı kaynaklar hakkındaki fikirlerimizi paylaştık. Kur’an dışındaki diğer yararlanılan kaynaklardan hadis, icma ve kıyas üzerinde durduk. Bu yazımızda rey, örf, tercih (istihsan) gibi kaynaklar hakkındaki düşüncelerimizi ifade etmeye çalışacağız.

Reycilik, günümüzdeki anlamıyla akılcılık demektir. Akıl, her insanda farklıdır. Ayrıca, her insan aklını kullanırken, nefsine uyacak kararlar alabilir. Veya daha önceden yaptığı bir kabahatin ortaya çıkmasını önlemek isteyebilir. Akla yol gösteren, iradedir. Akıllı bir insanın iradesinin de, aynı güçte olduğunu söylemek güçtür.

Dolayısıyla akıl, kişiden kişiye ve aynı kişinin içinde bulunduğu şartlara göre farklıdır. Bizden önce falan ulema başka türlü akıl yürüterek bir hükme varmışsa, bizim onu aynen kabul etmemiz yanlış olur. Bu nedenle, başka birinin akıl yürütmesiyle vardığı sonucu sorgulamaktan çekinmemeliyiz. Eğer biz de aklımızı kullanarak, bazı âlimlerin vardığı hükme varıyorsak, hem verilen hükmün doğruluğuna hem de kendimize olan güvenimiz artar. Farklı bir sonuca varırsak, bu sonucun Kur’an’ın ruhuna ters olup olmadığını düşünmeliyiz. Kur’an’ın bize aktardığı ahlâk ve salih amel tanımlarına uygunsa, yani bir sebebe dayanıyorsa, eski âlimlere değil, kendimize inanmalıyız.

Demek ki, diğer kaynak olan rey yani akıl, değişkendir. Bu özelliğine rağmen, bilgili insanlar arasında güzel istişareler yapılarak, aklın doğru kullanımı sağlanabilir. Asıl olan istişarelerdir. Bu sebeple, bizden önceki dönemlerde  yaşamış başka birinin akıl yürüttüğü bir hususta, şahıs olarak biz de akıl yürütebiliriz. Ama bizim yürüttüğümüz aklı da, başkaları kabul etmeyebilir. Dolayısıyla, akıl yani rey de, tek kişi tarafından gerçekleştirildiyse, güvenilir bir kaynak değildir.

Bizler, ister geçmişte yaşamış olan, isterse günümüzdeki bazı ulemanın fikirlerini aynen kabul ederek uygulamaya çalışmamalıyız. Eğer böyle yaparsak, Kur’an ayetlerine aykırı davranmış oluruz. Kur’an’da en çok sorulan “hiç düşünmez misiniz?” ve “hiç akıl erdirmez misiniz?” sorularına verecek cevap bulamayız. Sessiz kalırız. Suskunluğumuz, düşünmediğimiz anlamına gelir. Diğer taraftan, Bakara Suresi 170inci ayetteki “Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?” sorusunun muhatabı oluruz.

Bu konuda günümüz Kur’an tercümelerinden bir örnek vererek, meselenin ne kadar ciddi olduğuna dikkat çekelim. Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığının Kur’an tefsir kitabı var. Bunu internet ortamında okuyucunun bilgisine sunmuşlar. Kitabı hazırlayan yorumcuların, muhtemelen hepsi de Arapça biliyorlardır. Böyle bir ortamda yazılan Kur’an mealinde, Nisa Suresi 155inci ayetin tercümesine bakalım. Ayetin çevirisinde, ayetin son cümlesi için “Artık onlar inanmazlar” denildikten sonra sayfanın altına, 30 numaralı dipnot düşülmüş.

Dipnottaki açıklama aynen şöyle: ‘Ayetin son cümlesi, “pek azı inanır” veya “onlar pek az inanırlar” şeklinde de tercüme edilebilir.’

Böylesine basit bir konuda akıl yürüten ve din adamı olan aynı kişiler, tercümeyi bu kadar farklı çevirirlerse, insanlardan kendilerinin yorumlarına güvenmelerini nasıl isteyebilirler?

Bu din adamları, diğer taraftan da, Kur’an’ı, kendisi okuyarak anlamaya çalışan şahısları, günah işlemekle suçluyorlar. Bu suçlama durumun vehametini daha da artıyor.

Demek ki, bazı din adamlarının akıl yürütmeleri ve bunların Arapça bilmeleri, bırakın ayetlerden doğru hüküm çıkarmak için yeterli olmasını, ne denildiğini anlamak için bile kâfi değil.

Kur’an yorumlarında aklı kullanmada, daha çok kabul görecek çıkar yol, dini konularda bilgi sahibi ve aynı zamanda dürüst bir yaşamı olan bir kişinin başkanlığında, pozitif ilimler ve sosyal disiplinlerin bilgili ve kaliteli insanlarının birlikte istişare etmeleridir.

İslâm âlimlerinin Kur’an yorumlarında faydalandığı diğer bir kaynak, örftür. Örf yani adetler ve gelenekler, toplumlara göre değişirler. Aynı cemiyet içerisinde bile, yaşanılan yere göre değişir. Bazen aynı bölgede yaşayanlar arasında bile, fakir veya zengin olmaya göre değişir.

Çölde yaşayan bir Müslümanın örfü, köyde yaşayanla veya şehirde yaşayanla bir olmaz. Çünkü örf dediğimiz şey, dini olan ile tarihi olanın karışımıdır. Örf, hiçbir zaman tek başına dini ve tek başına tarihi olarak ifade edilemez. Arabistan’da yaşayan bir Müslümanın örfüyle, Fas’ta yaşayanınki aynı değildir. Türkiye’de yaşayan bir Müslümanın örfüyle, Kazakistan’da yaşayanınki de aynı değildir. Türkiye’nin Ege Denizi kıyısındaki sayfiye yerlerinde yaşayanınki ile, Doğu Anadolu’nun bir şehrinde yaşayanın örfü aynı değildir. Hâlbuki dışarıdan bakıldığında bunlar, hem tarihi hem de dini açıdan aynıdırlar. Aynı yıllarda ama değişik yerlerde ve farklı şartlarda yaşayan Müslümanların örfü aynı değil iken, yüz yıllar öncesi yaşamış olanlarınki ile nasıl aynı olabilir?

Demek ki örf de, Kur’an tefsirinde güvenilir bir kaynak değildir.

Müslüman ulemanın Kur’an yorumlarında faydalandığı bir diğer kaynak tercihtir. Tercih yani istihsan, anlamından da anlaşılacağı gibi, kişiden kişiye, cemaatten cemaate, devletten devlete değişir. Müslüman âlimler, tercih konusunda da birbirleriyle anlaşamamışlardır. Bir konuda hüküm verirken bazıları, ferdin iyiliğini tercih etmişler, bazıları ise, toplumun maslahatını tercih etmişlerdir. Bazı ulema, açıkladığı bir ayetin yorumunu, faydacılık veya uygulanabilirlik açısından karara bağlamış, bazıları bunları dikkate hiç almayarak, Allah’ın hükmü esastır demiştir. Dolayısıyla verilen hükümler de birbirinden çok farklı olmuştur.

Konuya bir başka açıdan bakalım. Bir atalar sözü olan “ehemmi, mühime tercih etmek” hususunda ulema, neyin ehem ve neyin mühim olduğu konusunda, çoğu zaman fikir birliğine varmamışlardır.

Diğer bir zaviyeden bakıldığında, bazı ulema “bahis konusu dini mübin ise, gerisi boştur. Ferdin hakları ve insan hakları dikkate alınmaz, yani tercih edilmez” demişlerdir. Bazıları ise, Kur’an’ın insana verdiği değeri dikkate alarak, insan haklarını tercih etmişlerdir.

Demek ki, tercihler de güvenilir kaynaklar değildir.

Dini kategorisine gönderildi | İSLÂM VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 7 için yorumlar kapalı

İSLÂM VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 6

İSLÂM TARİHİ VE HIRİSTİYANLIK TARİHİNDEN ALINACAK BAZI DERSLER 6

 

Yahudilerin ve Hıristiyanların kendilerine peygamberleri aracılığıyla gelen vahiyleri, nasıl değiştirdikleri hususunda net bir bilgiye sahip değiliz. Yahudiliğin geliştiği dönemler, destanların etkili olduğu devirlerdir. Bu sebeple değişme, sanki beklenen bir durumdur. Hıristiyanlığın ise, daha başlangıcında tek İncil olmamıştır.

Her ikisinde de değişimi din adamlarının yaptıklarını aşağıdaki Kur’an ayetlerinden anlıyoruz.

9 Tevbe Suresi 30: Yahudiler, “Uzeyir Allah’ın oğlu” dediler, Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğlu”, dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar!

31: “ Onlar, Allah’ı bırakıp, hahamlarını, rahiplerini Rab edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de Rab edindiler. Oysa, bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.

34: “Ey iman edenler, şurası bir gerçektir ki, Yahudi hahamları ile Hıristiyan rahiplerinin bir çoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar…”

Son ayetten anlaşılacağı gibi, din adamları kendilerini, dünya nimetleri ile ilgileri yokmuş gibi gösterirlerken, bir çoğu böyle değilmiş. Aksine, insanların mallarını hem de haksız yere yemişler. Sadece insanların paralarını ve mallarını yemekle kalsalar, sadece kendilerini ilgilendirir. Ama onlar, insanları Allah’ın yolundan da saptırmışlar. Bunu belki de, kendi kazançlarını sürekli hale getirebilmek için yapmışlardır. Allah’ın gerçek emirlerini söyleseler, kendilerine kazanç sağlayamayacakları için de böyle davranmış olabilirler.

Yüce Yaradan, bütün insanları aynı fıtrat üzerine yarattığına göre, Müslüman din adamlarından da benzer şeyler beklenmelidir. Onların da birçoğu, halka kendilerini çok dürüst gibi gösterirken, halkın mallarını haksız yere yiyebilirler. Aklı başında hiç kimse, Yahudi ve Hıristiyan din adamları böyle yaparlar, Müslüman din adamları yapmaz diyemez. Bilhassa günümüz dünyasında, hiç kimse diyemez. Hattâ, Müslüman din adamlarının bir çoğu bile,  diyemez.

Müslümanlar, asrı saadet dedikleri Hz. Muhammed’in döneminde böyle şeylerin olmadığını düşünürler. Doğrudur. Fakat bunun sebebi, peygamberin ve çevresindeki gerçekten dürüst sahabelerin yakın takipleri dolayısıyla yeterince fırsat bulunamamasıdır.

Nitekim halkın malını haksız yere yemek isteyenler, Hz. Muhammed’in vefatından sonra biraz daha rahatlamışlardır. Ama asıl rahatlamaları, Muaviye’nin halife yani din adamlarının en üst makamı olduğu dönemde başlamıştır. Hâlbuki Muaviye de bir sahabedir. Hem de vahiy kâtibi görevinde olan bir sahabedir. Nitekim, bu özelliğinden dolayı, hatalarına rağmen Muaviye, kendisinden sonra gelen halifelerin içerisinde ortalama kalitenin biraz üzerindedir.

Ebu Hureyre, Hz. Muhammed’in sohbetlerine 3 yıl katılma şerefine erişmiş genç ve fakir bir sahabedir. Bu sebeple Hz. Ömer, onu vali olarak atamıştır. Ama görevi sırasında halkın parasını haksız yere yediğini tespit edince, derhal görevinden almış ve cezalandırmıştır. Ancak aynı şahıs, Halife Muaviye döneminde baştacı olmuştur. Bu dönemde, Ebu Hureyre ile aynı şekilde davranan bir çok sahabe, haksız kazanç sağlamışlardır.

Sayıları az da olsa, sahabelerin içerisinden böyle insanlar çıkabiliyorsa, Muaviye gibi sahabelerden olan bir halifenin devrinde bunlar oluyorsa, sonraki dönemlerde daha fazla sayıda insanın haksız kazanç sağlamaya çalışması kaçınılmazdır. Bilhassa da, hem halife hem siyasetçi olan kişilerin içerisinden, haksız yere halkın parasını yiyen ve halkı, Allah yolundan saptıran insanların çıkmaları, vakayı adiyedendir.

İslâmiyet’teki bu bozulmayı fark eden bazı ulema, Kur’an’da açık olmadığı düşünülen bazı hükümlerin geçerli olması için, bütün âlimlerin, aynı sahabelerde olduğu gibi, o karar üzerinde ittifak etmeleri gerektiğini söylemişlerdir. Ancak bu anlayış, bilhassa Muaviye dönemi ile birlikte uygulanamaz hale gelmiştir. Çünkü yukarıda söylediğimiz gibi, Ebu Hureyre gibi insanların Muaviye’den olan menfaat beklentileri, gerçekleri değil, sultanın menfaatini koruma yönünde fikir beyan etmelerine sebep olmuştur. Dürüst ulemanın bir bölümü bu hükümlere katılmamıştır.

Halifenin istediği gibi hüküm vermeyenler giderek dışlanmışlardır. Bu dürüst ulema, Halife tarafından, halka kötü olarak tanıtılmıştır. Bu durumda olanların en meşhur örneği, İmamı Azam Ebu Hanife’dir. İmamı Azam, dönemin iktidarı Abbasilerin halifesi olan Mansur’un  başkadılık teklifini kabul etmemiştir. “Ben sultanın tasdik makamı olmam” diyerek reddetmiştir. Bunun üzerine çeşitli cezalara çarptırılmış, hapislere düşmüş. Sonunda hapiste vefat etmiştir. Dönemin halife sultanları, İmamı Azamın vefatıyla bile rahatlamamışlardır. Onun isminin bahsedilmesini, yüz yıl boyunca yasaklamışlardır.

Bütün bu ve bunun gibi meselelerden anlaşıldığı gibi, artık bir hüküm üzerinde bütün ulema arasında “icma” edilmesi mümkün olmamıştır. İcma, sadece dönemin iktidarının tasdikleyicisi olan ve ulema olarak nitelenen din adamlarının, kendi aralarındaki birlikteliği haline gelmiştir.

Bilindiği gibi, günümüz Müslüman âlimlerinin bir konuda hüküm verirlerken faydalandıkları kaynaklar; Kur’an, Hz. Muhammed’e atfedilen sözler (hadisler), icma, kıyas, rey, örf ve istihsandır (tercih).

Muaviye’nin halifeliğinden itibaren, herhangi bir dönemdeki bir Müslüman âlime, bir konu hakkındaki fikrinin sorulduğunu düşünelim. Bu âlim dürüst birisi olsun. Soruyla ilgili olarak da Kur’an’da net bir hüküm bulmuş olsun. Fakat bu hüküm, iktidarın ve ileri gelenlerin aleyhine ise, önünde iki yol vardır. Ya Allah’tan korkacak ve gerçeği söyleyecektir. O zaman da çeşitli cezalara çarptırılacaktır. Belki de öldürülecektir. Yahut da, kendisinden önceki meşhur bir veya birkaç ulemanın bu konudaki kararlarına sığınacaktır. Onlar, kendisinden farklı fikir beyan etmişlerse, “onların bir bildiği vardır, ben onlar kadar meşhur değilim” gibi mülâhazalarla, kendini ikna edecek ve kendi gerçek fikrini söylemeyecektir.

Dürüst bir âlim bile bu hale düşüyorsa, Tevbe Suresi 34üncü ayetteki gibi, menfaat peşinde koşanlar, acaba neler yaparlar. Yıllar ilerledikçe, âlimlerin uğradıkları bu olaylar silsile halinde devam eder.

Nitekim, hadis kitabı yazarlarının içerisinde, en sahih yazar olarak bilinen İmam Buhari’nin kitabında, Ebu Hureyre’den aktarılan 466 adet hadis olduğu söylenir. Buhari’nin güvenilir bir kişi olduğu hususu, o kadar yayılmıştır ki, onun kitabından bir hadisi reddedenin dinden çıkacağı iddia edilmiştir. Bu iddiaya inanan aynı insanlar, aynı hadis kitabındaki, Hz. Muhammed’in ahirette Müslümanlara şefaat edeceğini, kalbinde iman kırıntısı bile olanın Cennete gireceği sözüne de inanmışlardır. Aralarında çelişki olup olmadığını bile sorgulamamışlardır.

İmam Buhari, böyle kitap yazınca, ilmihal kitapları yazanların işleri kolaylaşmıştır. Onlar da Hz. Muhammed’e atfedilen hadisleri göstererek, Müslümanların davranışlarının kurallarını, sınırlarını belirleyen ilmihalleri kolayca ve hiç bir suçlanmaya maruz kalmadan yazmışlardır. Nitekim, Hilmi Işık bu konuda şöyle der: “Eğer, ilmihal kitaplarından Ebu Hureyre’nin aktardığı söylenen hadisleri çıkarırsak, geriye bir şey kalmaz.”

Görüldüğü gibi, sabit ve değişmez olan tek kaynak Kur’an’dır. Hadisler, aktaranlara ve aktaranlardan dinleyenlerin aktardıklarına göre değişmektedir. Aynı hadis kitabında birbiriyle çelişen hadisler çok miktarda vardır. Hadislere dayanılarak, orta namazın hangisi olduğuna bile karar verilememiştir. Dört ayrı fikir belirmiştir. Ayrıca bazı hadislerdeki ifadeler, kitaptan kitaba farklılık arzetmektedir.

Gelelim icma konusuna. İcma, Hz. Muhammed döneminde, sahabelerin üzerinde ittifak etmeleri idi. Sonradan ulema arasındaki görüş birliği olarak değişti. Ancak yukarıda örneklerini verdiğimiz gibi, Hz. Muhammed’den sonra ve bilhassa ilk dört halifeden sonra, ulema arasında icma yani fikir birliği hiç olmamıştır. Aynı zamanda halifelik görevini de yürüten sultanların baskıları, fikir birliğini engellemiştir. O dönemlerde bütün Müslümanların tek çatı altında oldukları düşünülürse, çok daha sonraki dönemlerde icma olma ihtimali daha zayıflar, ancak belli bazı konularda olabilir. Bugün ise, çok farklı devletlerin, bazı soysuz siyasetçilerin, çoğu menfaatçi din insanlarının olduğu bir devirdeyiz. Diyelim ki, geçmiş dönemlerde hırsızlık yapana veya zina suçu işleyene verilecek cezalar hususunda icma olabilirdi. Fakat günümüzün çok renkli dünyasında çok az konuda icma olması beklenir.

Ancak yine de, çoğu konularda icma hususunda fikir birliği olabilir. Bunun için, icma edilen konudaki hükmün, sebeplere dayandırılması gerekir. Sebebe ve araştırma sonuçlarına dayanmayan bir icma geçerli olmaz. Meselâ, çok değerli bir Müslüman âlimi olan Hacı Bektaşi Veli, Makalat adlı eserinde, denizlerin birbirine karışmadığı şeklindeki ayetin açıklamasını şöyle yapar: “Bu iki denizin biri Fars denizidir, diğeri Rum denizidir. Bunlar birbirlerine karışmazlar.” Uzun süre kabul gören ve üzerinde icma edilen bu görüşün yanlışlığı, Kaptan Kusto (Cousteau) sayesinde bugün net bir şekilde bilinmektedir.

Kıyas konusu da, çok başvurulan bir husustur. Günümüzdeki bazı yargıtay kararlarına atıfta bulunularak açılan emsal davaları, bu niteliktedir. Halbuki, örnek verilen olayların temel sebeplerinin aynı olması ihtimali zayıftır. Ayrıca olayların gelişmeleri de farklıdır. Hem yaşanan bölgelerin, hem şartların hem de devirlerin ve anlayışların farklı olduğu düşünülürse, kıyas yapmanın bizi doğru sonuca götürmeyeceği hemen anlaşılır. Bilhassa günümüzde, kıyas yönteminin hiç güvenilir olmayacağı açıktır.

Müslüman din adamlarının faydalandığı kaynaklardan; rey, örf ve tercih (istihsan) gibi hususları sonraki yazımızda irdelemeye çalışacağız.

Dini kategorisine gönderildi | İSLÂM VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 6 için yorumlar kapalı

İSLÂM VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 5

İSLÂM TARİHİ VE HIRİSTİYANLIK TARİHİNDEN ALINACAK BAZI DERSLER 5

 

Bir önceki yazımızın sonunda, Uhud Savaşından örnek vermiştik. Başlangıçta savaşı Müslümanlar kazanmıştı. Fakat bir tepede durmaları ve savaş bitmeden ayrılmamaları söylenilen okçuların, ganimet paylaşımına katılmaları sonucu, yenilmişlerdi. Hattâ Hz. Muhammed (s.a.v.) de bu esnada yaralandığı için, Kureyşliler, peygamberin öldüğü şeklinde şayia çıkarmıştı. Fakat Hz. Ömer, Ebu Süfyan’a peygamberin yaşadığını söyleyince, dedikodu kesilmişti.

Galip iken yenilen Müslümanlar, hayal kırıklığı içerisinde ve üzüntülü olarak Medine’ye döndüler. Fakat tehlike bitmemişti. Kureyşliler, bu savaşla, yarımadadaki itibarlarını yeniden kazanmışlardı. Ordularını yeni kuvvetlerle takviye ederek, Medine’ye saldırabilirlerdi.

Bu durumun belki de tek farkında olan kişi, Hz. Muhammed idi. Medine’ye dönünce, Uhud Savaşına katılan insanların dağılmamasını istedi. Yeni bir sefere çıkacağız diyerek, yaralılar dahil hepsini topladı, Medine dışına çıktı. Hamra denilen bir bölgede karargâh kurdu. Askerlere bol odun ve çalı toplamalarını söyledi. Gece olunca, her bir askerden mümkün olduğu kadar çok yerde ateş yakmasını, ve sabaha kadar ateşlerin sönmemesini sağlamalarını istedi.

Uzaktan bakıldığında, ateş sayısının çokluğu Kureyşlilerin casuslarını korkuttu. Çünkü normal olarak, her ateşin etrafında en az 5 asker olacağı düşünülürdü. Hz. Muhammed, bu tedbirle de yetinmedi. Putperest olan bir kişiye, ateşleri karşıdan gösterdi. Onu Ebu Süfyan’a gönderdi. Putperest ulak Ebu Süfyan’a, Müslümanların çok ciddi bir savaş düzeni aldıklarını söyledi. Ebu Süfyan, gelen haberlerden etkilendi. Hâlbuki, Müslümanların moral bozukluğundan faydalanarak Medine’ye girmeyi ve yeni ortaya çıkan bu din sorununu kökten bitirmeyi düşünüyordu.

Muhtemeldir ki, Abdullah bin Uvey’in, Uhud Savaşına gidilirken yoldan geri dönmesi de, Ebu Süfyan’ın fikrini değiştirmesine vesile oldu. Muhtemelen, Müslümanların savaşa bütün güçleriyle gelmediklerini, Bedir Savaşındaki galibiyetlerinden cesaret alarak az bir kuvvetle gelmiş olabileceklerini, diğerlerini Medine’de bıraktıklarını düşündü. Fakat okçuların hatasından dolayı yenilen Müslümanların, bütün güçlerini toplayarak savaş düzeni aldıklarına kanaat getirdi. Başlarına gelebilecek bir mağlubiyet, kazandıkları bütün itibarlarını kaybettirirdi. Böyle düşündükten sonra ordusunu topladı Mekke’ye döndü. Olayların böyle gelişmesinde, Abdullah bin Uvey’in Müslümanları yalnız bırakması, ilginç bir şekilde işe yaramış oldu.

Bu olayı “Peygamberin İzinde” adlı kitabında anlatan araştırmacı, Tarık Ramazan’dır. Ben onun anlattıklarını, peygamberin diğer davranışlarıyla karşılaştırdığımda, doğru olarak değerlendirdiğimden makaleme aldım. Hz. Muhammed’in hayatını anlatan kitapların büyük çoğunluğu, peygamberin bu uygulamalarını anlatmazlar. Sadece, “bir el, Ebu Süfyan’ın Medine’ye gelmesini engelledi” diyerek, sebebi, belirsiz bir şeye bağlarlar. Onların ifadelerindeki “bir el”, elbette Allah’ı vurguluyor. Tabii ki, Yüce Yaradan, peygamberine yardım eder ve etmiştir. Fakat Hz. Muhammed’in, Allah’ın ona verdiği aklı kullanmadan ve hiçbir şey yapmadan, oturup Yüce Yaradan’ın yardımını beklediğini söylemek, Hz. Muhammed’e yapılacak insafsız bir suçlamadır.

Peygamberin Hendek Savaşı sırasında uyguladığı taktikleri, daha önce bu sitede (www.ismailhakkikupcu.com.tr) yayınladığımız “Kuran’a ve Hz. Muhammed’e Göre Mücadele Hileleri” başlıklı yazımızda aktarmıştık. Hendek Savaşının hemen akabinde Kurayzaoğulları ile ilgili yapılanları da, “Hendek Savaşı ve Kurayzaoğulları” adlı makalemizde işlemiştik. Dolayısıyla burada tekrar etmeyeceğiz.

Hendek Savaşı ve Kurayzaoğulları hadisesinden sonra Müslümanların gücüne inanıldı. Namları bütün yarımadaya yayıldı. Hattâ Bizans ve Persler bile bu yeni güçten bahsetmeye başladı. Bu gelişmelerin farkında olan Hz. Muhammed, bundan sonra, ihanetlere, içten pazarlıklılara ve saldırı hazırlıklarına hiç taviz vermedi.

Peygamberin uyguladığı taktiklerin biri de, Hudeybiye Barışı  olayıyla ilgilidir. Hz. Muhammed, gördüğü rüya üzerine sahabenin ileri gelenlerini toplar. Yanlarına savaş için değil, sadece yolda lazım olacak kadar silah almalarını söyler. Arabistan’daki bütün kabilelerce kabul gören savaşılmayan aylarda, Mekke’ye Umre için 1200-1400 arası mümin yola çıkarlar. Önce nereye gittiklerini kimseye söylemezler. Kurban olarak kesecekleri develeri yoldan alırlar.

Mekkeliler bu durumu haber alınca, Halid bin Velid komutasında küçük bir ordu yolladılar. Bunu öğrenen Hz. Muhammed, çatışmak istemediğinden, sahabelerine güzergâhlarını değiştirtti. Mekke’nin güneyine yöneldi. Fakat Hudeybiye düzlüğünde yürüyüşü durdurdu. Mekkelilerle anlaşma yapmak için onların harekete geçmelerini beklemeye başladı. Tarık Ramazan’ın ifadesine göre, peygamberin bu davranışı, Mekkelileri şaşırtmıştı. Mekkeliler, Müslümanların savaşarak da olsa Mekke’ye girmeye çalışacaklarını düşünüyorlardı.

Fakat Hz. Muhammed durunca, bu defa onları düşünce aldı. Mekke’ye Müslümanları kabul etseler, itibarlarını kaybedeceklerdi. Müslümanlarla savaşsalar, hem silahsız insanlara saldırmış olacaklar, hem de savaşılmayan aylarda savaşmış olacaklardı. Böylece haysiyetsiz bir duruma düşeceklerdi. Hz. Muhammed’in taktiği onları çaresiz bir ikilemin içine düşürmüştü. Kararsız kaldılar. Hemen hareket etmediler.

Mekkelilerin kararsızlıktan dolayı hareketsiz kaldıklarını bilmeyen sahabelerin, moralleri bozulmaya başlamıştı. Belirsizlik, Allah yolunda canlarını feda etmekten bir an bile çekinmeyen bu insanların, canlarını sıkıyordu. Hz. Muhammed, bu durumun farkına vardı. Bir ağacın altına gitti. Sahabesini topladı. Her birinden ayrı ayrı bağlılık ve beyat sözü vermelerini istedi. Bu olaya Rıdvan Biatı denilmektedir. Her sahabe, sonuç ne olursa olsun, Allah’ın yolundan ve peygamberin yanından ayrılmayacaklarına dair söz verdi. Yüce Yaradan, daha sonra peygamberine indirdiği (48) Feth Suresi 18inci ayetinde, bu davranışlarından dolayı, Müslümanlardan razı olduğunun müjdesini verdi.

Böylece, Hz. Muhammed, uyguladığı iki farklı taktikle, hem Mekkelileri ne karar verirlerse versinler, zarar görecekleri bir seçenekle bıraktı, hem de Müslümanların kalplerinin pekişmesine, kardeşlik duygusunun zirve yapmasına vesile olarak Allah’ın yardımını haketti. Mekkeliler, sonunda mecburen Müslümanlarla anlaştılar, onlarla on yıllık barış imzaladılar,

Hz. Muhammed’in uyguladığı taktikler ve insan ilişkileri bizim makale sınırlarımızı çok aşar. Ayrıca kitap olarak değerlendirmeyi gerektirir. Bu nedenle bizim makale sınırları içerisinde bazılarını bahsettik. Zaten bu sitede daha önce Hz. Muhammed başlığıyla yazdığımız makalelerimizde de, peygamberin bazı yönleri hakkında bilgi vermiştik. Bizim yazılarımızda bilgi vermediğimiz; Mekke Seferi sırasındaki uygulamaları, Ebu Süfyan’ı etkilemek için uyguladığı yöntem, Huneyn Savaşındaki başlayan bozgun üzerine yaptığı müdahale, Taif kalesinin fethi öncesindeki uyguladığı taktikler, krallara yazdığı mektuplar, insanlara karşı davranışları gibi hususları, okuyucular araştırarak kendileri bir karara varabilirler.

Fakat okuyucular yapacakları araştırmalarda, her şeyi Allah’ın yardımına bağlayan, Hz. Muhammed’i, oturduğu yerde sadece dini anlatıp, başka bir şey yapmayan birisi olarak gösteren kaynakları, mutlaka sorgulayarak okumalarında fayda var. Hattâ, böyle yazıları okurlarken, bizim makalelerimizde anlattığımız peygamberin uygulamalarını da dikkate alırlarsa, daha gerçekçi bir fikre ulaşmaları ihtimalleri artar.

Böylece, her peygamberine Allah’ın yardımı olmasına rağmen, neden yetim büyümüş bir Hz. Muhammed’in, sağlığında, dini yerleştirdiğini, Arap yarımadasında hiç görülmemiş büyüklükte bir devlet kurduğunu, daha iyi anlayabilirler.

Hattâ okuyucular, Hz. Muhammed’in yetiştirdiği insanların uygulamalarını da irdeleyerek, peygamberin vefatından sonraki 40 yıl içerisinde, kendi içerindeki Cemel Vakası, Sıffın Savaşları gibi engellere rağmen, Perslerin devletini yıkmalarının, Bizanslıları yenmelerinin ve yüz ölçümü olarak, Roma’dan büyük devlet kurmalarının sebebini anlayabilirler.

Dini, Hz. Muhammed kategorisine gönderildi | İSLÂM VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 5 için yorumlar kapalı

İSLÂM VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 4

İSLÂM TARİHİ VE HIRİSTİYANLIK TARİHİNDEN ALINACAK BAZI DERSLER 4

Bir önceki yazımızda, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberlik geldikten sonra Mekke’de yaşadığı dönemde uyguladığı strateji ve insan ilişkilerinin bazılarını irdelemeye çalışmıştık. Bu makalemizde, Medine’ye (Yesrib) hicret ettikten sonraki uygulamalarını irdelemeye gayret edeceğiz.
Peygamberin geldiği dönemde, Medine’de hem Hıristiyanlar hem de Yahudiler vardı. Bunlar, Allah inancı taşımalarına rağmen, kendi peygamberlerinden başka peygamber tanımıyorlardı. Bu sebeple, Hz. Muhammed’in gelişi, onlar için tehlike teşkil ediyordu. Medine’de, ayrıca Evs ve Hazrec kabileleri vardı. Bunların etkili bir kısmı Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmişlerdi. Bu sebeple Mekke’deki tehlikelerden kurtulması için, peygamberin Medine’ye gelmesini kabul etmişlerdi. Fakat bu iki kabile arasında, asırlardır süren bir husumet vardı. Dolayısıyla ortam karmaşık idi. Durum sosyal, dini ve siyasi risk taşıyordu.
Hz. Muhammed, önce Yahudilerle Müslümanlar arasında bir yardımlaşma anlaşması imzaladı. Hıristiyanların yaşadıkları yerler, daha çok Medine’nin dış mahalleleri olduğundan, fazla etkili değillerdi. Bu sebeple öncelikle tesirli bir gurup olan Yahudilerle anlaşıldı. Bu anlaşma ile Yahudiler de, Müslümanlarla (Evs ve Hazrec kabileleri ile Muhacirler dâhil) aynı hak ve ödevlere sahip oldular. Putperestler herhangi bir guruba saldırırsa, başkalarıyla değil, birbirleriyle ittifak yapacaklardı. Anlaşmanın uygulanmasında bir uyuşmazlık çıkarsa, peygamber hakem olarak kabul edilecekti.
Hiç kimse din değiştirmeye zorlanmadı. Herkese eşit muamele edilmeye çalışıldı. Farklılıklara saygı gösterildi. Bu dönemde Evs ve Hazrec kabilelerinin arasındaki eski çatışmaları kışkırtmak isteyenler oldu. Bu kışkırtmaları, kabilelerin içerisinden Müslüman olan Abdullah bin Uvey ve Ebu Emir’in yaptığı hususunda şüpheler oluştu. Onlara münafık gözüyle bakıldı. Fakat bu kişiler, haksız olan bir fiil oluşturmadıklarından, Hz. Muhammed, bunlara karşı hiç bir şey yapmadı. Ancak diğer Müslümanlar, onlara karşı hep mesafeli oldular.
Medine’ye göç eden Müslümanlar (Muhacirun) ile Medine’nin yerlisi Müslümanlar (Ensar) arasında, bazı sıkıntılar yaşanabilirdi. Çünkü hem insanlar daha Müslümanlığı içlerine sindirememişlerdi, hem muhacirler mallarını Mekke’de bıraktıkları için durumları zayıftı, hem de iki şehrin adetleri ve görgüleri farklıydı. Bu sebeple peygamber, Müslümanlar arasında bir kardeşlik akdi yaptırdı. Bu anlaşma ile her Muhacir, bir Ensar’a bağlanacaktı. Ensar da Muhacire yardımcı olacak, onunla mallarını paylaşacak ve onun en iyi şartlarda yaşamasını sağlayacaktı. Mekke’den gelenler de, sahip oldukları her türlü bilgiyi Medine’dekilere öğreteceklerdi.
Peygamberi ellerinden kaçıran Kureyşliler, yeni bir baskı yöntemi oluşturdular. Mekke’den göç eden Müslümanların, Mekke’deki mallarına el koyma kararı aldılar. Bu durum, zaten fakir olan Muhacirlerin konumunu daha da güçleştiriyordu. Bunun üzerine Hz. Muhammed, karşı bir atak yaptı. Kureyşlilerin kervanlarından Medine yakınlarından geçenlere seferler düzenleme kararı aldı. Bu seferlerin bazılarına bizzat kendisi katıldı. Hz. Muhammed’in katıldığı bu seferlere, gazve denilir. Kervanlara karşı yapılan seferlere sadece Muhacirler katılıyordu. Ensardan kimseyi yanlarına almıyorlardı. Çünkü bu seferlerden amaç, Müslümanların el konulan mallarını miktar olarak karşılayacak kadar geri almaktı. Nitekim, Mekkelilerin el koydukları mallara yakın bir ganimet elde edildi. Bu seferlerde, ne çarpışma oldu, ne de ölüm oldu. Mallarına el konulan tüccarlar, daha sonra yollarına devam ediyorlardı.
Bu dönemde Hz. Muhammed, istihbarat gurupları oluşturdu. Bu gurupların içerisinde Müslüman olmayanlar da vardı. Amaç, Kureyşlilerin yapabilecekleri ittifaklar hakkında bilgi elde etmekti. Gelen bilgilere göre, karşı atak yapmaktı. Peygamber bir taraftan da, Mekke’lilerin kervanlarının Kızıldeniz tarafından geçenlerini engellemek için, bölgedeki kabilelerle barış antlaşmaları yaptı.
Peygamber bu çalışmaları sürdürürken, Muhacirler açısından ters bir olay gelişti. İstihbarat toplamak isteyen guruplardan Abdullah bin Cahş, Mekke ile Taif arasında Nahle vadisinde bir kervan gördü. O gece, kabileler arasında savaşılmayan aylar olarak kabul edilen dört kutsal aydan, son ay olan Recep ayının son günüydü. Fakat Abdullah, saldırı emrini verdi. Saldırıda bir Kureyşli öldü. İki kişi esir alındı. Hz. Muhammed bu olaya çok kızdı. Ama olan olmuştu. Kureyşliler bu vakayı, Muhacirlerin aleyhine kullandılar. Peygamberin yaptığı anlaşmaların temelini sarstılar.
Bu olayı aktarmamızın bir sebebi var. Yukarıda kervan baskınlarını anlattık. Maksadın, Müslümanların Mekke’deki el konulan mallarının karşılığını almak olduğunu ifade ettik. Zaten başka bir sebeple sefer düzenlemek ve kervanın mallarına el koymak, İslâm’ın getirdiği anlayışa uymaz. Fakat demek ki, kervan seferlerinde de bazı taktik hataları yapıldı ki, Yüce Yaradan, Abdullah bin Cahş’ın bir gün daha beklemeyerek hata yapmasını engellemedi.
Kervan seferlerinde yapılan hata, muhtemelen, kervanların, Muhacirlerin mallarına el konulmasına önderlik eden insanlara ait olup olmadığına bakılmamasıdır. Belki de kervanda, Kureyşli olmayanların da çok miktarda hissesi vardı. Eğer, kervanların hepsi, Müslümanlara zulmedenlerin öncülerine ait olsaydı, Allah’ın Müslümanlara yardımı devam ederdi. (Kervan seferleri hususunda benim inancım, Hz. Muhammed’in, kervanlarda el konulan yüklerin kimlere ait olduğuna dikkat edilmesi gerektiğini hep hatırlattığı yönündedir. Eğer aksi olsaydı, Allah, peygamberini uyarırdı. Ayrıca Hz. Muhammed, başka hatalar yapanlara hep hoşgörü gösterirken, Abdullah bin Cahş’a sert bir şekilde kızmazdı. Nitekim, ileride göreceğimiz gibi, Uhud Savaşında kendilerine emanet edilen tepeyi, ganimet uğruna terk ettikleri için savaşta yenilmelerine sebep olanlara bile hoşgörü göstermiştir.)
Nitekim, Bedir Savaşı öncesindeki kervan hadisesi bu niteliktedir. Ebu Süfyan’ın yönettiği ve büyük çoğunluğu Kureyşlilere ait malların olduğu bir kervanın Suriye’den geldiği haberi alınır. Ebu Süfyan, Kureyşlilerin en ileri gelenidir. Ebu Leheb ve Ebu Cehil ile birlikte, Müslümanların en şiddetli düşmanıdır. Dolayısıyla mallarına el konulması, Yüce Yaradan’ın Müslümanlara tanıdığı kısas ölçüsü içerisindedir. Doğru bir davranıştır. Bu sebeple Hz. Muhammed, bu kervana saldırma kararı alır. Bu defa yanına Ensardan da insanlar alır. Çünkü bu kervan seferinde amaç ikiye çıkmıştır. Birincisi, Muhacirlerin mallarına karşılık gelecek şekilde kervanın yüküne el koymak, ikincisi, diğer kabileleri de Müslümanlar aleyhine kışkırtan Mekkelilere gözdağı vermektir.
Kervan’ın önünü, Bedir mevkiinde kesmek üzere yola çıkılır. Fakat Ebu Süfyan, haber alır. Hem Mekke’den yardım ister, hem de yolunu değiştirir. Müslümanlar kervanı bulamazlar. Ancak bu sırada Mekke’den bin kişilik bir ordunun yola çıktığı haberini alırlar. Hz. Muhammed’in yanındaki Müslümanlar 309 kişi civarındadır. Silah durumları da bir savaşa göre değil, kervan seferine göredir. Hz. Muhammed, kervanı kovalama ya da gelen orduyla savaşma veya Medine’ye dönme konusunda kararsız kalır. Sahabelerine danışır. Hem Muhacir hem de Ensar, net ifadelerle savaşmaya hazır olduklarını söylerler.
Ortam böylesine samimiyet ihtiva edince, Yüce Yaradan, Müslümanlara yardım eder. Kendilerinden üç kat güçlü olan Kureyşlileri net bir şekilde yenerler.
Bu anlattıklarımızla vurgulamak istediğimiz anlayışa benzer olan bir olay, Uhud Savaşında gerçekleşir. Kureyşlilerin üç bin kişilik ordu ile yola çıktıkları haberi gelir. Müslümanlar, bin kişi ile karşılamaya çıkarlar. Yolda Abdullah bin Uvey, 300 kişilik gurubunu basit bir bahaneyle geri dödürür. Kalan 700 kişi, gözlerini kırpmadan üç bin kişye karşı yola devam ederler. Böyle bir ortamda yapılan bu savaşta da Allah, Müslümanlara yardım eder. Kendilerinin dört katı sayıda olan Kureyşlileri yenerler. Ganimetler toplanmaya başlanır. Bunu gören ve tuttukları tepeden ayrılmamaları emredilen Müslüman okçular, yerlerini terk ederek ganimet paylaşımına koşarlar. Yüce Yaradan, Müslümanların bu hatalarını anında cezalandırır. Tepenin arkasındaki Kureyşli atlıların komutanı Halid bin Velid, tepeyi dolanarak, savaşa müdahale eder. Savaşı Kureyşliler kazanır. Fakat onlar da çok ölü verdiklerinden, kendi yaralarını sarmak için, Müslümanların peşinden takip etmezler. Kendi yaralarını sardıktan sonra, istedikleri zaman, Müslümanların yaşadığı Medine’ye giderek, onları orada da yeneceklerini düşünürler.
İşte tam bu ortamda, Hz. Muhammed (s.a.v.), yeni bir strateji oluşturur ve uygular. Peygamberin bu yeni stratejisini ve daha sonraki taktiklerini bir sonraki yazımızda ele almaya çalışacağız.

Dini, Hz. Muhammed kategorisine gönderildi | İSLÂM VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 4 için yorumlar kapalı

İSLÂM VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 3

İSLÂM TARİHİ VE HIRİSTİYANLIK TARİHİNDEN ALINACAK BAZI DERSLER 3

 

Bu yazımızda, son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.), strateji, taktik ve insan ilişkilerini irdelemeye çalışacağız. Bizim bu incelememiz, peygamberin gerçekten böyle düşündüğünü göstermez. Çünkü biz, olayların sonuçlarına ve bize aktarılanlara göre karar verebiliriz. Yine de yanılgı payımızı azaltmak için, peygamberin Kur’an’a aykırı hareket etmeyeceğine inandığımızdan, olaylara Kur’an’la uyumu açısından bakmaya gayret ettik.

Hz. Muhammed’in kişiliğini daha iyi anlamak için, bu sitede daha önce yayınladığımız bazı makalelerimizin de gözden geçirilmesi faydalı olacaktır. Fakat bu yazımızda, konuyu farklı bir bakış açısıyla irdelemeye çalışacağız. İlgilenmek isteyenler için, önceki makalelerimizin başlıklarını veriyoruz:

“Hz. Muhammed’den Dersler”

“Hz. Muhammed’in Eğitim Yöntemleri”

“Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Örnekliği”

“Hz. Muhammed, Kızı Fatıma ve Kuzeni Ali’ye Hiçbir Toplumsal Ayrıcalık Yapmamıştır”

“Hz. Muhammed’in Evlilikleri Üzerine”

Biz, konumuzla ilgili olarak, Hz. Muhammed’in peygamberlik geldikten sonraki davranışlarını inceleyeceğiz. Fakat bunların bir çoğu, peygamberlik gelmeden önceki uygulamalarının devamı niteliğindedir. Peygamberlik öncesi de olmak üzere, hayatı boyunca yaptığı bu davranışlarının çoğunun, Allah’ın yardımı ve yol göstermesiyle oluşmuş oluşması ihtimali kuvvetlidir. Bizim açımızdan asıl olan, bize yol gösterecek uygulamalarını gözler önüne sermektir. Dolayısıyla, biz de benzer uygulamaları yaparsak, bize de Yüce Yaradan yol gösteriyor diye düşünebiliriz. Zaten biz böyle davranırsak, Allah’ın, bize de ayrıca yol göstereceğine inanıyorum

Hz. Muhammed, ilk vahyin gelmesinden sonra bir süre devamı gelmeyince, büyük ruhi sıkıntıya girer. Fakat Allah’ın yardımı ile bunu atlatır. Kendine güven gelir. Ancak çalışmalarını çok gizli yürütür. Öncelikle çok güvendiği insanlara açılır. Peygamberlik gelmeden önceki hayatının güzelliği, dostlarının kendisine inanmalarına vesile olur. Dostları da, kendilerine güvenen dostlarını, gizlice, ikna etmeye uğraşırlar. Bilhassa gençlik arkadaşı Hz. Ebubekir, köleleri sahiplerinden satın alarak, onlara İslâm’ı anlattı. Serbest bıraktı. Kendisi zengin olduğu için de üst tabaka içerisinde de İslâm’ı anlattı. Böylece yeni din, hem bazı zenginler hem de fakirler arasında yayılmaya başladı.

Eğer peygamber, ilk başlangıçta açıktan anlatmaya başlasaydı, muhtemelen gelişmeler olumsuz olurdu. Belki de, önce kendi sülalesi karşı çıkardı. Sülalelerinin menfaatlerine ters olan bu olayı başlamadan bitirirlerdi. Nitekim Şuara Suresi 214üncü ayetle “en yakın hısımlarını uyar” emri gelince, sülalesini çağırdı, anlattı. Amcası Ebu Leheb, çok sert bir cevap verdi ve diğer reisleri de yanına alarak toplantıyı terk etti. Hemen peygamberin aleyhine çalışmalara başladı. Bu durum, bizim “açıktan anlatsaydı, gelişmeler olumsuz olurdu” tahminimizi kuvvetlendiriyor.

Hz. Muhammed, açıktan çalışmamasına rağmen, katılanlar arttıkça konu duyulmaya başladı. Duyulma arttıkça, itirazlar da hızlandı. Bunun üzerine peygamber, İslâm’a girenlerin içerisinden bazılarını seçerek, yeni Müslüman Erkam’ın gözden ırak olan evinde toplantılar yapmaya başladı. Toplantıya katılanlara, gizlice ve sağlam eğitimler vermeye başladı. Amaç, bu guruptakilerin ruhani yüksek niteliklerini ve samimiyetlerini oluşturmaktı. Böylece bu insanlar, ileride zulüm görürlerse, işkencelere bile dayanarak sebat edebilirlerdi.

Bu şekilde eğitim verdiği insanlar, tek tip değildi. Çok farklı yapılardan geliyorlardı. Mekke’nin bütün kabilelerinden, toplumun her kesiminden (okumuş-okumamış, zengin-fakir, genç-yaşlı, kadın-erkek, hür-köle gibi) insanları bir araya getirmeye çalışıyordu. Peygamberin bu stratejisi başarılı oldu. Akrabalarını uyar emrinden sonra açıktan çalışmaya başlayınca, Müslümanlar üzerine saldırılar da başladı. Fakat etrafındaki çekirdeği temsil eden ve yetiştirdiği bu insanlar, kararlılık ve sabırla, reddedilmeye, dışlanmaya ve zulümlere dayandılar. İşkence görenler, diğer Müslümanları ihbar etmediler, onları korudular. Davalarından da dönmediler. Çok az sayıda bazı dönenler oldu. Ama onlar bu gurupta değillerdi.

Hz. Muhammed’in, Müslümanlığı kabul eden insanlara karşı çok ciddi şefkat hislerinin olması, onlara gelebilecek zararlardan dolayı büyük ruhi sıkıntılara girmesi, herkesin tahmin edeceği bir durumdur. Peygamber, bu hassas yapısına ve gözlerinin önünde işkence edilenlere karşı bir şey yapamamanın büyük acısıına rağmen, sabretti. Stratejisini bozmadı. Aksine, azmini korudu. İçindeki fırtınalara yenilip heyecanlı hareket etseydi, hem kimseyi kurtaramazdı hem de kabileler arasındaki kurallar gereği kendisi de büyük zarar görürdü. Belki de mücadele biterdi.

Peygamberin sahip olduğu bu derin maneviyat, sabır ve sebat elbette Yüce Yaradan’ın desteği sayesindedir. Fakat biz biliyoruz ki, Kur’an’da  Bakara 153, Enfal 46 ve 66 da, Allah, sabredenlerle beraber olduğunu vurguluyor. Demek ki biz de, Hz. Muhammed gibi, doğru yoldaki mücadelemizde başlangıçta sabredersek, Yüce Yaradan bizlerle de beraber olur.

Müslümanlar üzerindeki baskı artınca, peygamber yeni taktikler geliştirdi. Bazı Müslümanları Habeşistan’a yolladı. Bir önceki yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, Habeşistan’ı seçmesi, peygamberin çok iyi bir dış çevre gözlemcisi olduğunu göstermektedir.

Bir önceki yazımızda bahsettiğimiz, peygamberin koruyucuları olan Hz. Hatice, Ebu Talip vefat edince, durumunun zorlaştığını gördü. Yeni bir strateji oluşturdu. Bir taraftan kendisine yeni bir koruyucu ararken, bir yandan da hicret edebileceği yer arayışına girişti. Medine’den Mekke’ye alış verişe gelen Evs ve Harzec kabilesinin insanlarıyla Mekke dışında Akabe denilen bölgede gizli gizli görüşmelere başladı. Bu iki kabile, birbirine rakipti. Ama Allah’ın yardımıyla, ikisi de peygamberi sevdi. Mekkeli Kureyşliler, bu görüşmelerden haberdar olmadılar. Eşi ve amcasının vefatından sonra bulduğu koruyucusu Mukim de vefat edince, bazı Müslümanları Medine’ye göndermeye başladı. Çünkü peygamber, ortamı hazırlamıştı.

Hicret için Allah’tan izin çıktığını öğrenince, hemen güzel bir kaçış planı yaptı. Önce ters istikamete doğru yola çıktı. Mağaraya saklanınca, geliş izlerini sildirdi. Peygamber böyle güzel planlar yapınca, Yüce Yaradan da onu korudu. Eğer peygamber, tedbirsiz hareket etse, muhtemelen onu yine korurdu. Fakat peygamberin, tedbirini aldıktan sonra kendini Allah’a teslim etmesi, Tevbe Suresi 40ıncı ayete göre, Yüce Yaradan’ın desteğini artırmıştı.

Hz. Muhammed’in insan ilişkileri de farklıydı. İnsanlara sevgiyle yaklaşırdı. Birisi ona elini uzattığında ilk çeken o olmazdı. İnsanlar ona gelerek, hata yaptıklarını itiraf ettiklerinde, hataları dini açıdan ne kadar büyük olursa olsun, onu yanına kabul eder ve onun için Allah’tan af dilerdi. Onların hatalarını başkalarına söylemezdi. Fakat hata yapanı, bir daha sefere çok daha titiz davranması ve disiplinli olması gerektiği hususunda uyarırdı. Ancak ihanet ederek diğer Müslümanların ve insanların zarar görmelerine sebep olanlara karşı, çok sert davranırdı. Bunun örnekleri Medine’deki yaşamında görülmüştür.

Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonraki uygulamaları hususunu, bir sonraki yazımızda değerlendirmeye çalışacağız.

Dini, Hz. Muhammed kategorisine gönderildi | İSLÂM VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 3 için yorumlar kapalı

İSLÂM VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 2

İSLÂM TARİHİ VE HIRİSTİYANLIK TARİHİNDEN ALINACAK BAZI DERSLER 2

Bir önceki yazımızda Hıristiyanlığın başlangıç dönemi hakkında irdeleme yapmaya çalışmıştık. Bu makalemizde, İslâmiyet’in doğduğu devri ve bölgeyi irdelemeye çalışacağız.
Peygamberlerin arasında, yaşamı hakkında en çok veri sahibi olduğumuz, İslâm peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatıdır. Hz. Muhammed’in doğduğu şehir Mekke’dir. Mekke, Arabistan yarımadasının iç bölgesindedir. Bu dönemde Arabistan’ın kuzey kısmında, Doğu Roma, yani Bizans ile Persler (Farslar) arasında egemenlik alanı çatışmaları vardı. Fakat Arabistan, hiçbirinin doğrudan etki alanında değildi. Arabistan’ın, büyük devletleri cezbedecek kaynakları yoktu ve büyük bölümü çöl idi. Dolayısıyla burasıyla ilgilenmiyorlardı.
Geçim kaynağı, kervanlarla yapılan ticaret ve Mekke’deki Kâbe’nin kutsal kabul edilmesinden dolayı yapılan ziyaretlerdi. Kervanların alış-veriş yaptıkları Şam gibi şehirler, Bizans bölgesi idi. Bu sebeple, Arabistan’da Bizans korkusu vardı. Ama Bizans’ın, Arabistan yarımadasında askeri gücü ve yetkili vali gibi bir otoritesi yoktu.
Mekke’de krallık gibi bir tek otorite de yoktu. Güneydeki Yemen’de bile bir otorite olmasına rağmen, Mekke’de aşiretler arasında iş bölümü şeklinde oluşan bir birlikte yönetim şekli vardı. Elbette daha etkili aşiretler vardı. Ama tek yetkili değillerdi. Dolayısıyla, bir orduları yoktu.
Bu durum, peygamber için iki açıdan şans oluşturdu. Birincisi, Bizans’ın kısmi etkisi olmasına rağmen, Konstantin’deki (İstanbul) Bizans yönetimine uzak bir bölgede olması sebebiyle, peygamberlik çıkışı doğrudan tehlike olarak görülmedi. İkincisi, bölgesel bir tek otorite de olmadığından, peygamberin ilk ortaya çıktığı yıllarda doğrudan ve sert bir engelleme ile karşılaşmadı.
Hz. Muhammed, peygamberliğini ilan ettikten sonra yaklaşık 12 yıl Mekke’de yaşadı. Çarşılarda rahatça dolaştı. İnsanlara kendisine gelen vahiylerden bahsetti. Onun anlattıklarına inanarak Müslüman olan bazı fakir insanlara, işkenceler yapıldı. Hattâ, Yemenli aile Yesir ve Sümeyye, Mekke’nin ortasında toprağa gövdeleri gömülerek işkence edildiler. İşkence, bütün şehir halkının ve peygamberin gözleri önünde günlerce sürdü. Sonunda zulümlere dayanamayarak ilk İslâm şehitleri oldular.
Diğer taraftan, Müslümanlığı kabul eden bazı fakir insanlar, Mekkelilerin zulümlerinin artması nedeniyle, Habeşistan’a göç ettiler. Bu göç, peygamberin izni ve yazdığı mektup ile oldu. Göç edilen yerin Habeşistan olarak seçilmesinin sebebi, kral Necaşi’nin, Allah’ın tekliğine inanan bir Hıristiyan olması ve Habeşistan’ın, Bizans güdümünde olmamasıdır. Nitekim Necaşi, ölümünden önce İslâmiyet’e ihtida etmiştir. Hâlbuki Yemen’e gidilseydi, Kızıldeniz’i geçmeye gerek yoktu. Ama orada, Mekke’deki aşiretler gibi ateist olan bir kral vardı. Kral tek yetkili olduğundan, gelenlerin hepsini öldürebilirdi. Dolayısıyla Habeşistan’ın varlığı, bir şans oluşturdu.
Mekke’de yaşayan Müslümanlara baskı ve işkenceler yapılmasına rağmen, peygambere dokunulmamıştır. Kendisine para ve iktidar (önemli bir göreve getirilme şeklinde) teklif edilmiştir. Bu teklifler işe yaramayınca, bazen, halktan bazı şahısların hakaretleri olmuştur. Fakat önemli bir etkisi olmamıştır. Bir defasında aşiret ileri gelenlerinden biri sözlü hakaret etmiştir. Bunun üzerine de Hz. Muhammed’in amcası Ebu Talip, karşı tarafa gereken cevabı vermiştir. Böylece muhtemel hakaretleri engellemiştir. Bir konuşmayla, peygambere yapılan aleyhe davranışları bitiren amcası Ebu Talip’in kendisi, Müslüman olmadığı gibi, Mekke’nin en güçlü sülalesinin bir ferdi de değildir. Peygamberin bir başka amcası Ebu Leheb, Hz. Muhammed’e karşı aşırı bir kin beslemektedir. Buna rağmen, Hz. Muhammed fiziki zulme maruz kalmamıştır.
Hz. Muhammed için mücadelenin zorlaşması, amcası Ebu Talip’in ve sadık eşi Hz. Hatice’nin arka arkaya vefat etmeleriyle başlamıştır. Hem kendisi hem de diğer Müslümanlar için bir koruyucu bulmak umuduyla gittiği Taif’te, aksine çocuklara taşlatılmıştır. Fakat vefat eden eşi Hz. Hatice’nin kabilesinin reisi Mutim, onun korumacılığını üstlenmiştir. Peygamber de normal çalışmalarını sürdürmüştür. Medine’den ve diğer yerlerden gelenlerle görüşmeler yapmıştır. Kâbe ziyaretleri ve namaz kılmaları devam etmiştir. Fakat yaklaşık iki yıl sonra Mutim de vefat etmiştir.
Bunun üzerine peygamber, bazı Müslümanları Medine’ye göndermeye başlamıştır. Müslümanların Medine’ye gitmelerini tehlike olarak gören Mekke’deki kabile reisleri toplanırlar. Peygamberi öldürmeye karar verirler. Hiçbir aşiretin cinayetle suçlanamaması için, her kabileden bir kişi seçerler. Amaç, Hz. Muhammed’i birlikte öldürerek peygamberin sülalesinin tepkisini çekmemek ve kan bedeli ödememektir.
Görüldüğü gibi, Hz. Muhammed’in dünyaya geldiği ortam, serpilip gelişmek için uygundu. Fakat kendisinden önceki birçok peygambere göre yaşadığı ortamın uygun olması, başarı için yeterli değildir. Uygun stratejilerin uygulanması çok önemlidir.
Elbette hepsinin başı, Yüce Yaradan’ın desteğidir. Fakat tahmin edileceği gibi, Allah, her peygamberine yardımcı olmuştur. Hz. Musa ve Hz. İsa, Hz. Süleyman gibi bazı peygamberlerine ise, ayrıca doğa üstü özellikler vermiştir. Fakat peygamberlerin başarısını, tamamen ve sadece Allah’ın yardımına bağlamamız, peygamberlere yapılabilecek büyük bir haksızlıktır. Bir fani olarak bizim anlamaya çalıştığımız, peygamberlerin kendilerinin uyguladıkları stratejilerdir. Ancak, diğer peygamberlerin hayatları hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Bu nedenle, onların uygulamaları hakkında irdeleme yapamayız. Yapmaya kalkışmamız son derece yanlış olur.
Bu sebeple bir sonraki yazımızda, Hz. Muhammed’in uyguladığı stratejiler, taktikler ve insan ilişkilerinden bazıları hakkında, anlayabildiğimiz kadarıyla, kısaca bahsedeceğiz.

Genel kategorisine gönderildi | İSLÂM VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 2 için yorumlar kapalı

İSLÂM TARİHİ VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 1

İSLÂM TARİHİ VE HIRİSTİYANLIK TARİHİNDEN ALINACAK BAZI DERSLER 1

 

Museviliğin tarihindeki belgeler, diğerlerine göre çok azdır. Bu hususta elimize ulaşan belgeler de, yetersizdir. Ayrıca kutsal kitapları olan Tevrat, çok ciddi değişikliğe uğramıştır. En son yazımını, Yahudilerin Allah’ın oğlu dedikleri, fakat bir kâhin olan Azra (Kur’an’a göre Üzeyir) yapmıştır. Yahudilik konusundaki en emin bilgi, Kur’an’da bahsedilenlerdir. Buradaki bilgiler de, Yahudiliğin tarihini irdelemek için yetersizdir. Bu sebeple Musevilik, irdeleme dışında bırakılmıştır.

Hıristiyanlığın peygamberi, Hz. İsa’dır. Fakat kendisine, sağlığında dinini yerleştirmek ve devletini kurmak nasip olmamıştır. Hıristiyanlık, onun vefatından 300 yıl sonra, Roma Devletinde etkili hale gelmiştir. Dolayısıyla dinin öğretileri, peygamberinin anlatımıyla öğrenilmemiştir. Hz. İsa’ya inanan 12 Havari, yani dostlarının anlatımıyla yayılmaya başlamıştır.

Bu Havarilerin içerisinde en tesirli olanı, Aziz Pavlus’tur. Pavlus, çok muhafazakâr bir Yahudi tarikatına mensuptur. Hz. İsa’nın adını duyduğu ve ona çok kızdığı için, peygamberi öldürmek üzere yola çıkmıştır. Yolda gördüğünü söylediği bir rüya üzerine, hiç tanışmadan Hz. İsa’ya biat etmiştir. Peygamberin kendisini hiç görmemiş ve onunla hiç konuşmamıştır.

Fakat Hıristiyanlığın yayılmasındaki en etkili kişi olmuştur. Çünkü kendisi okuma-yazma bilmekteydi. Ailesi de, Roma Devletinin vatandaş olarak kabul ettiği, dönemine göre güçlü bir aileydi. Dolayısıyla diğer Havariler, ülke içerisinde sınırlı bölgelerde ve Roma Devletinin iznine tabi olarak dolaşabilirlerken, Pavlus imparatorluğun her köşesine gidebilmiştir.

Ayrıca, diğer Havarilerin çoğu, doğrudan Hz. İsa’dan duydukları bilgilerini sözlü olarak aktarırken, Aziz Pavlus, hiç görmediği peygamberin düşüncesidir diyerek anlattıklarını, yazıya dökmüştür. Sözlü anlatımlar, nesilden nesile aktarılırken zaman içerisinde ciddi değişikliklere uğramıştır. Anlatılanların bir kısmı da unutulmuş, akıllardan silinmiştir. Ama Pavlus’un kendi yazdığı mektuplar, çok az değişiklikle gelecek nesillere aktarılmıştır. Günümüz Hıristiyanlarının da en çok itibar ettiği belgeler, Aziz Pavlus’un yazdığı mektuplardır.

Dolayısıyla Hıristiyanlık anlayışının temeli, Hz. İsa’yı hiç görmemiş, onunla hiç sohbet etmemiş, başlangıçta onu öldürmek için yola çıkmış, sadece, gördüğünü söylediği bir rüya üzerine fikrini değiştirmiş bir kişinin anlattıklarına ve yazdıklarına dayanmaktadır. Bu durumun ne kadar sıhhatli olduğunu, daha sonraki gelişmelerden takibedelim.

Hıristiyanlık doğduğunda, Antik Helen Medeniyetinin izleri henüz silinmemişti. Roma Devleti, tam anlamıyla olmasa da, bu medeniyetin devamı niteliğinde çalışmalar yapmaktaydı. Kendilerine özel sayılabilecek dinleri vardı. Fethettikleri geniş bölgelere, kanun ve nizamı götürdüklerini iddia ediyorlardı.

Hıristiyanlık, önce Doğu Roma’da gelişti. Hz. İsa’dan sonraki dördüncü asırda bütün devlette etkili oldu. Tesirinin üst seviyede olduğu dönemde, Batı Roma Devleti, Almanlar tarafından yıkıldı. Doğu Roma, yani Bizans İmparatorluğu yaşamaya devam etti. Almanlar, yıktıkları devletin yerine geçemediler. Kendileri yeni bir devlet kuramadılar. Bu bölgede Hıristiyanlığın temsilcisi olan Kilise, Batı Roma Devletinin boşluğunu doldurdu. Hıristiyanlık birkaç yüzyıl içerisinde bütün Avrupa’ya yayıldı.

Kilisenin, Roma Devletinin yerine geçmesinden sonra, 1492 ile başlayan mucize keşiflerin sonrasındaki yüzyıla kadar, bütün Avrupa Ortaçağı yaşadı. Eski Antik Helen Medeniyeti tamamen unutuldu. Romalıların oluşturmaya çalıştığı yeni medeniyet de terkedildi. Bunlara ilaveten, Hıristiyanlığı temsil eden Kilisenin gücü, hiçbir yeni gelişmeye izin vermedi. Sonuçta Hıristiyanlık, bütün Avrupayı bin yıldan fazla süren karanlıkta bıraktı. Eğer, mucize niteliğinde olan keşifler olmasaydı ve Kilisenin etkisi kırılmasaydı, Avrupa’nın halen Ortaçağda kalabilirdi.

Hz. İsa’nın yol göstermesiyle yürünülmeyen, Aziz Pavlus’un anlatımlarıyla şekillenen ve Kilise sayesinde oluşan ruhban sınıfının egemenliğinde kalan Hıristiyanlık, Ortaçağı yaşarken, Doğu’da İslâmiyet doğdu.

Yüce Yaradan’ın son peygamberi, okuma-yazma bilmeyen, muhtemelen de okuma-yazmayı öğrenemeden vefat eden, yetim büyümüş bir insan idi. Evlenene kadar fakir yaşadı. Doğaüstü güçleri yoktu. Hâlbuki, Hz. İsa’nın döneminde, Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya peygamberler vardı. Hz. İsa onların akrabasıydı. Allah, Hz. İsa’ya, her insana yaptığı gibi ruhundan üflemiş, fakat ona ayrıca doğaüstü özellikler de vermişti.

Ancak Hz. İsa, bir tarafta Roma İmparatorluğunun etkin gücü, diğer yanda Yahudilerin bitmeyen tutuculuğu ve güvenilmez davranışları arasında sıkıştı kaldı. Dinini yerleştiremedi, devletini kuramadı. Allah’tan aldığı vahiyleri aktardığı sözleri bile, ölümünden çok sonra kitap haline getirildi. Giderek, neredeyse her eli kalem tutan, bir kutsal kitap yazdı. Bin civarında Yeni Ahit yani İncil oluştu. M.S. 325 yılında İznik toplantısında kitaplar değerlendirildi. Hemen hepsi reddedildi. Dört adet İncil, geçerli kabul edildi. Bu dört İncil, birbirinden farklı anlatımlara sahipti. Bilhassa, Nuh tufanı, Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkışı gibi bazı olaylar, Hz. İsa’nın soy kütüğü gibi konular çok faklı idi.

Bir din düşünün ki, birbirinden farklı dört kitabı olsun. Kitaplarda anlatılanlar farklı olduğu halde, hepsi de geçerli sayılsın. Böyle bir garabet durum, örneğin, Budizm’de de yoktur. Hatta ideolojilerde bile olmaz.

Bir din düşünün ki, kutsal kitaplarında peygamberlerini Allah’ın oğlu olarak kabul etsinler, fakat aynı peygamberin soy kütüğünü, babası Yusuf idi diyerek onun üzerinden devam ettirsinler. Görülüyor ki, Hıristiyanlığın kutsal kitaplarına göre Hz. İsa, hem Allah’ın oğlu, aynı zamanda da Yusuf’un oğlu. Bunu okuyanlar, nasıl karar verecekler? Kitapta yazılan diğer anlatımlara nasıl inanacaklar?

Çok kısa olarak aktardığımız bütün bunlar gösteriyor ki, Kilisenin dinle ilgisi olmayan ters tavırları olmasa bile; Hz. İsa’nın genç yaşta ölümü, kutsal kitabının Hz. İsa’dan uzun süre sonra ve peygamberi tanımayanlar tarafından yazılması, tek kutsal kitabın olmayışı, önce bin civarında olan, sonra dörde indirilen kitapların birbirinden farklı şeyler anlatması gibi sebeplerle, zaten Hıristiyanlık, ortaya bir devlet ve medeniyet koyamazdı.

Yazımızın başlığıyla ilgili konuları daha fazla dağıtmadan burada bitiriyoruz. Gelecek yazımızda, İslâmiyet’in doğuşundan sonra kısa süre içerisinde olan olayları ve etkenlerini, yine kısaca irdelemeye çalışacağız.

Dini kategorisine gönderildi | İSLÂM TARİHİ VE HIRİSTİYANLIK TARİHİ ÜZERİNE 1 için yorumlar kapalı

YENİ YILDA KENDİ KABUĞUMUZU, İÇTEN KIRMAMIZ DİLEĞİYLE

YENİ YILDA KENDİ KABUĞUMUZU, İÇTEN KIRMAMIZ DİLEĞİYLE

İnsanlık olarak yeni bir takvim yılının eşiğindeyiz. İnsanlar, her yeni yıla umutla girerler. Fakat büyük çoğunluk umduğunu bulamaz. Ömrü olanlar yeniden umutlanmak için yeni bir yılın girmesini beklerler. Dolayısıyla, insanların çoğu için umutlar, hep yeni gelecek yıllara kalır.
Elbette bizler, yeni yılda nelerle karşılaşacağımızı bilemeyiz. Gaybı, sadece ve sadece Yüce Yaradan bilir. Fakat daha mutlu ve huzurlu olabilmemiz için, bazı şeyleri değiştirmek bizim elimizde. Bu konuyla ilgili olarak yine bu sitede yayınladığımız “Kafaların İçi Değişirse, Dünya Değişir” başlıklı makalemizde bazı açılardan fikirlerimizi ifade ettik.
O yazımıza, Albert Einstein’ın: “Ön yargıları parçalamak, atomu parçalamaktan çok daha zordur” sözüyle başlamıştık. Kelimelerin sihirli olduğunu düşünerek , sözcüklerin peşine takıldığımızı vurgulamıştık. “devrim”, “inkilâp”, “özgürlük”, “demokrasi”, “sevgi”, “dost” gibi kelimeleri çok söyleyince, onları gerçekleştireceğimizi düşünmek yanlışlığına düştüğümüzü belirtmiştik. Yazımızı aşağıda vereceğimiz son paragrafı ile bitirmiştik:
Kur’an’da insanlara en çok yapılan tavsiyenin, düşünmemiz yani akıl yürütmemiz olduğunu dikkate aldığımız zaman değişimi başlatmış oluruz. Düşündükçe ve konulara Rahmani açıdan baktıkça, önce kendi kafamızın içinin değiştiğini göreceğiz. Biz değişirsek zaten dünya da değişecektir. Gücü, kelimelerde aramayıp kalbimizde arasak, sihirli formüle gerek kalmadan huzuru bulmuş oluruz.
Tabiat, değişime nereden başlamamız gerektiği hususunda bize sürekli yol göstermektedir. Bilindiği gibi, bir yumurta içten kırılırsa, yeni bir hayat başlar, dıştan kırılırsa, yumurtanın hayatı biter. Benzer şekilde bir başak tanesi içten çatlarsa, yeni bir hayat başlar, dıştan kırılırsa hayatı biter.
Bu durumu insanlara uygularsak, benzer sonuçlara ulaşırız. Bir insan kendi iç dünyasındaki kabuğunu içten çatlatırsa, yepyeni bir hayata merhaba diyebilir. Tamamen farklı bir insana dönüşebilir. Tarihte böyle insanların örnekleri çoktur. Aziz Pavlus, Hz. Ömer, Ebu Zer, Haild bin Velid, Buddha gibi insanlar sadece geniş kitlelerin bildiği birkaç örnektir.
Yeni yıla girerken, geçmiş dönemimizin muhasebesini, içimizden, kimseye duyurmadan, fakat ayna karşısında gözlerimizin içerisine bakarak yaparsak, umulur ki bizde de benzer değişimin temeli atılmış olur. Ayna karşısında kendimizle konuştuğumuzda, kendi şahsımıza saygı duymadıysak, gözlerimize bakarak konuşmayı sürdüremediysek, moralimizi bozmayalım.
Ayna karşısında yine kendi gözlerimizin içerisine bakarak, kendimizle konuşmaya devam edelim. Bu defa, hatalarımızı düşünmeye çalışalım. Kendimizi; aldattığımız, ezdiğimiz, hor gördüğümüz insanların yerine koyalım. Kendimizi onların yerine koyduğumuzda, bizim hakkımızda neler düşündüklerini hayal edelim.
Sonra bu hatalarımızı düzeltmek için, neler yapmamız gerektiğini düşünelim. Ayna karşısındaki kendimizle yaptığımız bu konuşmayı, kendimizden gurur duyacağımız davranışların ve anlayışların neler olacağını bulana kadar sürdürelim. Böyle yaparsak, yeni yılda daha huzurlu bir hayata merhaba diyebiliriz. Yoksa, içine düştüğümüz kısır döngüden çıkamayız. Yaşayan ölü gibi oluruz. Hem bu dünyamızı hem ahiretimizi kaybederiz.
Aziz Pavlus gibi Hz. İsa’yı, Hz. Ömer gibi Hz. Muhammed’i öldürmek için yola çıktıktan sonra rüya görmeyi beklemeye veya iç muhasebe yapmaya gerek yok. Veya Alfred Nobel gibi, gazetelerde yanlışlıkla yapılan, kendi ölüm ilanını ve hakkında yazılanları gördükten sonra muhasebe yapmaya da gerek yok. Onların nasıl muhasebe yaptıklarını, akıllarından neler geçirdiklerini düşünmek yeterli.
Ailemizin veya dostlarımız dediğimiz, ama gerçek durumlarını bilmediğimiz insanlar arasında yeni yıla girmeyi beklerken de, muhasebe yapabiliriz. Yapacağımız muhasebe sonrasında kendi kabuklarımızı kırarsak, gelecek yeni yıllarda, gerçek dostlar ve gerçek aile arasında yaşama imkânını yakalayabiliriz. Yeter ki Allah ömür versin.
Demek ki, umutla beklediğimiz yeni yılda daha huzurlu olabilmemiz, geçmişin muhasebesini gerçek anlamda yapabilmemize bağlı. Unutmayalım, biz insanlığa hizmet için, yani Yüce Yaradan’ın gösterdiği yola doğru bir adım atarsak, Allah bize daha fazla adım atar. Yani bize daha çok yol gösterir ve yardımcı olur.
Allah’ım, bizlere verdiğin akıl, vicdan ve iradeyi kullanarak yapacağımız iç muhasebemizde, lütfunla bizlere yardımcı ol. Yine lütfunla, bizlerin irade gücümüzü artır.

YAŞAM kategorisine gönderildi | YENİ YILDA KENDİ KABUĞUMUZU, İÇTEN KIRMAMIZ DİLEĞİYLE için yorumlar kapalı

ALLAH’IN VERDİĞİ İTAAT ETMEME HÜRRİYETİ

ALLAH, İNSANA, İTAAT ETMEME HÜRRİYETİ VE GÜCÜ DE VERMİŞTİR

 

Bütün semavi dinlerin ortak anlatımlarından birisi, Yüce Yaradan’ın insanlara seçme hürriyeti verdiğidir. Bir insanın yapabileceği en net seçim, bir şeyi kabul etmesi veya reddetmesidir. Kabul etmek, aynı zamanda o şeye inanmaktır. Rddetmek de, aynı zamanda o şeyi inkâr etmektir.

18 Kehf Suresi 29: “Ve de ki: O hak Rabbimizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin…”

Allah’ın sözü olan bu ayetten çok net anlaşılacağı gibi, insan kabul etmekte veya reddetmekte serbesttir. Dilerse Yüce Yaradan’ı bile reddedebilme hakkına sahiptir.

Bilindiği gibi, günlük yaşamımızda bile, yaptığımız her seçimin bir karşılığı vardır. O halde bizim, Allah’ı kabul etme veya reddetmemizin de bir karşılığı olacaktır. Yüce Yaradan, Kendisini inkâr etmemiz durumunda, bu karşılığın ne olacağını aynı ayetin devamında şöyle ifade etmektedir: “Çünkü Biz, zalimler için öyle bir ateş hazırlamışız ki, duvarları, çepeçevre onları içine alacaktır. Eğer feryat edip yardım isteseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. O ne kötü bir içecek ve ne kötü bir dayanma yeri!”

Allah, ayetinde yaptığı bazı tasvirlerle, Kendisini inkâr edenleri ahiret hayatında cezalandıracağını beyan etmektedir.

İnkâr ettiğimiz takdirde ceza çekeceksek, acaba biz de karşı tarafa az da olsa zarar verebilirmiyiz? Yani, biz Yüce Yaradan’ı inkâr edince, Ona bir zararımız dokunabilr mi? Bu konuda Kur’an şöyle diyor.

3 Ali İmran Suresi 131: Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Sizden önce kendilerine kitap verilenlere de, size de “Allah’a karşı gelmekten sakının” diye tavsiye ettik. Eğer inkâr ederseniz, (bilin ki) göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Allah, zengindir,  övülmeye layıktır.

Aynı surenin bir başka ayetinde, yine benzer şeyden bahseder. Aşağıda verdiğimiz bu ayette, öncekine ilave bir husus vardır. O da, Allah’ı kabul etmemizin, sadece kendi iyiliğimiz için olduğu hususudur.

3 Ali İmran 170: “Ey insanlar! Peygamber size Rabbinizden hakkı (gerçeği) getirdi. O halde, kendi iyiliğiniz için iman edin. Eğer inkâr ederseniz bilin ki, göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Ayetlerden anlaşılacağı gibi, Yüce Yaradan’ı, kendi iyiliğimiz için kabul ederek iman etmeliyiz. Onu kabul etmeyerek inkâr edersek, Allah’a hiçbir zararımız olmaz. Sadece kendimize zararımız olur.

Peki, bize Kendisini reddetme hürriyeti veren Allah, bu fikrimizi icra edebilmemiz için gerekli gücü de vermiş midir?

11 Hud Suresi 15: “Her kim dünya hayatını ve güzelliklerini isterse biz onlara amellerinin karşılığını orada tamamen öderiz. Bu hususta kendilerine bir densizlik yapılmaz.”

Ayetten anlaşıldığına göre, Allah’ı inkâr ederek, sadece dünya nimetlerini isteyenlere, diledikleri verilmektedir. Yani dünya nimetlerinden faydalanabilmeleri için gerekli güç ile desteklenmektedirler. Hattâ dünyadaki güzelliklere ulaşmak için, gerekli amelleri, kendilerine Allah’ın verdiği kuvvet sayesinde işleyenlere, bu amellerinin karşılığı tastamam verilmektedir.

Dolayısıyla Yüce Yaradan, insanlara, hem Kendisini inkâr etme hürriyeti vermektedir, hem de bu özgürlüğü ifa edecek güç vermektedir.

Ancak bu güç, bütün ömrümüz için geçerli olmayabilir:

30 Rum Suresi 54: “Allah, sizi güçsüz olarak yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından bir güç veren, sonra gücün ardından bir güçsüzlük ve yaşlılık verendir. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, hakkıyla kudret sahibidir.”

Yine Yüce Yaradan’ın bize verdiği zaman, bizim lehimize olmayabilir:

3 Ali İmran 178: “İnkâr edenler, kendilerine vermiş olduğumuz mühletin, sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz, onlara ancak günahları artsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.”

Demek ki, inkâr edenlere verilen süre, aslında onların aleyhine. Böyleleri için dünyada geçirdikleri her an, onların günahlarını artıyor. Günahlar arttıkça da, ceza olarak verilecek azap daha bir alçaltıcı oluyor. Bu durum Fatır Suresi 39uncu ayette de, net bir şekilde ifade ediliyor.

İnkâr edenlerden bazıları, kendilerinde itaat etme veya etmeme hürriyeti, ve gücü olmadığını, bazı güç ve mevki sahibi insanlar tarafından zorlandıklarını iddia ederler. Böylece, kendilerini temize çıkararak, işlenen suçların günahını, kendilerinden daha güçlü olan diğer insanlara yüklenmesini isterler. Kur’an bu hususta çok açık bir şekilde açıklamalar yapmıştır. Daha önceki bazı yazılarımızda, bu konularla ilgili ayetlerden örnekler verdik. Müminun 47inci ayet ve devamı, zayıf olanların ahirete vardıklarında, güçlüleri suçlamasının işe yaramayacağını beyan etmektedir.

Doğrudan bu makalemizin konusuyla ilgili bir ayet şöyledir:

39 Zumer Suresi 7. “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah sizin iman etmenize muhtaç değildir. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur. Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O da size yaptıklarınızı haber verir. Çünkü O, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilir.”

Demek ki Yüce Yaradan, bizim Kendisini inkâr etmemize razı değil. Suçu başkasına yüklememizin de mümkün olmayacağını, “hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın yükünü yüklenmez” diyerek net bir şekilde beyan ediyor.

Bu sebeple, Yüce Yaradan’ın bize verdiği ve nasıl kullanacağımız bize bağlı olan, itaat etme veya etmeme hürriyeti ile, bir şeyler ortaya koyma gücünü, inşallah, Allah’ın öğütleri doğrultusunda kullanalım. Çevremizdeki insanlara da, bu hususta yardımcı olalım. Onların, inkâr edenlerin değil, şükredenlerin içerisine girmelerine vesile olmaya gayret edelim.

Allah’ım, insanların, Senin onlara verdiğin seçme hürriyetini ve seçtiklerini ifa etme gücünü, Senin öğütlerin doğrultusunda kullanabilmeleri için, onlara irade gücü ver.

Senin her şeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | ALLAH’IN VERDİĞİ İTAAT ETMEME HÜRRİYETİ için yorumlar kapalı